21 Nisan 2009 Salı

Festivalden Notlar-5



Festivalin son gününü süpriz film kategorisinde olan ve çok büyük bir hevesle biletini aldığım, yabancı film dalında da büyük süprizle oscarı kapmış Okuribito'yla açtım. 13:30'da Emek Sineması'ndaki gösterimin az da olsa boş kalması hem şaşırttı hem üzdü açıkçası beni. Baş karakterimiz bir çello müzisyeni. Tokyo'da işler pek istediği gibi gitmeyince ayakta kalabilmek için geride bıraktığı memleketine dönmek durumunda kalıyor. Burada tamamen bir tesadüf eseri edindiği yeni işi olan tabutçuluğun hayatında yarattığı etki ve bu sayede yaşadığı değişimleri konu alıyor film.



Film ölümü büyük bir naiflik ve özenle işlemiş. Tabutlama işi bizim geleneklerimizde yer almadığından ötürü de farklı bir deneyim. Japon kültüründe pek hoş karşılanmayan hatta önemli bir tabu olan bu tabutlama işi çok sade ve dingin bir güzellikle aktarılmış. Önemli bir Japon kültürü olan bu tabutlama merasimini daha verimli çekebilmek adına yönetmen Yojiro Takita birçok tabut merasimine katılmış, hakkını verdiğini de söylemek gerek. Genel anlamda ise filmin Japon kültürü hakkında önemli bir kaynak olduğu söylenemez. O açıdan izlerken sıkıntı ya da şaşkınlık yaratacak bir sahne de yok filmde. Bir yere ve bir şeylere aitlik hissi ve ebeveyn ilişkileri hakkında da etkileyici şeyler söyleyen filmin en muazzam yanlarından biri de enfes müzikleri. Karakterimiz bir çello müzisyeni olduğundan muazzam klasik müzik eserleri var filmde. Filmin müziklerini yapan Joe Hisaishi'yi her ne kadar daha evvel yakından tanımıyor olsam da bu filmden sonra daha önceki işlerini derin derin incelemek farz oldu. Film genel anlamda müthiş bir estetik üzerine kurulu ve en sıradan sahnelerde bile -ki yer yer daha kısa olabilirdi bunlar- bu estetik çekimleri, naif anlatımı ve bahsettiğim harika müzikleriyle ilgiyi hiç yitirmiyor. Finalinde de film boyunca uyandırdığı beğeniyi havada bırakmıyor ve etkileyici bir sonla kapanıyor. Genel anlamda, çok beğendiğim harika bir dramaydı diyebilirim.


Okuribito'dan sonra Küçük Beyoğlu'na çıkıp 1 dakikalık yürüyüşün ardından aynı salona girmek biraz garip oldu işin aslı. Saat 16.00'da festivalin benim için son filmi olan Un Conte de Noel, Bir Noel Masalı'ndaydım. Film hakkında anlatacak çok şey var aslında. Gayet hızlı akmasına rağmen 2,5 saat sürüyor. Epey enteresan bir ailenin hikayesi. Birbiriyle çok karmaşık ilişkileri olan ve büyük ölçüde de dağılmış denebilecek bir ailenin annelerinin kansere yakalanması ve ilik nakline ihtiyaç duymasıyla birlikte noelde yeniden bir araya gelişleri ve bu buluşmada yaşananları konu alan film fransız sineması üslup ve akıcılığına fazlasıyla sahip. Konusu itibariyle ağır bir drama olabilecek filmi yönetmen Arnaud Desplechin açık tonları ve aydınlık planları daha yoğun kullanmasıyla ve esprili anlatımıyla yumuşatmayı tercih etmiş.


Oyuncuların her biri rollerinde iyi olsalar da Mathieu Amalric'i ayrı beğendiğimi söylemem şart, harika oynamış. Ünlü aktris Catherine Deneuve'nin de filme ve rolüne kattığı asalet ve duruşa hayran kalmamak elde değil. Tüm yoğun anlatımı ve bir ölçüde esas konusunu dağıtmasına rağmen sonu itibariyle yönetmen filmine sadık kalmış ve başladığı çizginin son noktasını da koymuş. Yine de birçok konunun havada kaldığını söylenebilir ve filmin en büyük eksikliği de bu bana kalırsa. Cannes'da da gösterilmiş olan film orada da çok beğenilmiş ve nitekim özel ödül almış. Festivali kapatmak açısından fena bir seçim yapmamış olduğumu söyleyebilirim. Herkesin ilgisini çekmeyecek olabilecekse de -salonun yarısı boşaldı - rahatlıkla beğendim diyebilirim.


Neticede İstanbul Film Festivali'ni de geride bıraktık. Önümüzdeki yıl da yine güzel filmler gösterilir umarım, biz de seyretmeye doyamayız. Katılmış olan herkes umarım iyi vakit geçirmiştir ve seneye de aynı tadı yakalama şansı bulur.

Not: Bir ihtimal üşenmezsem genel bir değerlendirme de yapabilirim festival için. Türk insanının festivalle imtihanı babında çok eleştiriler yapıldı festival boyunca malum. Bakalım.

Hiç yorum yok: