17 Aralık 2011 Cumartesi

In An Absolute Loneliness

Bundan 50 yıl sonra bir grup astronotun Mars a yapilacak ilk insanlı görev için Dünya dan ayrıldığını düşünün. O zamanın en önemli iletişim aracı sayesinde , size, yaklaşık 8 ay süren bu yolculuğun gayet başarılı geçtiği, astronotlarin biraz yorgun ama sağlık durumlarının iyi olduğu söyleniyor. Ve dönüş yoluna çıktıkları... Astronotlar , "eve" dönmek için uyuma kabilerine  giriyorlar ve 7 ay sonra uyanıyorlar. O uyandıkları anda  mekik ile Dünya arasında hiçbir iletişim olmadığını farkediyorlar ve sorun ne mekikte, ne de iletişim araçlarında.  Dünya da o caanım Dünyamızda yaşam bitmiş. Evet ne bir mavilik ne de bir kara parçası. Yanmış ve sönmüş gibi duruyor karşılarında simsiyah. Ve bilinen evrende hayatta kalan yegane canlılar o mekiğin içindeki bitkiler ve 6 kişi. Ve bu insanlar  8 ay sonra Dünya nın bu sin haline baktıklarında sizce , tam da o anda , ne düşünürler ? O şartlarda o mekikte maksimum 6 ay daha yaşayabileceklerini düşünün.  O 6 ay boyunca sizce ne konuşurlar? Ne yaparlar o mekikte ? Hayatta kalan 6 kişi. Ama gidecek hiçbir yerleri yok. Sadece altı ayları kalmış ve hiçbir şeyin anlamı yok. Mars ı anlatacak kimse yok. Tanıdıkları yok , tanımadıkları... Sevdikleri , hiç kimse ve hiçbir şey yok. 6 ay boyunca boşluğa bakacaklar ve sonra su ve erzak sıkıntısından ölecekler.  Hiçbir şeyin kalmadığı bir hayatta geçirilecek 6 ay. O "kesin yalnızlık", o çaresizlik, o dram... Bence bunun üstüne biraz düşünün. Siz olsaydınız ne yapardınız ?

15 Aralık 2011 Perşembe

Hava Kirliliğinin Müellifi*


Hava çok kötüydü. Sisten hiçbir bok görünmüyordu. İki sene önce bütün küfürlerime ve lanetlemelerime karşın,bir zamanlar kardan adam yaptığım, hatta bir keresinde sınıf maçı ayarlayıp kendimi yok yere ev sahibi stresine soktuğum o boş arsaya yapılan "dünyanın en çirkin binası" nın kırmızı neon ışıklı otopark tabelası, kasvetli gecenin ve yanında getirdiği, astım hastalarının korkulu rüyası hava kirliliğiyle bolca karışık, o gri sisin yutamadığı tek şeydi.   
  
  Bina gerçekten çok çirkindi ve bu çirkinliğin çatısına  "yuva kurulsun" diye bir de B tipi yarı açık düğün salonu inşa ediliyordu. İstemeden de olsa evlilik müessesine iyi bir gönderme yapmıştı belki ama bu bile binaya olan öfkemi dindiremezdi.  Yaptığım onca beddua da babamın ismen tanıdığı bir öğretmen arkadaşının, bina yapılırken temeline düşüp  üç ay hastanede kalmasıyla sonuçlanmıştı. Saat 04.54 tü ve ben, beni saran hatta içime işleyen bütün çirkinliklerle birlikte, sahip olmak ve kaybetmek üzerine düşünüyordum.  

 "Eric Fromm u okuyalı çok olmuştu . Ayrıca o zamanlar kitaptaki "boş zaman pasivitesi" kavramını komik ve zekice bulacak kadar doluydum.. O zamanlar hayatta çok bir sey kaybetmemiştim. Toplasan 4-5 silgi, 1-2 kalemtraş bir de toplam 63 TL değrinde madeni ve kağıt para.  Fromm ne kadar haklıydı hiç bilmiyorum. Kaybetmemenin tek yolu gercekten de "olmak" tan mı geçiyordu, onu da bilmiyorum.Ama bir zamanlar, tırtın birinin sunduğu "Hayatta sadece sahip olduğun şeyleri kaybedersin " şeklindeki ,anında iki üç basit örnekle çürütülebecek bir hipotezin saçmalığından oldukça eminim. Bir de bozkırda yaşayan bir ortadoğuluya beat kuşağı okutulmaması gerekliliğinden... 
 
 Bazıları sahip olduklarını kaybeder, bazıları hiç sahip olamayacaklarını,  bazıları da kaybettiklerini sahiplenirler. Hangisi gerçekten daha hüzünlü ona "bugün ne giysem?" jürisi karar versin. Ama en acizlerinin ve tırtlarının son grupta toplandığından eminim. Neyseki çevremde böylelerine yer yok. "  
  Bütün bu düşünceler içerisinde binaya bir süre daha baktıktan sonra, 2 yıl öncekine göre daha sakin olduğumu farkettim. Varlığına giderek alışmıştım. Kabullenmiştim bu durumu. Ona karşı hala tepkiliydim , hala sevmiyordum ama artık benim için vardı. Bir şeyin varlığı gibi yokluğu da gayet tabi kabul edilebilirdi. Alışabilirdi insan. Kim bilir belki bir gün o binanın yanına güzel şeyler inşa edilirdi de artık oraya bakmaya başlardın. Ya da kısa yoldan taşınırdın ve hiçbir şeye bakmak zorunda kalmazdın. 

14 Aralık 2011 Çarşamba

Lokum,Sucuk ve Issey Miyake Intense

"Ben bir keresinde 8 yaşında evden kaçtım." diye başladı hikayesine. Yanımda oturuyordu. 8 yaşındayken evden kaçmıştı, dışarıdan bakıldığında hiç tekin bir tip değildi ( yani yolda görüp göz göze gelmekten kaçınacağınız türden) ve bana bakıyordu. Bense Hitler in komutanı ile sevgilisine.

   Bir insanı tanımak garip bir süreçtir. Bazısını 10 yıl önce milli eğitim bakanlığı müfredatını kavrayabildiğin ölçüde, sekizinci sınıf sonunda aldığın puanların yakınlığı neticesinde tanırsın. 4 yılını arkasındaki sırada geçirirsin de nerede, nasıl dayak yediğini hiç düşünmezsin. Bilemezsin de. Ama bazısını ilk gördüğün anda anlarsın. Yumruğu nereden yediğini dahi düşünürsün. Bilirsin ağladığını. Uzun süre tavana baktığını, tavandaki çatlaklara anlamlar yüklediğini ve o tavanda hiç çatlak olmadığını...

  Evden kaçmayı hiç ama hiç düşünmeyen biz karasal iklim memur çocukları, 8 yaşındayken taso oynuyorduk. O dönem biz de ağlıyorduk yalan değil. Ama hırstan ağlıyorduk. Sabah cemil e ütüldüğümüz mega tasonun hırsından hem de.. O iğrenç sarı elleriyle nasıl çevirmişti tazmanya canavarının göbeğini güneşe. Hem beni nasıl ikna etmişti de koymuştum o muhteşem kırmızıyı onun iğrenç mavileriyle yere. Gafil avlanmıştım. Cemil in usta bir pokerci olduğunu unutmuştum. "Şansın gizli geometrisi" üzerine düşünecek hiç fırsatım yoktu ki benim. Ya da o ütüldüğüm tasoyu döve döve cemil in elinden alacak bir abim. Onun için kaçamazdım ben. Değil 8 , 28 yaşında bile kaçamazdım.

  İronik olan ise, çoğu western filminde anlatılanın aksine korkak olanın değil cesur olanın kaçabilmesiydi hayatta. Sadece cesur olanlar kaçardı, korkaklar ise hırslarından ağlardı. Bir de ilkokul öğretmenlerinin tayini çıktığında...

 8 yaşındaysanız ve o malum çizgi filmden de nefret ediyorsanız ve de evden sadece bir sokak öteye kaçabiliyorsanız hayat sizin için gerçekten çok zor. İşte tam da o bir sonraki sokakta etkisini gösterir DNA mıza kodlanmış memur geni. Hem X hem de Y kromozomuyla taşınır ve herhangi bir risk anında pompalatır hormonları güven bezlerinden. 8 yaşında evden kaçan,tam yanımda oturan, elindeki bardağı frukoyla ve hem silah hem köfte satılan bir dükkanın üst sokağındaki tekel bayiden alınmış yüzde 47 alkol oranıyla doldurmuş, sadece 48 saattir tanıdığım o kalıtsal hastalıktan muzdarip o "kalender" adam, bizden farklı olarak hikayesinin sonunu ölümle bitirdi, hem de en az Eşref Bey kadar hüzünlü bir şekilde. Belki bir daha hiç kaçamayacağını, hiç Olimposa gidemeyeceğini düşünerek...

12 Aralık 2011 Pazartesi

Tekel Cin ve Düşleri

Gecen gün beni aradi bu. Canı çok sıkkın. Patlayacak resmen. Öyle dravdan falan da degil ha , bildigin patlayacak ve "ortaya kesif bir mayi yayılacak." "Nen var olm?" dedim. "Kötüyüm abi ," dedi. " Şu şişede sıkışıp kaldım. Sözde adım cin. Ama daha kendime hayrım yok. Ne birini isteyerek çarpmışlığım var ne de kızılay daki tekel işçilerine destek vermişliğim. Anca bekledim şişede. İçmek isteyen de oldu aslında ama sıkı sıkı kapattım ağzımı. Biraz da korktum be abi. Tadımı beğenmezler diye korktum. Mazallah içip de kusan olur kendimi bir ömür suçlarım. Beni içen pişman olacağı birşey yapar diye korktum. Korka korka dünyanın en büyük hümanisti oldum abi. Hitler'e , hatta himmler 'e o pis satıciya,bile laf söyleyemedim. İnsancık ya dedim. O da savrulmuş işte bu dünyaya. Kimse sormamış ki gitmek ister misin. Bazıları sert poyrazlarla savrulmuş, bazıları ılık meltemle inmiş. Ama hepsi de aynı bataklığa düşmüş sonunda. Acı çekmişler hep. Kimse de anlatamamış bu acıyı. Çünkü hiçbir acı, en derinlerinden tut parmağında meyve bıçağının bıraktığı kuçücük kesiğin hissettirdigine kadar , hiçbiri tarif edilemez. Diyordu ya aşağıda en izbandutlarını seçiyorum diye, evet onlar da taşıyamaz bu yükü. Acı sadece tecrübe edilebilir. O yüzden ölüm hakkında söylenen, yazılan ve gösterilen her şey anlamsizdır. Çünkü kalanlarin ağzındandır. Ayrıca herkesin acı eşiği de farklıdır. Birebir aynı şartlarda aynı acıyı yaşasan bile, karşındakini yine de anlayamazsın. Sadece bir şekilde ; eğer o olursan. İşte sadece o zaman anlarsin. Ama şemsini bulmak sadece mevlanalara nasip olur. Aşk ile çok dönmen gerek,. "

Tekel cin tam da bunları anlatırken istemsizce biraz gülümsedim. Ama cin görmedi bu hareketimi. Zaten görseydi çok kırılırdı bana, bir daha da konuşmazdı. Bir de böyle atarlı pezevenk. Ama beylik laflardı bu dedikleri. Uzun süre şişede kalmış birinin zırvaları, Şişe-zırva sendromu... Ama gülümsememin altında başka bir şey de vardı. Çünkü bir kere hissetmiştim anlattığı şeyi. O olmuştum , o da ben. Ama o zamanlar çok küçüktüm, bir de sarhoştum, hatırlamıyorum.

Cin mütemadiyen sızlanmaya , insanlar hakkındaki hayıflanmalarına devam ediyordu. Güzel örnekler veriyor seni daha çok içine çekiyordu. Ona acımanı istiyordu ve bu işten bile değildi. Ben bağışıklığımı 7 yaşındayken kazanmıştım ama böyle şeylere. Değişik bir aşıyla hem de... Sağlık ocaklarının dağıtmadığı cinsten, ilkokula gelen sağlık memuru aynı pamuğu kullanarak bütün sınıf mevcuduna falan vuramazdı öyle. Ama yine de, bütün o aşının etkilerine rağmen , acıdım Cin e. Acımak istedim çünkü. "Yürü lan!" dedim en sevimli halimle. " Noldu abi, nereye ?" dedi. "Bir gezip gelelim, hem tedbil-i mekanda ferahlık vardır" Hiç itiraz etmedi. Hemen düştü peşime. Sonunda o şişesinden kurtuldu, yerine de ben çöreklendim hemen. "Güzel şişeymiş lan," dedim." Hem iyi ışık alıyo."

Geçen Gün Yine Ölüyorum...



bu dizeleri yazan bir adam dahi terkedilmiş. bravo hayat.

2 Aralık 2011 Cuma

EKLEMBACAKLILAR MAHKEMESİ

"Duvar, yastığın üzerine konmuş kara sineği seyrediyordu. Yastık, -cansız varlık olduğundan mıdır bilinmez- sinekten rahatsız olmuşa benzemiyordu. Üzerindeki kılıf eskimiş olmasına rağmen temizdi. İşte bu temizliği lekeleyen küçük pislik, duvarın midesini bulandırmaya yetti. Pütürlü yüzü bir anda buz kesti, soğuk soğuk terlemeye başladı.

Şaşkın şaşkın, duvarın sarı teninden yere akan tere bakan sinek: “Ne oldu, neyin var?” diye sordu ürkekçe.

Öfkeyle cevapladı duvar:

-Neyim mi var? Neyim mi var? Midemi bulandırıyorsun küçük pislik. Serseri gibi dolaşıp, konduğun her yere pislemen beni hasta ediyor.

- Ama... ama ben... ne yapabilirim ki? Öyle aylarca kımıldamadan durmamı beklemiyorsun herhalde?

“Ne yapabilirim ha? Beyninin vücudunla doğru orantılı olması ne büyük talihsizlik, dur bakalım düşünelim, ne yapabilirsin? Hah buldum, defolup gidebilirsin.

- Ne?

- Duydun işte defol diyorum. Murdar bedenine daha fazla tahammül edemem.

- Kendimi bildim bileli buradayım. Nereye gidebilirim? Yol bilmem, iz bilmem

- Eğreti cümlelerin tebessüm etmemi sağlasa da, diyaloğun yersiz yere uzaması hastalığımı azdırıyor. Bak her yer terimden sırılsıklam oldu. Canım parkeler kabaracak; ama beyefendinin umurunda mı, yol-iz bilmezmiş. Dışarıdaki sineklerin hepsinin kıçında navigasyon cihazı takılı sanki? Defol diyorum def-ol, buraya ait değilsin.

Çaresizlik... Yapacağınız hiçbir şeyin olmaması.. Bugüne kadar, kimse nereye ait olduğunu söylememişti küçük kara sineğe. Sinek de bir an olsun düşünmemişti oraya ait olup olmadığını, hem bu aidiyet duygusu da neyin nesiydi. Yaşamak için, bir yere bir şeye ait olmak mı lazımdı illa.

Sesini çıkarmadı, sadece nasıl gidebilirim diye sordu.

Duvar, sorudan memnun; ama umursamaz bir ses tonuyla

- Tam karşındaki kapı yardımcı olacaktır sana....

Küçük kara sinek, daha duvar sözünü bitirmeden; kapının koluna kondu ve “gitmek istiyorum açılır mısın?” dedi.

Kapı, kilitli olduğunu lakin üzerindeki anahtarın onu açabilecek kudrete sahip olduğunu söyledi.

Sinek altı bacağından birini kafasına koyup düşündü. Ne tuhaf şeydi şu yaşam. Koskoca kapıyı açma kudreti, küçücük anahtara verilmişti. Düşünmek... Olur olmaz yerde, olur olmaz şeyler üstüne... Neden böyle olur hep? Yapılması gereken onca iş varken önemsiz ayrıntılara takılır bir tarafımız. Ve her seferinde öbür yanımız ”Bırak şimdi bunu, yapılacak onca iş varken sırası mı? ” diye uyarır onu. Yaşam boyu sürüp giden bu iç çekişmeden kim galip çıkar sonunda? Küçük kara sinek öbür yanının baskısına dayanamadı, -ne de olsa mendebur duvardan bir an önce kurtulmalıydı- anahtara, kapının açılması için yardımına ihtiyacı olduğunu söyledi.
Anahtar, kendi etrafında bir kere döndükten sonra “şimdi kapı açılabilir” dedi.

Bu dönüş o kadar hoşuna gitmişti ki, bir daha dönmesi için yalvardı. Anahtar, sadece ters yöne dönmesinin mümkün olduğunu, isterse bunu yapabileceğini anlattı. Sinek bunun onu çok mutlu edeceğini söyledikten sonra anahtar bir kez daha döndü. Muhteşem nümayiş karşısında gözleri kamaşan Küçük kara sinek teşekkür edip, kapıya yöneldi.

-Açılabilir misin?

Tok sesli kapı bağırdı: “Ahmak herif, ben hala kilitliyim”

Az şaşkın, daha çok memnuniyetsiz küçük kara sinek, anahtara seslendi,

-Duydun mu? Kapı hala kilitliymiş.

-İlk döndüğümde kilit açılmıştı, ama ikinci kez dönerek kapıyı tekrar kilitledim.

Sinek hevesle bir kez daha dönüp dönemeyeceğini sordu.

Anahtar, bezgin gözlerini sineğe çevirdi ve “Hayır” dedi. “Maalesef şansını kaybettin”

- Saçma, alt tarafı bir kez daha döneceksin, ne çıkar bundan?

Anahtar oralı olmadı. Sinek de vızıldanarak uzaklaştı oradan.

Olanı biteni usulca seyreden duvara dönüp, “görüyorsun işte, kapı gitmeme izin vermedi” diyen sinek, duvarın sözleri karşında ürperdi.

-Meraklanma küçük pislik, gitmek istiyorsan her zaman bir yol daha vardır, zaten senin gibiler için ideal çıkış kapı değil, baca deliğidir. Hem kimseden izin almana da gerek yok.

-BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU- "

i.p

29 Kasım 2011 Salı

Bir Sokak Köpeğinin İzdüşümleri

Otogardan eve yürürken ne erişkin ne yavru, alabildiğine kirli bir köpek takıldı peşime... Acıktığını düşünüp 1-2 kraker attım önüne... Vicdanımı rahatlatmak ama daha çok gecenin ayazında peşimde dolaşmasından kurtulmak ümidiyle... Şöyle bir kokladı tekinin bile tadına bakmadan yoluna devam etti... Durdum durdu. Karşıya geçtim. Geçti. Sağa döndüm. Döndü. Evin önüne vardığımda poşettiki kekin kokusunu aldığını düşünerek çıkartıp koydum önüne. Kokladı. Yine ağzına sürmedi. Bu sefer kızdım.”Şu etrafına bir bak onca köpek açlıktan sürünürken sen yemek beğenmiyorsun Yaptığın nankörlüğün daniskası ...... git” deyip kovaladım. Zile bastım. Kapı açıldı. Girdim içeri. Kapattım kapıyı. Merdivenlerden çıkarken patileri kapının demir parmaklıklarını tırmalayan köpeğin ağlama sesi kulaklarımdaydı. Ne istiyordu bu köpek?

Bayramın son günü babannemdeydim sağdan soldan laflarken “Memuriyetten istifa ettiğini kimseye söylemedim” dedi “Ne yapıyor” dediklerinde “Ne yapsın Çalışıyor.” Diyormuş. Niye dedim. “Aman millet başlar şimdi söylenmeye “Bunca insan İşsizlikten kırılırken senin şu torunun yaptığı düpedüz nankörlük” diye”

"Dün gece uyuyamadım. Babannem geldi aklıma... Sosyal statüm onu kaygılandırıyordu. Hele günümüz koşullarında iyi denilebilecek bir işi bırakmış olmam bir türlü aklına yatmıyordu. Bana olan sevgisinden bir an olsun kuşku duymadım. Dünyada seni seven tek insan var deseler; hiç düşünmeden “Babannemdir” derim. Lakin biliyorum ki için için kızıyor bana... Peki ne yaptım ben?

Bu sabah sokak köpeği düştü aklıma... Kimbilir daha önce kimlerin peşine takılmıştı? Kimlerin önüne attığı kemiklerle yetinmemişti? Başka kimler hor görüp aşağılayıp “Daha ne istiyorsun altı üstü itin tekisin” deyip kovalamışlardı? Kaç kapı suratına kapanmıştı? Kaç tanesi daha kapancaktı? Ne farkı vardı diğer itlerden? Neyin peşindeydi? Niye yetinmiyordu önüne atılanlarla... Şu koskoca dünyada bir it neyi değiştirebilirdi ki? Bu yaptığı kendisine acı çektirmekten öteye gitmiyordu. Oysa diğerleri gibi o da kabul etseydi, itilip kakılmalara aldırmadan gayri safi kemik sayısından payına düşeni maksimize etmeye çalışsaydı; daha pragmatik olmazmıydı? Ama yapmıyordu işte. Bir türlü aklım ermedi. Ne istiyordu bu it! "

i.p.

Kelimeler

"Matbaada ruhlarını kazanmadıkça anlamlı bulmuyorum kelimeleri. Kağıt kokusu olmayınca suni geliyor harfler bana... Bedenleri olduğunu inkar edemem. Lakin ruhsuzlar... Böyle oluncada çürüyüp gidiyorlar.

Bloglar yapaylaştırıyor sözcükleri. Hissizleştiriyor. Acımasızlaştırıyor. Yepyeni anlamlar yüklüyor her birine... Ve ben her anlamaya çalıştığımda şekil değiştiriyorlar. Kandırılıyorum... Belki de yeterince saygı göstermiyorum onlara. Pek de önemli değillermiş gibi üstünkörü okuyup geçiyorum. Bir yazar için tehlikeli değil mi sizce? Durun hemen kendimi bi halt sandığım yok... Lakin düşünmeden edemiyorum Dostoyevski, Steinbeck, Dickens blog yazsaydı ne olurdu? Raskolnikov ile bilgisayar ekranlarında tanışsaydık; yine de öldürür müydü o tefeci kadını...

Anlaşılır olmaya çalıştıkça bayağılaştığımın farkındayım. Kızmayın lütfen. Hepsi bu yapay sözcükler yüzünden. Kocaman kocaman anlamlar yüklüyorum üstlerine. Kaldıramıyorlar. Kalıbının adamı değiller. Bilhassa İzbandut gibi olanları seçiyorum. Yine de olmuyor. Ufak bi esintide savruluyorlar etrafa... Devasa bir balon gibi... Bir muzır çıkıp iğneyi batırıyor. Pufff... Yok olup gidiyorlar..."

i.p

Ben.

"
Az önce 7-8 sene evvelki beni çağırdım... Utana sıkıla geldi... Öylesine mahcup ki ne söylesem kırılacak... Havadan sudan konuştuk ... Memnun musun dedim gelecekteki hayatından... Ne dese beğenirsiniz... “Nasıl bilebilirim ki bir gün bile yaşamadım geleceğe dair. Sana sormak lazım” Gülümsedim... “Sahi ne iş yapıyorsun” Kem küm ettim. “Çalışmıyorsun değil mi?” Ya evet ama deyip sebebini söylerken susturdu. “Bana beni anlatma” Yine güldüm. Bu sefer küçümser bir edayla... Ne biliyorsun ki hakkımda? Sanıyor musun ki ben hala senim... Sustu... “Beni özlüyor musun?” diye sordu utanarak. Pek değil dedim... Alındı... Biliyorum çok mahcup... Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyor... Acıdım. Yardım etmek istedim... Kabul etmedi. Hani böyleleride pek gururlu oluyor... Lafı hikayeye getirdim... Söylesene niye yazmıştın bunu? Ne anlatmak istemiştin? Bu kadar bayağı olmaya ne itmişti seni ? “Kelimelerle aram senin kadar iyi değil” dedi... Hoşuma gitti... Üstünlüğümü kabul ettirmiştim... Yüzümdeki aşağılayıcı tebessümü fark etti. O an yanıldığımı anladım. Nasıl olmuştu da yenilgiyi bu kadar kolay kabulleneceği gafletine düşmüştüm. Düştüğüm çetrefilli durumu fark ederek vurucu darbeyi indirdi... “Lakin sende olmayan bir şeye sahibim.” Kızdım ama belli etmemeye çalıştım. Bende olmayan neye sahip olabilirdi ki... İçimi kemiren meraka yenik düştüm... Pek üstünde durmaya değmezmişte lütfedip soruyormuşçasına bir tavır takınarak “Çok merak ettim kuzum bende olmayıp sende olan ne acaba” dedim. Öyle bir güldü ki... Oracıkta öldürmek istedim onu... Sinirden avucuma geçirdiğim tırnaklarımın arasından süzülen kana bakarken yok oldu ortalıktan. Bağırdım “Saygısız herif. Buraya gel çabuk.... Bende olmayıp sende olan ne var? Korkak it... Hep böyleydin zaten. Sıkışınca kaçıp giderdin. Sinsi köpek. Bir de utanmadan soruyor beni özlüyor musun diye... Zerre kadar özlemiyorum seni... Bir daha gelme... Defooollll...” Daha neler söyledim garibanın ardından lakin tek yanıt alamadım... O kadar ağır konuştum ki; bundan sonra çağırsam da gelmez. Beni zihnimi kemiren bu kurtçukla baş başa bıraktı ya... Alacağı olsun... Biliyorsanız siz söyleyin ne olur... Bende olmayıp onda olan ne var? "

i.p.

16 Ekim 2011 Pazar

.

Wolfgang Amadeus Mozart-Requiem
58 dk bu dünyadan ayrilmak için

28 Eylül 2011 Çarşamba

ne güzel şeysin sen yaşın 19

türk filmlerini, özellıkle 2000 sonrası iyi gerçekçi türk filmlerini çok sevdiğimi farkettim.acaba gerçekliğe yavaş yavaş alışıyor muyum yoksa büyüdüğüm için mi oldu. galiba ikincisi. artık bu dünyadan kaçmak için değil sadece keyif için izliyorum kurgu filmeri. asıl beni içine çeken filmler ilk cümlede bahsettiklerim oluyor. bunu ben de hissetmiştim geyiğine girmeyeyim diyorum ama... bi kaç film ismi vericem, çoğu zaten popüler; uzak,türev,dokuz,çoğunluk,yazgı,kader,pandora nın kutusu, sonbahar , duvara karşı, vavien ,gölgesizler ilk aklıma gelenler. izleyin izlettirin.ya da boşverin


b arada başlıktaki şarkı hoşuma gitti bayağı. mfö sağolsun

5 Şubat 2011 Cumartesi

If

What if there was no time?
And no reason or rhyme?

Fiyatlar yine tuzlu, çok iyi filmler yine var, ama bu çok iyi filmler -büyük çoğunlukla- yine vizyon görecek filmler. Onun dışındaki filmler sanki 'keşif' ten ziyade 'mayınlı bölge' gibi. Biletler 7'sine kadar ön satışta %10 indirimli. Detaylar da şurada ve şurada.

4 Şubat 2011 Cuma

Bat Dünya Bat-2

Burada sadece yerliler yoktu tabi. Kendisi gibi başka hak sahipleri de vardı. Onlar da aynı sebeplerle aynı kağıtlarla buraya yollanmışlardı. Fakat durumları birbirlerinden farklıydı. Kimisi yaşadığı hayattan memnundu ve burayı benimsemişti. Burayı bir basamak olarak görenler, burayı değerlendirenler de vardı. Kimisi de uyandığı her gün şikayet ediyor, her yeni güne küfürle başlıyordu.

Bir de onun gibiler vardı. Onun gibilerin en önemli özellikleri kararsızlıklarıydı. Ne burayı çok seviyor, ne de nefret ediyordu. Bazen burada geçireceği yılları değerlendirip, daha iyi bir yolculuğa daha kutlu bir "hakediş" e ulaşmak istiyor fakat kendisinde bu kararlılığı ve özveriyi bir türlü bulamıyordu.

Kendisinin hangi türe gireceğini seçemedi. Ama buradaki ilk yılında kurduğu o derme çatma baraka onun kaderini şekillendirdi. Çünkü burada geçirdiği bütün yıllar boyunca o "geçici" mekan, geçici adını koruyacak fakat o orayı hiç terketmeyecekti. Önce o barakada yaşayan bir insana, sonra da barakanın ta kendisine dönüşene kadar bu böyle devam edecek, sona yaklaştığında ise o barakaya öyle bir bağlanacaktı ki ; ondan ölesiye nefret etmesine rağmen ona gelebilecek en ufak bir zararı düşünmesi bile onu çıldırtacaktı.
Fakat önce Oblomov la tanışması gerekiyordu...

Bat Dünya Bat-1

2 Şubat 2011 Çarşamba

Bat Dünya Bat-1

Buraya ilk geldiğinde her şey onun için çok net ve berraktı. Burada yeni bir dünya kuracak, seçtiği bu yolu anlamlandıracaktı. Çok uzun ve zorlu bir yoldu geliş yolu. Yorulmuştu. Dinlenmesi gerekiyordu. O yüzden hemen çalışmaya başlamadı. Yerlilerle biraz zaman geçirip dillerini öğrenmek istiyordu. Fakat kalacak bir yere ihtiyacı vardı. Kendine geçici bir baraka yaptı. Derme çatma… Nasıl olsa geçiciydi o yüzden çok uğraşmadı bu iş için. Fakat bu, tembelliğinin ve ataletinin başlangıcı oldu. Burada geçireceği yılların ve umutlarının da sonu.
Önce yerlileri küçümsedi. Dilleri çok zor değildi. Kolay öğrendi. Ama bu küçümseme üstündeki ataleti daha da artırdı. Kendisinin her şeyi,ama her şeyi, kendisi istediği sürece başarabileceğine inanıyordu. Tıpkı “Düşüş” teki Jean Baptiste Clamence gibi, eğer eğitimini alırsa en iyi tenis oyuncularını bile yenebileceğini, hatta daha da ileri giderek istediği her enstrümanı çalabileceğini düşünüyordu. Fakat o zamanlar henüz Camus yla tanışmamıştı. Olric de yoktu hayatında. Sadece elinde bir belge ve boş umutları vardı. “Burası senin” “Hak ettin” demişlerdi. O da gerçekten hak ettiğini sanmış ve bu hak edişin değerli olduğunu düşünmüştü. Hatta her şeyden daha değerli…

31 Ocak 2011 Pazartesi

İçki ve Seks


Detaylar filan, komple müthiş.

19 Ocak 2011 Çarşamba

L'estaque Under Snow



Paul Cézanne, 1870

Google uyardı, Paul Cezanne'ın 172. doğum günüymüş. Başka eserleri koyma niyetindeydim ama orijinaline yakın renkte çalışma bulamadım. Bu da -sanırım özel koleksiyon parçası olduğu için- çok yakın renklerde sayılmaz ama nispeten iyi gibi.