türk filmlerini, özellıkle 2000 sonrası iyi gerçekçi türk filmlerini çok sevdiğimi farkettim.acaba gerçekliğe yavaş yavaş alışıyor muyum yoksa büyüdüğüm için mi oldu. galiba ikincisi. artık bu dünyadan kaçmak için değil sadece keyif için izliyorum kurgu filmeri. asıl beni içine çeken filmler ilk cümlede bahsettiklerim oluyor. bunu ben de hissetmiştim geyiğine girmeyeyim diyorum ama... bi kaç film ismi vericem, çoğu zaten popüler; uzak,türev,dokuz,çoğunluk,yazgı,kader,pandora nın kutusu, sonbahar , duvara karşı, vavien ,gölgesizler ilk aklıma gelenler. izleyin izlettirin.ya da boşverin
b arada başlıktaki şarkı hoşuma gitti bayağı. mfö sağolsun
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
28 Eylül 2011 Çarşamba
5 Şubat 2011 Cumartesi
18 Aralık 2010 Cumartesi
3 Aralık 2010 Cuma
American Gangster

70'lerde Amerika'daki, özellikte New York-Harlem'deki suç örgütlerini anlatan güzel bir film American Gangster. Denzel Washington filmde Harlem'in en büyük suç örgütünün liderinin şoförüni canlandırıyor. Patron ölünce ondan öğrendikleriyle ondan daha büyük bir suç örgütü kuruyor Frank Lucas rolündeki Denzel Washington. Bu örgütü kurma bölümleri fazlasıyla Godfather'ı anımsatıyor, tabii gerçek bir hikayeden esinlenmesi sebebiyle araklama gibi bir düşünceye kapılmayalım. Örgütünü ailesinin çevresinde kurması, hiçbir zaman şatafatlı bir imaj çizmemesi, normal hayatında suçla ilişkisi olmayan insanlarla vakit geçirmeleri vs. Frank Lucas bu konuda adeta ders veriyor diyebiliriz. Hele bir de bir "my man" deyişi var ki...

Filmin diğer başrol oyuncusu Russell Crowe da hikayede tam anlamıyla Memoli. Tek başına yaşayan, New York'taki polislerin çoğunun aksine rüşvet almayan, kara para aklamayan namus timsali bir dedektif. Zaten bu ilkeleri ve prensipleri sayesinde bu şebekeyi çökertme görevi onun oluyor. Film özellikle hikayenin oluşturulması kısmında biraz sıkıcı gelebilir fakat, suç alanında yapılmış en güzel filmlerden biri. Müzikleri ve atmosferi de gayet etkileyici. Bu düşüncelerim de 18 dakika fazlası olan extended versiyonla izlememin de etkisi olabilir fakat girişteki sıkıcı bölümleri atlattığınızda çok daha fazlası sizi bekliyor olucak.
15 Kasım 2010 Pazartesi
İki Film Arasındaki 7 Farkı Bulun!

Dikkat! Birazdan okuyacağınız yazı çok uzun ve yer yer kopuk metinler içermektedir. Yazıdan sıkılma olasılığınız 1 e çok yakındır. O yüzden " özet geç piç " demeniz tavsiye edilmese de yerinde olacaktır. Okumayı içselleştirememiş olan fakat sağda solda bulunduğu ortamı etkileyebilmek için yazılardan bir kaç şey satmak ve prim yapmak isteyen okuyucularımız! lütfen son paragrafa ininiz.Saygılar.
İki çeşit yönetmen vardır. Birincisi bir filmi görüp çok beğenen ve o yönetmen gibi filmler çekmek isteyen. İkincisi ise piyasada bu kadar kötü filmin nasıl barınabildiğine şaşırıp daha iyisini çekebileceğini düşünerek bu işe giren. Galiba New York'ta 5 Minare yi izleyen bir çok olası yönetmen adayı sektöre ikinci tür olarak giriş yapmak isteyecektir.
Beş Minare ye geçmeden önce başka bir filmden Çoğunluk tan bahsetmek istiyorum. Yönetmeni Seren Yüce bu işin "mutfağından" derler ya gerçekten de oralardan basamak basamak gelmiş. Bence oralarda kazandığı en önemli tecrübe bir filmin iyi olması için şatafatlı olmasına hiç mi hiç gerek olmadığı düşüncesi. Çünkü bu düşünceyi Çoğunluk'a çok belirgin ve iyi bir şekilde yansıtmış ve sonuç olarak ortaya iyi bir film çıkmış. Film anlatmak istediği ana düşünceyi olabildiğince saklıyor. Bu da benim filmlerde en sevdiğim ve aradığım özelliklerden biridir. Özellikle gerçekten anlatmak istediği bir konu olan yönetmenlerden izleyici salak yerine koymamalarını beklerim. O yüzden yönetmen, ana düşünceyi kendine has bir metodla sunmalı. İşte Seren Yüce nin bu filmde başvurduğu metod : Tekrarlar olmuş. Bazı sahneleri belki 6-7 kere kullanmış. Film anında bunlar sizi rahatsız edebilir ve filmin temposunu düşürdüğünü düşünebilirsiniz. Fakat filmden çıktıktan sonra, özellikle son sahneden sonra ne kadar etkili bir yöntem olduğunu anlıyorsunuz. İşte Çoğunluk filmi bu gibi özellikleri nedeniyle New York'ta Beş Minare ile taban tabana zıt bir film.

Tamam anlattıkları konular epey farklı (aslında bir iki ortak noktası da var ya neyse) Benim asıl değinmek istediğim nokta yönetmenlik becerileri ve kurgu olacak. Çoğunluk'taki sahneler ne kadar sade ve ne kadar basit mekanlarda çekilmişse Beş Minare de bir o kadar şatafatlı ve gösterişli mekanlar ve teknikler kullanılmış.
Bütün önyargılarımı saklayarak ve önceki iki filmin eleştirilerinden dersler çıkaracağını umarak gittiğim Beş Minare nin beni en çok hayal kırıklığına uğratan kısmı ise kurgusu oldu. Fakat sağda solda okuduğum insanlar "müthiş kurgu müthiş akıcı" gibi ifadeler kullanınca acaba benim atladığım noktalar mı oldu diye filmi tekrar kafamda bir gözden geçirdim.Ve inanılmaz bir şekilde, filmin (benim tahminimce) en büyük para harcanan bölümü olan girişteki çatışma sahnesini tamamıyle unutmuşum! Evet filme belki 2-3 milyon harcayarak bir sahne koyuyorsun ve giriş sahnesi yapıyorsun ve izleyici bunu unutuyor!O senin dangalaklığın da diyebilirsiniz ama emin olun öyle değil ,keşke öyle olsaydı.İşte böyle bir kurgu var filmde.
Hele ki anlatmak istediği konular... Gerçekten bir şeyler anlatmak istemiş fakat bu düşünceleri öyle bir vermiş ki sanki 5 tane mini dizi hatta trt belgeseli izlemiş gibi hissettim kendimi. Sabah programlarında çocuğa anlatır gibi tane tane. "Bak bu adamlar eeh, bunlar cici" "Bak bir de böyle düşünceler böyle insanlar var, ama bunların konumuzla bir ilgisi yok!" Mahsun gerçekten de bu işi kıvıramıyor. Yani film bittikten sonra hiç baştan sona oturup izlememiş gibi. Çoğunluk'ta ise işte bu olayın tam tersini görmekteyiz.Biri insanın gözünü çıkarıyor, diğeri gözünü açıyor.
Ayrıca Amerika'da çekilen sahnelerin filmle ne ilgisi olduğunu anlayabilen beri gelsin.Yani "Bak biz büyüdük Amerikalarda bile film çekebiliyoruz, oluyo yani parayı verince!" demek içinse eyvallah! Ama filmde anlatmak istediğin birşeyi anlatmak istemişssen olmamış, yapamamışsın, kalsiyumu potasyumu eksik. " Acaba okyanus ötesinden birilerini mi anlatmak istiyor onu mu eleştiriyor ya da onu mu övüyor " demek istiyoruz ama diyemiyoruz. Çünkü elimizde hiç bir şey yok. (sadece saç şekli var :)

Filmin konusundan bahsetmek de istemiyorum ama radikal islami terörist bir grubun liderine bir kaç dini bilgi verererk başını öne eğdirten, bu terör örgütlerinin arkasındaki büyük silah pazarını ve bütün bir siyasi konjünktörü göz ardı etmemizi sağlayan ve sanki her şeyin bu kadar basit şeyleri bilmemekten kaynaklandığını ve cahillik olmasa herkes kardeş kardeş oynar ki gibi bir düşünceyi çocuk oyunu gibi anlatan Haluk Bilginer abimizin canlandırdığı Hacı karakterine ve bu sahneyi yazan ve yöneten "Lo Lo Mahsun" a teşekkürü bir borç bilirim.
Bir de işin oyunculuk kısmı var ki zaten eğreti Mahsun un yanında bir de Mustafa sandal'ı sanki kendisi hiç Mustafa Sandal olmamış hiç " bize gidelim beyler" hayatı yaşamamış gibi görmek hem garip oluyor hem komik oluyor.
Eleştirmediğim , itin götüne sokmadığım bir-iki yer kalmıştı o da görüntüleri ve filmin ismi. Onları da iki dakkada halledivereyim hemen. Görüntü konusunda Mahsun a pay çıkarmak ancak maddi bazda olabilir. Bastırmış parayı getirmiş adamı.Görüntü yönetmeni John de Borman ' a sevgiler.Filmin ismi ise en gereksiz ve izleyici en çok kandıran şey galiba. Bunu söyleyince büyüsü kaçıcak ama Mahsun ve Haluk Bilginer'in oynadığı karakterler Bitlis li. O yüzden filmin ismi beş minare. Başka da hiç bir geyiği metaforu cartı curtu yok.

Yani anlayacağınız kopuk,anlatmak istediğini komik ve göze batan bir şekilde anlatan, Amerika ve silah sahnelerine ve Amerikalı aktör kardeşlerimize gereksiz yere para akıtan,reklamı bol,kendisi dar,gömleği geniş bir filmle karşı karşıyayız. Sakın para falan vermeyin. İlla izlemek istiyorsanız , ya da kötü filme bir ölçüt arıyorsanız interneti bekleyin hatta DC ye bi düşssün ben size ulaştırırım.
Not: Zaten filmin kötü olduğunu Taha Akyol un milliyetteki yazısını okuyanlar hemen anlayacaktır. Zira kendileri beğenmiş! E daha fazla yoruma mahal vermiyor zat-ı alileri.
5 Kasım 2010 Cuma
November 5
25 Ekim 2010 Pazartesi
Pala Remzi

Pala dedik yanlış anlaşılmasın, Danny Trejo'nun bıyıkları değil bahsettiğimiz pala. Filmde Danny Trejo'nun kullandığı aletler ve bundan dolayı kendisine yakıştırılan isim Machete (Pala). Esasında tam olarak bu anlama gelmiyormuş fakat Türkiye'deki çevirmenler sayesinde artık "Pala" olarak anılacak kendisi ve aletleri.
Robert Rodriguez filmde, Amerika-Meksika sınırında yaşayan Meksikalıların hikayelerinden yola çıkarak Amerikalıların politikası ve Meksikalılara olan bakış açılarıyla bir hayli dalga geçiyor. Robert de Niro Meksikalı düşmanı Texas valisi rolünde gayet başarılı. Zaten Danny Trejo bütün filmi tek başına taşıyabilecek bir karakter değil. Kendisine yardımcı olacak ve yükü hafifletecek oyuncular var neyse ki; Jessica Alba, Steven Segal, Michelle Rodriguez, Lindsay Lohan... Bi kere Steven Segal'i tekrar bir filmde görmek bile güzel bi nostalji kafası yapıyor. Tarantino ve Rodriguez'in bu tip kaybolup gitmiş yıldızlara yeniden hayat vermesi güzel bi yaklaşım. Daha önce de Kurt Russell'ı tekrar izlemiştik uzun yıllar sonra.
Rodriguez'in bir başka filmi Sin City'de Nancy Callahan rolüyle kalplerde çarpıntıya sebep olan Jessica Alba bu filmde bu görevi Michelle Rodriguez'e devretmiş. Zaten Lost, Avatar gibi daha önce yer aldığı yapımlardan kendisine bi sempati besliyorduk, bu filmde de hayranı olduk artık. Özellikle de filmin son kısmında ambulanstan bi iniş sahnesi var ki filmin rahatlıkla önüne geçebilir bu sahne. Bu film sırf Michelle Rodriguez için bile izlenir fakat Tarantino ve R. Rodriguez filmlerine karşı bi sempatiniz varsa Machete'yi de kaçırmayın.
15 Ekim 2010 Cuma
Jackie Earle Haley

Jackie Earle Haley, Watchmen'deki Rorschach karakterini canlandıran abimiz. Bu filmden sonra da şansı açıldı demek yanlış olmaz. Nightmare on Elm Street'te de yeni Freddy Kruger olarak rol almış ve gayet başarılı olmuştu. Zaten gerek ses tonu, gerekse yüz yapısı nedeniyle çirkin, psikopat tarzındaki roller için biçilmiş kaftan. Bundan sonra da başarıları devam edicektir. Şimdiden favorilerimiz arasına girdi bile.
Watchmen izlerken; en sevdiğim ve karizmanın sınırlarını yerle bir ettiği sahnede tekrar hatırladım abimizi.
Spoiler - Şehirdeki birçok suçlunun hapise girmesinde payı olan Rorschach bir gün hapise düşer. Yemek sırasında ondan intikam almak isteyen mahkumlardan birisine alaycı tavırlarla kendisine yaklaşır ve hamlesini yapar ama Rorschach karşılık verir. Daha sonra da mutfaktan kaptığı kızarmış yağı adamın suratına boşaltarak tüm mahkumlara gereken mesajı verir;
"None of you understand. I'm not locked up in here with you. You're locked up in here with me."
17 Eylül 2010 Cuma
Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-28

Şimdi burada haftanın filmi yazıyor ama "yılın filmi" falan da desek yalan olmaz herhalde.(kaç hafta geçmiş lan aradan?) Neyse gelenek bozulmasın: Bu haftanın filmi Motosiklet Günlükleri!
Politikayla ilgilenen ilgilenmeyen, küçük,büyük,ihtiyar,kızlar,delikanlılar ve sevimli çocuklar (oha kandemir konduk! s.kmişsin bilinçaltımı, ezberden okudum lan!) neyse hemen herkesin ismini en azından bir kez duyduğu bir kişiliktir : Che Guevera
İşte bu film de şimdiye kadar sayısısız t-shirt e malzeme olan,milyonlarca kişiyi etkilemiş Che Guevera'nın değil, tıp öğrencisi Ernesto nun hayatını anlatıyor.
Ernesto ve Biyokimyacı arkadaşı Alberto'nun kötü bir motosikletle yapacakları 8000 km lik Latin Amerika turunu konu alan enfes bir "yol" filmi Motosiklet Günlükleri. 1952 yılında geçen film aynı zamanda dönemin Latin Amerika'sına ayna tutuyor ve Ernesto'nun kendi iç yolculuğunu,siyasi görüşlerini nasıl kazandığını, kısaca nasıl "Che" olduğunu insanın gözüne sokmadan üstü kapalı bir biçimde anlatıyor. Filmin mizahi yönü de hem zekice hem de bu tarz dramaların keyfini artıracak cinsten.
Filmin bu kadar etkileyici olmasında Alberto rolünde izlediğimiz Rodrigo de la Serna 'nın ve tabi ki Ernesto rolündeki Gael Garcia Bernal'in muhteşem oyunculuklarının payı büyük. Zaten Garcia Bernal, her zaman izlenmesi keyifli bir oyuncu olmuştur.
Filmin bence bir diğer artısı da İspanyolca olması. Hem bölgenin dili olması hem de oyuncuların performansını artırması açısından önemli bir hamle .
Eğer benim gibi uzun bir yolculuktan gelip de bu filmi izlediyseniz filmin etkisi son derece sarsıcı ve uzun süreli olabilir.Film size "Yolda" olmanın,düşüncesinin bile, ne kadar etkileyici olduğunu anlatacak. Şimdiden iyi seyirler..
5 Mayıs 2010 Çarşamba
6 Mart 2010 Cumartesi
Ben Yazmazsam Olmaz: Oscar 2010

Oscar tahmini için epey geç kaldık.Evet bu noktadan sonra yapılacak tahminler için tüyo aldığımız bile düşünülebilir.(hoş hiç biri tutmayınca gerçek anlaşılacaktır) İşte belli başlı kategorilerde 2010 Oscar ları (bence tabi)
İlk olarak En İyi Film:
Bu sene 10 Aday var. İlk aşamada Up, Up In The Air, A Serious Man, Blind Side ve District 9 ı eleyerek adayları 5 e indiriyorum.
Up animasyon furyasında ne çeksek izliyolar diye hazırlanmış bir film değil fakat Oscar adaylığı:Orada durun sayın abim!
Up in The Air; ilginç bir konuyu ele almaya çalışmış gibi görünse de aslında alamamış. Daha doğrusu işin bir boyutunu gösterip asıl büyük resmi saklayan Holywood yapımlarından. Film maalesef belirli klişelerden kurtulamamış. O yüzden ilk elenenler arasında.
Blind Side ise; konusunun gerçek bir öyküye dayanıyor olması ilginç gelse de Holywood bu tarz kötü muhitten yetenekli saf çocuk ve ona yardım eden insanlar temasını milyon kez işledi. Buradaki tek fark ,yardım edenlerin üst sınıf bir beyaz hristiyan ailesi olmasıysa evet çok farklı!
District 9 ise gerçekten farklı bir konuyu ele alıyor: Uzaylılar! Yok bu konuda ciddiyim , çünkü ilk olarak gemi New York a ya da California ya gelmiyor. Johannesburger e Güney Afrika'ya inmesi bile işin boyutunu tamamen değiştiriyor. Ve uzaylılar Dünya yı işgal edip bizi esir almıyor, biz uzaylıları toplama kampına yerleştiriyoruz. Bütün bunlar gerçekten çok iyi de ah o sondaki Holywood hamaseti! Alamıyorsunuz di mi kendinizi o eski günlerinizden!
Gelelim The Hurt Locker'a. Neyin tantanası bu anlamadım. Irak savaşıyla ilgili vardı zaten daha iyi filmleriniz. In the Valley of Elah vardı mesela ne bileyim.Öncelikle filmde anlatılmak istenen ne? biri bana söylerse sevinicem gerçekten. Askerlerin duyguları desen; yetersiz. Bomba imha görüntüelri mi? Öğrendiğim kadarıyla kolpaymış.Yani ABD Irak'ta öyle şeyler yapmıyormuş.E film ne Amerikan Propagandası yapıyor ne Savaş Karşıtlığı. E o zaman niye çektin bu filmi sevgili Kathryn.?! Sırf eski kocana gıcıklık olsun diye mi? Eğer amacın sadece deneysellikse evet ulaşmışssın.
Gelelim eski kocasına ve asıl meselemize: And the Oscar goes to .. kısmı. The Basterds çok iyiydi. Kimileri beğenmedi burun kıvırdı falan ama gerçekten güçlü bir filmdi.Özellikle 3 farklı dil kullanılması filmi güçlü kılan etmenlerdendi. Fakat Akademi Tarantino ya bu onuru bir kez daha verir mi? Hiç beklemesin derim.Bu sene Oscar Avatar'a gider. Gitmeli de zaten.Evet film laçka oldu farkındayım.Fakat popülaritesi kalitesinin önüne geçse bile Akademi bunu göz ardı edecektir ve devrim denen bu sinema olayını mutlaka ödüllendirecektir diyorum. Yani cevabım Avatar.

Yönetmene gelirsek, çabuk geçicem burayı. Çünkü bir filmi iyi ya da kötü yapan bir çok etmen olsa da asıl olay ve pastanın en büyük dilimi yönetmene aittir. Bu da şu demek.En İyi Film = En İyi Yönetmen. Bence tabi. Tebrikler James Cameroon (Akademi de bunun farkında ki son 20 yılda sadece 4 kez En iyi film ve yönetmen ödülleri paralellik göstermemiş)
Gelelim oyunculara:
En İyi Yardımcı Erkek: Tartışmaya hiç yer bırakmayan performansıyla : Christoph Waltz. Bu sene en garanti tahmin kesinlikle odur.
En İyi Yardımcı Kadın: Up in The Air in 2 kadınının da alamayacağını düşünüyorum.Hoş Amrikanlar filme daha bir sempatiyle yaklaşabilirler sonuçta onların yaşam tarzına cuk oturan bir film.Ve o filmin oyuncuları da ödüllendirilebilirler.Ama bence yanlış olur. Penolepe desen daha geçen sene aldı, her sene her sene vermezler, Oscar o kadar da yağlı kapı değil. Mo'nique geçen sene olsa Obama şovla kesin alırdı Mo'nique ,bu sene de bence favori ,Maggie Gyllenhaal da plase.
En iyi Erkek: Jeremy Renner, Colin Firth, George Clooney: İyi performanslardı ama maalesef. Sizden birine verilemeyecek kadar değerli o ödül desem bana kırılmazsınız di mi? (Piuu, adamlar şimdi şurada olsa ne taraflarıyla güleceklerini bilemezlerdi şu söze) Ama alamasınız. Gelelim üstadlara. Morgan yine yaptın yapacağını.Geçen yaz ölüyodu bi de bu adam. Nelson Mandela rolü için fazla uzunsun farkındayım ama inanılmaz kıvırmışsın be üstad. Heyhat bu sene rakibin dişli.Her yerde bu ödül için tek bir isim geçiyor : Jeff Bridges. 5 adaylığın ardından bu kez çok yaklaştı.Akademi bu fırsatı tepmeyecektir. Jeff Bridges e hayırlı olsun
En İyi Kadın: İşte en zor yer burası. Sandra Bullock Altın Küre yi aldığında henüz Blind Side ı izlememiştim.Dibim düştü o anda. Sandra Bullock dediğin ,öyle saçma rollerin insanı, nasıl olur? dedim kendi kendime. Filmi izleyince epey yumuşasamda Oscar o kadar kolay gitmemeli. Verirlerse ayıp ederler. Helen Mirren ve Meryl Streep siz hemen her sene adaysınız zaten. Laf yok. Carey Mulligan sen de çok gençsin ama olur mu olur, şahsen benim gönlümden geçen isimsin. Precious? Yok ya olmaz herhalde öyle bir şey..
Son olarak Animasyon: İki film arasında geçecek: Mr. Fox ve Up. Ben ilkini daha çok beğensem de (en azından daha deneysel bir yapımdı) ikincisi daha yakın duruyor hele ki en iyi film adaylığından sonra.
Benim diyeceklerim bu kadar. Güzel bir tören olması dileğiyle..
10 Şubat 2010 Çarşamba
Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-27

Woody Allen üstaddır. Saygıda kusur etmeyiz.Fakat ma cherié nin üstada olan aşırı sevgisi beni tedirgin ediyor dostlarım. Woody Allen da sağlam ayakakbı değil.75 yaşına falan bakmayıp kendi evlatlığına sarkan adamdan her şey beklenir. Neyse benim asıl anlatmak istediğim şey başka tabi ki. Bir Woody Allen filmi : Zelig.
Filmde Woody Allen Leonard Zelig isimli fantastik bir kişiliği canlandırıyor. 1920 lerin bir fenomeni olarak sunulan bu hayali kişiliğin özelliği ise şu: O bir insan bukalemun. Evet,Zelig girdiği her ortamda baskın olan kişiliklerin özelliklerini aynen alıyor,hatta onların şekillerine bürünüyor. imdb de filmin anahtar sözcüklerine tıklarsanız Nazi,Yahudi,Vatikan,Uçak Kaçırma,Beyzbol vs gibi bir çok birbiriyle alakasız kelime görebilirsiniz.Varın hikayenin tamamını siz hesap edin.
1983 yılında gösterime giren bu absürd hikaye ile Woody Allen,Leonard Zelig'in hayatının üstünden çok geniş bir modern toplum eleştirisi yapıyor. Zelig'in hayatı hakkında bir belgesel şeklinde olan bu filmde de Mia Farrow ,Allen'ı yalnız bırakmıyor. (bkz. Bir Woody Allen Klasiği)
Kısacası şiddetle tavsiye edeceğim,çok zekice ve ince eleştirilerle sizi çok şiddetli gülmelere gark ettirecek bomba gibi bir film ; Zelig. Bir okuyucu yorumuyla hem yazıyı bitireyim hem de durumu özetleyeyim :" Woody Strikes Back"
Şimdiden iyi seyirler.
Dip not: sukullaci ye sevgilerle.(Bu arada, naptın lan geçtin mi?)
3 Ocak 2010 Pazar
Brad Pitt vs Brad Pitt

Brad Pitt denen abimiz fiziksel durum olarak kadın erkek genç yaşlı 7 den 70 e hepimizin beğenisini kazanmış en güzel bir insan evladıdır. Ama bu durum o kadar göz önünde olunca adamın oyunculuğu da haliyle ikinci planda konuşuluyor. "Hepimiz onun gibi olmak isterken adam belki sırf bu yüzden kendi tipinden şikayetçi..." diye saçma sapan önermeler atardım ortaya ama ağzıma tekme yerim diye korkuyorum. Neyse benim asıl diyeceğim şu : Adam büyük oyuncu ve şöyle bir düşününce epey üst düzey filmlerde de bulunmuş. Bu aralar 5 lilerden gittiğim için, alın size "zannımca" en iyi 5 Brad Pitt filmi :
- Snatch
- Babel
- Inglourious Basterds
- Seven
- Fight Club
Dip not: Fotoğraf " blog iyice erkek ortamı olmasın , yanlışlıkla gelen kızlar biraz daha sitede takılsın, ba(ğ)yan okuyucularımızın da gözleri bayram etsin, gönülleri şen olsun diye" konulmuştur.Yanlış anlaşılmamasına...
Çok dip not: Bir de yeni yıl geldi bu arada. Bazıların(m)ız farkedememiş olabilir diye uyarayım dedim. 2010 olunca da 10 yıl ın bilmemneleri listeleri gırla döndü etrafta. Biz tabi bi farkımız olsun, klişeye kapılmayalım diye girmedik. Şaka lan fırsat bulsam ben girerdim valla. Dibine kadar da yapardım .Son 10 yılın en iyi 10 ismail yk şarkısı dahil. (yurtseven kardeşler olarak yaptıkları hariç tutularak)
6 Aralık 2009 Pazar
It all began with a beatiful pass from Eric Cantona

Eric: "After we all forget 'you're just a man"
Cantona: "I'm not a man, I'm Cantona"
Eric Cantona'yı ve Manchester United'ı ayrı severim bilen bilir. Cantona dönemine aklımız başımızdayken yetişemedik orası ayrı fakat yine de Cantona sevgisini engelleyemez bu durum. Sırf bu sebepten dolayı Looking For Eric'e gittim açıkçası, Cantona için. Daha önce ne Ken Loach bilmişliğim vardır ne bişey. Fakat kendisinin burdan sağ elini ayrı sol elini ayrı öpüyorum. Daha önce de bu tarz futbol-hayat benzetmeli filmleri varmış zaten, bu film de çok çok güzel.
Bunalımdaki ve hayattan hiçbir tad almayan, öylesine yaşayan postacı Eric bir gün odasındaki Cantona posteriyle konuşurken Cantona'nın kendisi görünür. Ondan sonra olaylar gelişir. Cantona felsefesiyle birlikte hayattaki tüm sorunları çözülür Eric'in zamanla. Tabi bunlar olurken Cantona'nın problemleri çözerken kullandığı yöntemler futbolculuk dönemindekilerle aynı. Risk al, şaşırt gibi sıradan olmayan yöntemler çoğu kişiye göre.

Film boyunca endüstriyel futbola da sıkça giydirilmiştir ayrıca. Manchester United maçlarını barda izlemek zorunda kalan işçi sınıfından postacıların sitemi, stada artık parası olanları gidebilmesi ve 10 yıldır maça gidemiyor olmalarının yarattığı üzgünlük ve endüstriyol futbola olan öfkeleri...
Tüm bunlar Cantona'nın kariyerindeki önemli noktalar ve futbol üzerinden o kadar güzel anlatılmış ki film bitmese dedim izlerken. Tabi bir de inanılmaz gaza geldim, İngiltere'de olsak da otobüslere doluşup biralarla marşlar söyleyerek deplasmanlara aksak, barlarda toplanıp maç izlesek diye. Tabi bir de Cantona forması gerektiğine kesin kanaat getirdim. O yakaları ben de kaldırmalıyım yani.

had a friend we have in jesus
he's our saviour from afar
what a friend we have in jesus
and his name is cantona
ooh, ah, cantona
ooh, ah, cantona
ooh, ah, ooh, ah, ooh, ah
ooh, ah, cantona
he's our saviour from afar
what a friend we have in jesus
and his name is cantona
ooh, ah, cantona
ooh, ah, cantona
ooh, ah, ooh, ah, ooh, ah
ooh, ah, cantona
Bir de son olarak filmdeki kadın izleyici kalabalığı dikkatimi çekti. Cantona'yı mı seviyorlar, yoksa Ken Loach'ı bilmem ama erkek sayısından fazlaydı kadın sayısı kesinlikle. Bence Cantona'yı seviyorlar hehe.
Film bittikten sonra da İngilizlerin ve belki de hiç kimsenin hala anlayamadığı, şu röportaj var. Cantona Crystal Palace maçında ırkçı söylemlerde bulunan rakibine tekmeyi attıktan sonra basın toplantısına çıkıyor ve herkes özür dilemesini falan beklerken onun söyledikleri ise; "when the seagulls follow the trawler, it is because they think sardines will be thrown into the sea. thank you very much."
2 Aralık 2009 Çarşamba
Haftanın Filmi 26 - RocknRolla
Haftanın filmi köşesi aslında amacından fazlaca sapmış bir köşe olup çıktı ama olsun. RocknRolla bu hafta "haftanın filmi" köşemizin konuğu.

"People ask the question... what's a RocknRolla? And I tell 'em - it's not about drums, drugs, and hospital drips, oh no. There's more there than that, my friend. We all like a bit of the good life - some the money, some the drugs, other the sex game, the glamour, or the fame. But a RocknRolla, oh, he's different. Why? Because a real RocknRolla wants the fucking lot."
Guy Ritchie sevenlerin fazlasıyla seveceği bir film zaten. Tipik bir Guy Ritchie filmi denilebilir hatta. Harika müzikler, güzel bir hikaye ve fantastik İngiliz aksanı. Tek eksiklik Jason Statham'ın eksikliği bana kalırsa, ki yerine gelen adam da Gerard Butler olunca Statham'ı daha bi saygıyla andım. Bir de bu filmde sinemalarda pek görmediğimiz ama Entourage'den Ari Gold olarak tanıdığımız Jeremy Piven var. Kendisini de sever sayarız. Filmde yine efsane olabilecek karakterler mevcut fakat, Johnny Quid'i ayrı bi yere koymak gerek. Kendisine özellikle dikkat lütfen, filmi izlerken.
Haftanın filmi bu haftalık bu kadar, haftanın müzik listesi olarak filmin soundtrack albümünü yazdım sayım.
29 Kasım 2009 Pazar
Gezici Festival Varmış

"I'm not a man I'm Cantona."
İstanbul'da Film Ekimi var, millet güzel güzel izliyor filmlerini. Ankara'ya uğramıyor ne yazık ki bu organizasyon. Biz de burdan imreniyoruz anca. Özellikle bu yıl "Looking For Eric" filmi Film Ekimi'nde gösterilecek olunca çok içerlemiştim. Manchester United'a ve özellikle de Cantona'ya olan özel ilgim sonucu bu film çok ilgimi çekmişti tabi ki. İnternetten de izlemek istemedim açıkçası indirip, ustaya saygısızlık olur gibi geliyodu. Neyse işte bugün öyle bi internette dolanırken Sigara Yanıkları'nda Gezici Festival'i gördüm, Ankara'ya da uğruyormuş. Ankara'da nasıl filmler var bi bakayım dedim. Usta da burdaymış meğer. Looking For Eric Batı Sineması'nda sinemaseverler ve Cantona severlerle olacak. Tabi başka güzel filmler de var ama o ara sınav programı yoğun biraz, o sebeple en fazla iki filme daha gidebilirim heralde. Ama Looking For Eric kaçmaz aga, kaçmaz.

Gezici Festival'in bu yıl 15.'si düzenleniyormuş, daha önceden haberim olmadı pek. Bazı gösterimlere yönetmenler ve oyuncular da katılıyor, festivalin temel amacı bu. Hayranı olduğunuz özel oyuncular ve yönetmenler varsa tanışmak için güzel bir fırsat. Festival sayfasında ayrıntılı bilgi ve program mevcut.
7 Kasım 2009 Cumartesi
Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-25

Bu haftanın filmi 2007 yapımı The Man From Earth.
Filmi izlemeden önce ne konusu,ne oyuncuları ne de yönetmeni hakkında hiçbir fikrim yoktu. Filmin ismini imdb de en iyi bilim kurgu filmleri arasında gezinirken buldum. 25.000 civarı kullanıcıdan 8.2 gibi epey yüksek bir oy oranı alması benim tek referans noktamdı. Filmi indirdim ve hiç bir araştırma yapmadan izledim ve bu yüzden benim için epey ilginç bir 87 dk oldu diyebilirim.
Film başlarda biraz garip gelebilir. Çünkü siz bir bilim kurgu filmi beklerken,o sizi tek bir odanın içine tıkıyor.Buı özelliği ile "12 Kızgın Herif" in aynısı diyebiliriz. Bütün bir film tek bir oda içerisinde karşılıklı akıl yürütmeler ve diyaloglarla geçiyor. Fakat bir süre sonra kendinizi diyaloglara öyle kaptırıyorsunuz ki,filmin o odayı çoktan terk ettiğini ve kurgudaki yerini aldığını görüyorsunuz.
Filmin konusundan hiç bahsetmeyeceğim. Eğer bilmiyorsanız bence hiç araştırma yapmadan izleyin. Filmin etkisi inanılmaz derecede artıyor.
Yalnız filmle ilgili bahsetmek istediğim bir şey daha var: Sonu. Naçizane tavsiyem lütfen sonunu izlemeyin. Son 10 dakika kala kapatın filmi.(Gerçi böyle yapınca herkes daha bir merakla izler de bkz. Ters Psikoloji) Ciddiyim.Filmin sonunu izledikten sonra "yönetmen bu kadar iyi akan bir filme böyle kötü ,bayağı ve komik bir son nasıl yapabilmiş?" diye şöyle bir düşündüm ve yönetmenini araştırdım.Ve sonunda bir mantığa oturttum.Filmin yönetmeni Richard Schenkman'ın bu filme kadar hiçbir önemli yapımı yokmuş derken bir de ne göreyim ; 1992 yapımı "Playboy: Playmates in Paradise " filminde Richard Schenkman'ın imzası var. O anda anladım Man from Earth'ün sonunun nereden geldiğini. Yönetmenin eski tecrübelerinden!...
Yine de iyi bir senaryo ve gerçekten ilginç bir film olan Man From Earth ilgilenenlere tavsiye olunur. (Sonu hariç)
27 Ekim 2009 Salı
Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-24

Madem geri döndük bu geri dönüş havada kalmasın diye tozlar içinde kalmış bazı serileri yeniden başlatmayı planlıyorum. Bunlardan biri de "haftanın filmi" serisi.
Bu haftanın filmi Gandhi. 1982 yapımı film, Hindistan'ın bağımsızlığını kazanmasında çok büyük rol oynayan Mahatma Gandhi 'nin biyografisinden oluşuyor. Gandhi nin hayatını daha önce bilmeyenler için gerçekten didaktik bir film diyebiliriz. Biyografi den haberdar olanlar da Ben Kingsley 'in muhteşem oyunculuğu sayesinde Gandhi' yi somutlaşmış ,ete kemiğe bürünmüş olarak bulacaklar. Film 188 dk. gibi uzun denebilecek bir süreye sahip olsa da akıcı yapısı sayesinde filmi hiç sıkılmadan tamamlıyorsunuz.
Açıkçası filmin etkisi bende eğey yoğun oldu. Daha önceden biyografisini okumuştum Gandhi'nin ama kendisini canlı kanlı karşımda görünce! kendimi filme iyice kaptırdım ve bir ara kendimi Gandhi'nin yanında onun öğretilerini dinleyen bir öğrenci gibi hissettim.
En iyi film ve yönetmen de dahil tam 8 oscar kazanan film, dönemin kült filmi E.T yi ve ünlü yönetmeni Steven Spielberg'i de ikinci plana atmasını bilmiştir. Usta oyuncu Ben Kingsley de ilk ve tek heykelciğini bu filmle elde etmiştir(E bi zahmet.)
Gandhi size 3 saatlik akıcı,felsefik ve büyülü bir Hindistan yolculuğu vaat ediyor. Tarafımdan şiddetle tavsiye olunur.
27 Eylül 2009 Pazar
This is It

Sadece şu afiş bile yeter aslında. İnanılmaz.
24 Eylül 2009 Perşembe
Oscar'ı Gördüm

Önce Beyaz Melek çıktı, Mahsun Kırmızıgül'ün yazıp yönettiği, sonra da Güneşi Gördüm. O şarkıların ben de bıraktığı etkiyle "Mahsun Kırmızıgül film yapsa noolur" diye yüzeysel bir yaklaşımla izlemedim hiç birini. Aslında Güneşi Gördüm çıktığında oyuncu kadrosu ve sağdan soldan edindiğim izlenimler sonrası gitmek ister gibi oldum ama bu sefer gidecek kimse olmayınca kaldı işte öyle. Aslında Mahsun Kırmızıgül sinema eğitimi almışmış meğer. Hala oturup araştırmıştım değilim ama öyleymiş sanırım.
Neyse efendim o Seda Sayan'a bağıra bağıra ben de diyen Mahsun Kırmızıgül'ün filmi Oscar'a aday adayı oldu. Geçmişteki yaptıkları filmi etkilemez ama sanırım filmleri izleyene kadar ben etkisinde kalıcam ne yazık ki. Yine de böyle bir başarı önemli gerçekten sinemamız adına. Mahsun Kırmızıgül'ün daha ikinci filminde böyle bir başarıyla ödüllendirilmesi de ayrıca takdir edilmesi gereken bir durum. Bi daha film yaparsa ilk gün izlicem artık.
not: blog yazarları nerdesiniz lan uyanın artık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)