30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni YIl hediyesi!


Türkiye de pek tutmaz belki ama, ölülerini gömmek yerine yakmayı tercih eden tanıdıklarınız varsa yılbaşında alınacak en iyi hediye budur! : Kül Kavanozu. "Ölen kişinin vesikalık fotoğrafı 3 boyuta taşınarak bire bir ölçüsüne uygun bir kafa şeklinde kavanoz haline getirilmesiyle oluşan bu enfes hediye sayesinde hem sevdiğiniz insana hasret giderebilecek hem de ölen kişinin külleri sağa sola saçılmayacak, güvenle saklanacak! " Eğer sevdiğiniz kişi daha ölmediyse, kavanozu çiçek saksısı olarak kullanabilir ya da kişinin kafasını fiş ve faturayla de doldurabilirsiniz. Epey kullanışlı bir şey aslında .Hemen sipariş verenlere açılır kapanır baldır şeklinde makyaj kutusu da hediye!

28 Aralık 2009 Pazartesi

Yılbaşında Ntv Sendromu


Yılbaşları böyle geçmesin.

24 Aralık 2009 Perşembe

Twitter Diye Bir Şey Var Lan


Dostlarım; bundan birkaç ay önce bana twitter hakkındaki fikrimi sormuş olsaydınız, buraya öyle popüler kültür karşıtı, öyle "kendini ifade etme sıkıntısı çeken gençlik" tandanslı bir yazı döşerdim ki aklınız dururdu. Lakin artık ben de bu oluşuma dahil olduğum için atıp tutamayacağım çok fazla. Daha temkinli ve sakinim şuan. Bu yüzden daha önceleri bana twitter hakkındaki fikrimi sormadığınız için sizlere müteşekkirim. Kaypak ruhlu bir insan olduğum bizi izleyen 70milyon insan tarafından anlaşılacak(şaka lan 70 kişi sadece) ve insanlar tarafından kınanacaktım. Hoş bi senedir yazıyoruz daha herhangi bir konu hakkındaki fikrimi sormadınız ama olsun. Sahi lan niye bir şey sormuyonuz ki hiç?

Neyse dostlarım, twitter aslında beni baya bi eğlendiren bir şey son zamanlarda. Hepi topu 8 tane takip edenim var, hemen hepsi de baya yakından tanıdığım adamlar ama olsun. Orada geniş kitlelere ulaşamasam da eğleniyorum. Böyle küçük küçük komiklikler, şakalar, anlamsız cümleler arasıra, bazen dert yanmalar falan bişeyler yapıyorum. Yok lan dert yanamıyorum işte. Beni takip eden adamlar hep hayvan çocuğu gibi muhabbetler yaptığım adamlar. Nasıl yitip gidenlere dem vurayım orada. Gülürler adama. Yoksa ağlama duvarı olarak da kullanmak bir opsiyon twitter'ı. Neyse, bir süre vakit geçirdikten sonra anladım ki amaç şu twitter'da: "insanların hayatlarına zerre katkısı olmayacak ve 140 karakterden oluşacak bir şeyler yazmak". Elimden geldiğince iyi bir şekilde icra etmeye çalışıyorum bu sanatı. Hiçbir şekilde okuyan insanın hayatında değişiklik yaratmayacak kelimeleri özenle seçip bir araya getiriyorum. Sonra gönderiyorum. Ve hayat devam ediyor.

Eveet, giriş ve gelişme bölümlerimizden sonra geldik sonuç paragrafına. Demem o ki eğer anlamsız hayatınıza zerre anlam yüklemeden bir iş yapmak istiyorsanız lütfen twitter'a gelin. Tırt, anlamsız ve eğlenceli gibi bir yer. Memnunum şahsen.

Dipnot: Olur da beni takip etmek isteyen olursa reklam veriyorum, gelin beraber eğlenelim: http://twitter.com/sedurt (bizim blog yazarları da orda, linkini vermek isteyen yazarımız olursa edit yapsın buraya biyere)

21 Aralık 2009 Pazartesi

Yürüyedurun


Last fm'de "Iron Maiden Türkiye'ye Gelsin" grubundan şöyle bir etkinlik gelmiş mesaj kutuma. Türkiye'deki Iron Maiden sevenler Iron Maiden'ın Türkiye'ye konsere gelmesi için 10 Ocak'ta İstanbul'da İstikal Caddesi'nde bir yürüyüş yapacaklarmış. Ne yazık ki Ankara'da olacağım için katılmam mümkün değil. Fakat Sheed ve Spcioli başta olmak üzere tüm İstanbul'daki Iron Maiden severlerin bu yürüyüşe katılmalarını rica ediyorum. Elinizden geleni ardınıza komayın.

20 Aralık 2009 Pazar

Metallica Sen Bizim Her Şeyimizsin!


Güne Metallica'yla başlamak iyi oluyor. Sert ve net giriyorsun. Ben de bugüne öyle başladım ve dinlerken klişelerde boğulup "Adamlar iyi çalıyor yav!" a kadar geldim. Bu düşünce hezeyanımda aklıma şöyle bir soru takıldı : "bir gün karşıma 3-4 takım elbiseli, siyah güneş gözlüklü adam çıksa,'Arkadaşım, bu güne kadar açtın metalikaları cayır cayır dinledin, sna bir teklifimiz var al şu 1000 tl yi bundan sonra Metalika'nın sadece 5 şarkısını dinleyebileceksin. Şarkıları seçmekte özgürsün ama bu 5 inden başka dinledin miydi kafanı gözünü patlatırız 1000 tl yi de geri alırız.Tamam mı?' diye sorsa ne yapardım?"

Bu soru karşısında fazla düşünemezdim. Bu aralar epey sıkışık olduğumdan ve adamlar pek tekin tipler olmadığından hemen kabul ederdim teklifi(Olm, 1000 TL iyi para lan, değerlendirilirse... Bi de ben gizli gizli dinlerim ki gene, kim bilecek?!"

Fakat şimdi yeni bir soru belirdi karşımda:" Hangi 5 şarkı?" Gerçekten zor soru. Çok ayrıntılı düşünemedim o yüzden James affetsin. Ama "O 5 şarkı" şöyle olurdu herhalde :

*One

*Master of Puppets

*Fade to Black

*No Leaf Clover

*Unforgiven II (Tam listeyi hazırlarken çalıyodu , dayanamadım.)

Şimdi bu pek tekin olmayan adamlar size soruyor: "Hangi 5 şarkı?!"

14 Aralık 2009 Pazartesi

Ryan Giggs

"I grew up watching this programme. To see the people that have won it and to be here is unbelievable."

Ryan Giggs geçtiğimiz hafta 36 yaşına girdi, yaş gününde yine takımının galibiyete taşırken. Onu bizzat Manchester United'a getiren Ferguson bile "artık ayakları kanatta oynamak için yavaş" derken bile Manchester City maçının kaderini değiştirdiğini hatırlarım bu sezon. Gençliği ayrı, olgunluğu daha ayrı bir futbolculuk hikayesi Giggs'in.

Geçtiğimiz yıl giderayak belki de bir saygı duruşu manasında 11 şampiyonluğu bulunduğu ve kurulduğu günden bugüne her sezon forma giyip, her sezon gol atan tek oyuncu ünvanını elinde bulundurduğu premier ligin en iyi oyuncusu ödülünü almıştı. Geçtiğimiz hafta da Galler yılın sporcusu ödülünü kazanan Giggs bugünde BBC yılın sporcusu ödülünü kazandı. Oylamada ikinci sırayı F1 şampiyonu Jenson Button ve üçüncü sırayı da dünya heptatlon şampiyonu Jessica Enis kazanmış.

Giggs bu ödülü kazanan 5. futbolcu; Beckham, Owen, Gascoigne ve Bobby Moore ile birlikte. Uefa tarafından açıklanacak yılın takımında da yer almayı hak ediyor ve o kadroda olmasını bekliyorum.

Önümüzdeki günlerde de yeni bir kontrat imzalayacak Manchester United'la ve biraz daha izleyebilecez kendisini. Bu adam futbolu bırakmasın.

"I am playing for the greatest manager that has ever lived and I'm playing for the greatest club. Perhaps I've become more appreciated as I have got older.

It's unusual for a 36-year-old to be playing with a team like Manchester United for 20 years but I am enjoying it and long may it continue."

12 Aralık 2009 Cumartesi

Allaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaah!

2008 konser sezonu baya sağlamdı. İsteyip de katılamadığım baya konser olsa da gidebilenler için paranın yetiştirilemediği bir sezondu. Metallica, Judas Priest, Mark Knopfler, Dream Theater, Leonard Cohen ilk aklıma gelenler. Metallica'ya bilet alıp da konser gününe sınav denk gelince gidememiştim. Hala içimde bir yaradır bu konser.

2010 sezonu da 2008'den aşağı kalacak gibi değil daha şimdiden. Sonisphere Festival 2010 kapsamında üklemizde ilk kez gerçekleşecek festival kapsamında kesin olan Metallica'ya büyük ölçüde anlaşılan Slayer, Rammstein, Mastodon, Machine Head, Anthrax'ın katılması bekleniyor. Bunlar sadece bu festival için ismi geçen gruplar.

Bunların dışında geçen haftalarda açıklanan U2 konseri var Eylül'de, bir de Eric Clapton açıklandı 13 Haziran için. Fakat esas bomba bence şu an söylenti olarak adı geçen Iron Maiden ve AC DC'nin gelmesi olur. Iron Maiden gelsin başka bişey istemiyorum ben. Metallica, Maiden bi de Rammstein yeter artar bile ama para olursa AC DC de kaçmaz hani, kızla gidilir.


7 Aralık 2009 Pazartesi

Neden?

Oral diagnoz ve radyoloji çalışmaktan kafayı patlatmışım zaten. Her hastalık belirtisinde kusma, ateş, halsizlik, ishal var bi de anlamını bilmediğim bir sürü şey, birden aklıma lisedeki biyoloji derslerimiz geldi. Lisede işimiz gücümüz yokmuş gibi oturup bitkilerin üremesini öğreniyoduk lan resmen. Eşeyli-eşeysiz üreme, sırası vardı bi de bunun. Önce gametler sonra bişeyler falan, baya baya ezberliyoduk. Alt tarafı bi eğrelti otu çoğalınca nolucak sanki, niye yani? Neden? Eğrelti otuyla beraber bi bitki daha vardı da unuttum adını kara yosunları, su yosunları olabilir belki.

Hayır bugün bi yerde görsem eğrelti otu olup olmadığının anlayamam bitkinin ama üremesini bilirim. Bugün işte bunu düşündüm uzunca bir süre, kafayı neylerde doldurmuşuz zamanında diye. Neyse ki ben bu "yazılı"lardan düşük aldıydım hep, çalışmamıştım.

6 Aralık 2009 Pazar

It all began with a beatiful pass from Eric Cantona


Eric: "After we all forget 'you're just a man"
Cantona: "I'm not a man, I'm Cantona"

Eric Cantona'yı ve Manchester United'ı ayrı severim bilen bilir. Cantona dönemine aklımız başımızdayken yetişemedik orası ayrı fakat yine de Cantona sevgisini engelleyemez bu durum. Sırf bu sebepten dolayı Looking For Eric'e gittim açıkçası, Cantona için. Daha önce ne Ken Loach bilmişliğim vardır ne bişey. Fakat kendisinin burdan sağ elini ayrı sol elini ayrı öpüyorum. Daha önce de bu tarz futbol-hayat benzetmeli filmleri varmış zaten, bu film de çok çok güzel.

Bunalımdaki ve hayattan hiçbir tad almayan, öylesine yaşayan postacı Eric bir gün odasındaki Cantona posteriyle konuşurken Cantona'nın kendisi görünür. Ondan sonra olaylar gelişir. Cantona felsefesiyle birlikte hayattaki tüm sorunları çözülür Eric'in zamanla. Tabi bunlar olurken Cantona'nın problemleri çözerken kullandığı yöntemler futbolculuk dönemindekilerle aynı. Risk al, şaşırt gibi sıradan olmayan yöntemler çoğu kişiye göre.

Film boyunca endüstriyel futbola da sıkça giydirilmiştir ayrıca. Manchester United maçlarını barda izlemek zorunda kalan işçi sınıfından postacıların sitemi, stada artık parası olanları gidebilmesi ve 10 yıldır maça gidemiyor olmalarının yarattığı üzgünlük ve endüstriyol futbola olan öfkeleri...

Tüm bunlar Cantona'nın kariyerindeki önemli noktalar ve futbol üzerinden o kadar güzel anlatılmış ki film bitmese dedim izlerken. Tabi bir de inanılmaz gaza geldim, İngiltere'de olsak da otobüslere doluşup biralarla marşlar söyleyerek deplasmanlara aksak, barlarda toplanıp maç izlesek diye. Tabi bir de Cantona forması gerektiğine kesin kanaat getirdim. O yakaları ben de kaldırmalıyım yani.

had a friend we have in jesus
he's our saviour from afar
what a friend we have in jesus
and his name is cantona

ooh, ah, cantona
ooh, ah, cantona
ooh, ah, ooh, ah, ooh, ah
ooh, ah, cantona


Bir de son olarak filmdeki kadın izleyici kalabalığı dikkatimi çekti. Cantona'yı mı seviyorlar, yoksa Ken Loach'ı bilmem ama erkek sayısından fazlaydı kadın sayısı kesinlikle. Bence Cantona'yı seviyorlar hehe.

Film bittikten sonra da İngilizlerin ve belki de hiç kimsenin hala anlayamadığı, şu röportaj var. Cantona Crystal Palace maçında ırkçı söylemlerde bulunan rakibine tekmeyi attıktan sonra basın toplantısına çıkıyor ve herkes özür dilemesini falan beklerken onun söyledikleri ise; "when the seagulls follow the trawler, it is because they think sardines will be thrown into the sea. thank you very much."

5 Aralık 2009 Cumartesi

Parasıyla Değil mi Kardeşim?!




Haberimiz şöyle :

"

Çinli işçi Facebook'ta da ucuz

Facebook'un en popüler uygulamalarından biri olan Farmville'de işçi SANAL DÜNYA'DA BİLE UCUZ İŞ GÜCÜ


İş yoğunluğu nedeiyle oyundaki tarlalarıyla ilgilenemeyen oyuncular çiftliğe göz kulak olacak Çinli işçilerle oldukça ucuz fiyatlara anlaşabiliyorlar.Kiralama dönemi başladı. "


Bu ne lan! Biri bana açıklayabilir mi? Şimdi bir oyun oynuyorsun.Sanal çiftlikler kurup ,sanal ürünler üretiyor, sanal paralar kazanıyorsun. Ama bununla yetinmeyip gerçek dünyada kazandığın parayla gerçek bir adam tutup sanal çiftliğinde mi çalıştırıyorsun?! Bu mu yani teknolojinin geldiği son nokta!

Tüm bunlar bir yana "Çinli işçi burada da ucuz" diye haber yapılıyor. Ya ne olacaktı. Şu haberde şaşırmadığım tek nokta Çinli işçinin ucuz olması. Yani eğlenmek için oynadığın bir oyunun bile amacının nasıl değişip sisteme uyum sağladığının çok güzel örneği Farmville.

Tek amacın daha fazla kazanmak ve sadece sahip olmak olan Monopoly tarzı oyunlara alışmıştık.En nihayetinde kendin oynuyordun ve gerçek dünya'da sahip oldukların oralarda geçmiyordu. Yani Bill Gates de olsan şansın yaver gitmedi mi kaybedebilirdin. Ama bu Online oyun dünyası çok farklı bir yöne ilerliyor.

Biraz etrafa bakınınca bu işin aslında yeni olmadığını, online oyundan bir şekilde uzak durmayı başarabilmiş olan ben tarafından yeni farkedildiğini görünce daha bir moralim bozuldu. Meğer bazı online oyunlar için Çin gibi ülkelerde stüdyolar kurulup , "ucuz işçiler" sabahtan akşama bilgisayar başında oturtuluyormuş . Yaptıkları tek iş sanal canavarları öldürmek, para kazanıp sanal kılıçlar almak.

"Kıçınıza sokun o kılıçları" diycem ama sanal kılıcın nesini nereye sokucaksın be abi. Cümleten geçmiş olsun.

Dip not: Şu Marduk mudur nedir, gelse de kurtulsak.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Haftanın Filmi 26 - RocknRolla

Haftanın filmi köşesi aslında amacından fazlaca sapmış bir köşe olup çıktı ama olsun. RocknRolla bu hafta "haftanın filmi" köşemizin konuğu.


"People ask the question... what's a RocknRolla? And I tell 'em - it's not about drums, drugs, and hospital drips, oh no. There's more there than that, my friend. We all like a bit of the good life - some the money, some the drugs, other the sex game, the glamour, or the fame. But a RocknRolla, oh, he's different. Why? Because a real RocknRolla wants the fucking lot."

Guy Ritchie sevenlerin fazlasıyla seveceği bir film zaten. Tipik bir Guy Ritchie filmi denilebilir hatta. Harika müzikler, güzel bir hikaye ve fantastik İngiliz aksanı. Tek eksiklik Jason Statham'ın eksikliği bana kalırsa, ki yerine gelen adam da Gerard Butler olunca Statham'ı daha bi saygıyla andım. Bir de bu filmde sinemalarda pek görmediğimiz ama Entourage'den Ari Gold olarak tanıdığımız Jeremy Piven var. Kendisini de sever sayarız. Filmde yine efsane olabilecek karakterler mevcut fakat, Johnny Quid'i ayrı bi yere koymak gerek. Kendisine özellikle dikkat lütfen, filmi izlerken.

Haftanın filmi bu haftalık bu kadar, haftanın müzik listesi olarak filmin soundtrack albümünü yazdım sayım.

Ey Bilişim Sektörü, Kafamı Karıştırıyorsun


Acaip param oldu bi anda, parayı da beraber harcayacak kimse olmayınca etrafımda, bu parayı olduğu gibi bilişim sektörüne yatırmaya karar verdim. Yıllardır kör topal idare ettiğim masa üstü bilgisayarım bir hurdaya dönüşünce laptop almaya karar verdim. Bir sürü internetten böyle bilişik araştırmalar yapıyorum bi kaç gündür beynimin içi ram'le, cigabaytla, megahertzle doldu dostlarım. Ve şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki bu uçsuz bucaksız araştırmalarım sonucunda hiçbir neticeye varamadım.

Para biraz bok olduğu için Sony mağazasına gittim bugün. "Laptop alıcam" dedim. "Ne kadar bütçe ayırdınız bu iş için" dedi. "Para mühim değil" dedim ben de. Bunu duyan bayi yetkilisi bir ilgilendi benimle dostlarım anlatamam. Çaylar falan bişeyler sürekli. Kataloglar getirdiler bir sürü. Katalog da ne sikimsonik bi katalogsa fiyat yazmıyo içinde. "Abi niye fiyat yazmadınız" dedim, "ürkütüyor müşteriyi fiyatlar" dedi. "Ananı avradını" dedim. İçimden.

Orda bi laptop beğendim 5000 lira fiyat çekti adam. Ulan o kadar parayı laptopa yatırabilecek bi adam olsam kendime bi araba alırım, artan parayla da TOKİ'ye yazılırım. "Bunu alabilirim ya, babamdan kredi kartını alıp geleyim ben" deyip uzaklaştım oradan.

Dostlarım şimdi hepiniz bilişik adamlarsınız, bütün gün kukuman kuşu gibi internette takılıyorsunuz, o blog senin bu sözlük benim sürtüyorsunuz. Anlarsınız bu laptop işlerinden, hangi marka iyidir hangisi tırttır falan tavsiye lazım bilimum. Oyun oynamak için alıcam bi de ben bu laptopu. Ona göre.

29 Kasım 2009 Pazar

Gezici Festival Varmış

"I'm not a man I'm Cantona."

İstanbul'da Film Ekimi var, millet güzel güzel izliyor filmlerini. Ankara'ya uğramıyor ne yazık ki bu organizasyon. Biz de burdan imreniyoruz anca. Özellikle bu yıl "Looking For Eric" filmi Film Ekimi'nde gösterilecek olunca çok içerlemiştim. Manchester United'a ve özellikle de Cantona'ya olan özel ilgim sonucu bu film çok ilgimi çekmişti tabi ki. İnternetten de izlemek istemedim açıkçası indirip, ustaya saygısızlık olur gibi geliyodu. Neyse işte bugün öyle bi internette dolanırken Sigara Yanıkları'nda Gezici Festival'i gördüm, Ankara'ya da uğruyormuş. Ankara'da nasıl filmler var bi bakayım dedim. Usta da burdaymış meğer. Looking For Eric Batı Sineması'nda sinemaseverler ve Cantona severlerle olacak. Tabi başka güzel filmler de var ama o ara sınav programı yoğun biraz, o sebeple en fazla iki filme daha gidebilirim heralde. Ama Looking For Eric kaçmaz aga, kaçmaz.

Gezici Festival'in bu yıl 15.'si düzenleniyormuş, daha önceden haberim olmadı pek. Bazı gösterimlere yönetmenler ve oyuncular da katılıyor, festivalin temel amacı bu. Hayranı olduğunuz özel oyuncular ve yönetmenler varsa tanışmak için güzel bir fırsat. Festival sayfasında ayrıntılı bilgi ve program mevcut.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Gör Performansımı

Ne zamandır şiir koymamışız bloga. Böyle hayvan çocuğu gibi yazılar yazar olmuşuz. Muhtemelen hepinizin bildiği inanılmaz bir şiiri paylaşıyorum sizlerle. İnanılmaz bir aşk, inanılmaz bir serzeniş.


"Kaan Dobra'nın takıma yeni geldiği günlerdi aşkım
Off ne alakası var şimdi deyip

Dinlememezlik etme, dinle bi kere.

Kaan
Dobra takıma yeni gelmişti.
Yalan söylemiyim sanırım antep maçıydı.
Maç neredeyse bitmiş.
Skor kesindi..
Hoca maçın 89. dakikasında oyuna aldı
Kaan
Sahada herkes çok yorgundu.

Bi tek
Kaan, civelek gibi koşuyordu sağa sola.
Ben de dahil herkes güler gibi bakıyordu
Kaan'a.
Aa kerize bak aa enerjike bak diye.
Ama hoca beğendi
kaan'ın performansını
Diğer maçta daha çok yer verdi.

Bir diğer maçta daha bi çok.

Ve bugün
Kaan Dobra, Kaan Dobra'ysa
O 89. dakika yüzündendir.

Şimdi gelelim sadede.

Ben de ilişkimizi kurtarmak için
89. dakikada oyuna girmiş bir oyuncu gibi
Koşuyorum, çırpınıyorum.

Gör performansımı diye.
Sev beni diye..."


Umut Sarıkaya

23 Kasım 2009 Pazartesi

İçimden O Kadar Çok Konuşmak Geldi Ki, O Kadar Çok

Size de oluyor mu bilmiyorum. Bazen çok canım sıkılıyor böyle ama genel anlamda bir can sıkıntısı. Anlık bir şey değil, bir takım güzel olmayan şeyler oluyor mesela, sonra total can sıkıntısı işte hep. Bir süredir öyle oldu bana da. Beni bilenler bilirler, bilmeyenler için söylüyorum böyle durumlarda hayvan çocuğu gibi yatarım ben.

-sanatsal gibi resim, ama değil-

Bu aşırı durağanlık dönemimin hep sonbahar aylarına denk gelmesinden dem vurup, iklimler ve ruh hali konulu bir paragraf efendime söyleyeyim bir cümleler silsilesi yaratacaktım ama acayip üşendim dostlarım. Sonbaharın hüznüyle başlayan yazım; kışla beraber duraklama evresine girecek, ilkbaharla güzel bir çıkış yakalayıp, yaz mevsiminde zirvedeyken bitecekti. Tüm genç dimağlarımızın damağında biraz hüzünlü biraz orgazmik bir tat bırakacaktım ama açıkçası kim uğraşacak şimdi deyip vazgeçtim. Hem zaten Nuri Bilge Ceylan da filmini yapmış bunun "İklimler" diye, benim de burada yırtınmama ne gerek var. Gerçi pek diyalog yok mesela o filmde. Yazının buraya kadar olan kısmı filmdeki repliklerden fazladır mesela byte olarak. Ama adam fotoğrafçı işte, filmin kareleri falan ne biçim. Yoksa bir numarası yok gibi geldi filmin. Adam kadının ayak ucuna fındık atıyor sonra sevişiyorlar falan garip bir şeyler bir takım. Mevsimler var sonra öyle işte.

Neyse dostlarım giremedim ben bir türlü yazıya. Hani cep telefonunun şarjı biter ya mesela, ya da arabanın benzini bitebilir falan işte ne bileyim bilimum ansızın biten her şey gibi geçen gün evde otururken böyle, durup dururken motivasyonum bitti. O günden beri işte hayvan çocuğu gibi yatıyorum. Gün içerisinde sadece hayatta kalmak için efor sarfediyorum falan. Sordum soruşturdum "ne ayak lan böyle bir takım garip olaylar bende?" diye. "Depresyon" diyolla. Ulan insanoğlu da ne acaip, canın sıkıldı mı depresyon oluyor hemen o. "Canım sıkıldı" desen kimse sallamaz seni, depresyon demek daha şık gibi mesela. "Hayatta onulmaz dertlerim var" demek gibi. "Bir takım duyarlılıklarım, hassaslıklarım var" demek gibi. Ne gerek var. Arada bi canı sıkılır insanın. Olur öyle.

Gittim anneme "anne geçen gün evde oturuyordum, motivasyonum bitti" dedim, "hani mesela futbolculara prim veriyorlar, hani forvetler gol atınca para alıyorlar sonra daha çok gol atıyorlar ya dedim, ben de 70 üzeri not aldığım her komite sınavı için prim istiyorum 500tl" dedim. "Tamam" dedi. Hayata yeniden tutundum. Sahi, tutunamayanları bilir misiniz?

18 Kasım 2009 Çarşamba

Black

Hey... oooh...
Sheets of empty canvas, untouched sheets of clay
Were laid spread out before me as her body once did.
All five horizons revolved around her soul
As the earth to the sun
Now the air I tasted and breathed has taken a turn

Ooh, and all I taught her was everything
Ooh, I know she gave me all that she wore
And now my bitter hands chafe beneath the clouds
Of what was everything.
Oh, the pictures have all been washed in black, tattooed everything...

I take a walk outside
I'm surrounded by some kids at play
I can feel their laughter, so why do I sear?
Oh, and twisted thoughts that spin round my head
I'm spinning, oh, I'm spinning
How quick the sun can drop away

And now my bitter hands cradle broken glass
Of what was everything?
All the pictures have all been washed in black, tattooed everything...

All the love gone bad turned my world to black
Tattooed all I see, all that I am, all I'll be... yeah...
Uh huh... uh huh... ooh...

I know someday you'll have a beautiful life,
I know you'll be a star in somebody else's sky, but why
Why, why can't it be, can't it be mine

Aah... uuh..

Too doo doo too, too doo doo...

Böyleyken böyle işte dostlar. Pearl Jam'e ve özellikle Eddie Vedder'e sonsuz saygılar. Böyle hüzünlü zamanlarda tüm gün boyu dinlenilebilecek şarkılar yapmaya devam etsinler, biz dinleriz nasılsa.

15 Kasım 2009 Pazar

Haftanın Müzik Listesi - 42



Mevsimler değişmiş biz haftanın müzik listesini yapmayı unutmuşuz. Süper bir liste ile karşınızdayım.

Listenin bayrak adamı olarak Ray Charles'ın "Hit the road jack!" şarkısını seçtim. Hepinizin çocukluktan beri bir yerlerde duyduğu bir şarkıdır bu muhtemelen. Hatta iddia ediyorum dünyanın en tatlı şarkılarından biri olabilir bu. Şu sıralar Fiat'ın reklam müziği olarak dönüyor ben de orada dinleyip şarkıyı araştırdım. Şarkıyı ben yıllardır "mono mono mono" diye anlıyordum dolayısıyla şarkıyı bulmam epey zaman aldı(no more diyormuş).

İkinci şarkı The Pierces'den "Secret". Gossip Girl izlediğimden bahsetmiştim sizlere. Onun soundtrack'lerinden biri bu. Bu şarkı dizide çalarken denk geldim bir gün, sonra izlemeye başladım zaten. O kadar iyi bir şarkı. Bir gün bu şarkıda dans etmek isterim.

Parliament sinema gecesinin geri dönüşünün anısına Aaron Neville Linda Rodstadt düeti olan "All My Life" da giriyor listeye. Bu şarkıyı ne zaman dinlesem banyodan yeni çıkmış bir halde ve okul çantamı hazırlıyor gibi hissederim kendimi.

Modern Talking "No Face No Name No Number". Açıklama yapmaya bile gerek yok. Her haliyle efsane.

Son şarkı listeyle acayip alakasız bir şarkı. Cem Adrian'a acaip bir hayranlığım vardır. Benim için en özel şarkısını aldım listeye. İyi eğlenceler. (Olm şarkıların linki var bak tıklayıp üstüne dinleyin)

14 Kasım 2009 Cumartesi

Paylaşmak İstedim - 11


Geçenlerde hayatımın en muhteşem ayarlarından birini aldım. Ayar almak hoş bir şey olmasa da bazıları saygıyı hakediyor gerçekten. Rispekt!

Ben, eski ev arkadaşım, başka bir arkadaşım bi de onun kız arkadaşı oturup öyle boş boş muhabbet etmekteydik. Ortamda kızların hoş olmayan triplerinden dolayı o kıza giydirmekteydim. "Bak var ya biz erkekler olarak böyle size çok söyleyemeyiz ama bebek taklidi yapan kızlardan hiç hazzetmeyiz. Yani mesela böyle diyelim çok aşığız, bu bebek taklidinden sonra bi hoşlanma seviyesine falan düşer bu" diye başladım. Ortamdan coşkuyu aldıkça ben coştum, kendimi kaybettim. Nasıl yardırıyorum ama kız klişelerinden. "Ben seni arkadaş olarak görüyorum"dan giriyorum, "bilmem, bir sebebi yok, sadece sıkıldım"dan çıkıyorum. Erkekler olarak gülüyoruz ortamdaki tek kız tebessüm ederek geçiştiriyo falan. En sonunda iyice kıvama gelince ben "zaten biz 7'siyle 70'iyle, büyüğle küçüğüyle bütün erkekler olarak toplanıp bir manifesto yayınlayacağız bu böyle gitmez" dedim. "Ne zaman toplanıcaksınız" dedi. "Bu gece dolunay çıktığında toplanıyoruz" dedim, "niye dolunay çıkınca adama mı dönüşüyorsunuz?" dedi.

Sessizce başımı öne eğdim. Diğer erkekler de eğdi. Derin bir susuşma oldu. Ayağa kalktım, kızın elini sıktım, tebrik ettim. Ve artık hayat eskisi gibi değildi.

10 Kasım 2009 Salı

Atatürk'ü Anmak


Bugün 10 Kasım sizin de bildiğiniz üzere. Atatürk'ün anılması, bayrakların yarıya çekilmesi, mecliste bugün kürt açılımının tartışılması falan karışık bir gündü. Ama ben sizlere farklı bir şey anlatacağım.

Bizim sınıfta iki tane kız var. Bunları iyi tanıyorum. Hayat üzerine hiçbir fikirleri olmayan, şu hayattaki en büyük dertleri eski sevgilileri olan kızlar. Belki yeni sevgili bulmak da en ciddi problemleri olabilir, emin değilim. Bana kalırsa oksijen ve doğal kaynak sarfiyatından başka bir şey de değiller. Neyse işte bugün ikisi birden üzerinde Atatürk resmi bulunan tişört giyip gelmiş. Atatürk'ü anmak için.

Beni gereksiz derecede kendini beğenmiş ya da çok bilmiş olarak nitelendirebilirsiniz bilmiyorum. Ama yine de söylemeden edemeyeceğim. Açıkcası Atatürk'ün bu şekilde anılmasını hazmedemiyorum. Senede sadece bir gün onun da Atatürk tişörtü giymek gibi bi şekilde yapılması bana absürt geliyor. Bu iki gereksiz insanın Atatürk'ü sahiplenmiş gibi yapmalarını da hazmedemiyorum. Yaptıkları etraflarındakine "bakın ben modern bir cumhuriyet kızıyım" demekten başka bir şeyse ben de bir şey bilmiyorum. Sorsan kıza Atatürkü anlat diye ortaokul sosyal bilgiler dersinden fazlasını da anlatamaz. 19 Mayıs der, Bandırma vapuru der kalır.

İkisinin yanına gittim. "Bu tişörtler ne ki?" dedim. Alaycı bir şekilde bakıp "Bugün 10 Kasıaam, Atatürk'ü anıyoruz" dediler. "İyi o zaman, bir gün Che Guevera tişörtü giyip devrim yapıcak olursanız haber verin, hep beraber giyer geliriz" dedim. Anlamadılar.

Atatürk'ü saygıyla anıyorum. Keşke arkasından gelen nesiller okuyan, öğrenen ve O'nun ne yapmaya çalıştığını anlayan nesiller olsalardı. Bir gün böyle nesillerin yetişmesi dileğiyle.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-25


Bu haftanın filmi 2007 yapımı The Man From Earth.

Filmi izlemeden önce ne konusu,ne oyuncuları ne de yönetmeni hakkında hiçbir fikrim yoktu. Filmin ismini imdb de en iyi bilim kurgu filmleri arasında gezinirken buldum. 25.000 civarı kullanıcıdan 8.2 gibi epey yüksek bir oy oranı alması benim tek referans noktamdı. Filmi indirdim ve hiç bir araştırma yapmadan izledim ve bu yüzden benim için epey ilginç bir 87 dk oldu diyebilirim.

Film başlarda biraz garip gelebilir. Çünkü siz bir bilim kurgu filmi beklerken,o sizi tek bir odanın içine tıkıyor.Buı özelliği ile "12 Kızgın Herif" in aynısı diyebiliriz. Bütün bir film tek bir oda içerisinde karşılıklı akıl yürütmeler ve diyaloglarla geçiyor. Fakat bir süre sonra kendinizi diyaloglara öyle kaptırıyorsunuz ki,filmin o odayı çoktan terk ettiğini ve kurgudaki yerini aldığını görüyorsunuz.

Filmin konusundan hiç bahsetmeyeceğim. Eğer bilmiyorsanız bence hiç araştırma yapmadan izleyin. Filmin etkisi inanılmaz derecede artıyor.

Yalnız filmle ilgili bahsetmek istediğim bir şey daha var: Sonu. Naçizane tavsiyem lütfen sonunu izlemeyin. Son 10 dakika kala kapatın filmi.(Gerçi böyle yapınca herkes daha bir merakla izler de bkz. Ters Psikoloji) Ciddiyim.Filmin sonunu izledikten sonra "yönetmen bu kadar iyi akan bir filme böyle kötü ,bayağı ve komik bir son nasıl yapabilmiş?" diye şöyle bir düşündüm ve yönetmenini araştırdım.Ve sonunda bir mantığa oturttum.Filmin yönetmeni Richard Schenkman'ın bu filme kadar hiçbir önemli yapımı yokmuş derken bir de ne göreyim ; 1992 yapımı "Playboy: Playmates in Paradise " filminde Richard Schenkman'ın imzası var. O anda anladım Man from Earth'ün sonunun nereden geldiğini. Yönetmenin eski tecrübelerinden!...

Yine de iyi bir senaryo ve gerçekten ilginç bir film olan Man From Earth ilgilenenlere tavsiye olunur. (Sonu hariç)

Sedürt'le Diziden Diziye Koşuyoruz - 1


Ya çok canım sıkılıyordu ya da hiç param yoktu. Ben de deli gibi televizyon izlemeye başladım. Aslında itiraf etmek istediğim bir şey var, sadece yol yapıyorum canım sıkılıyordu falan diye. Ama artık bunlar konuşulsun: "son günlerde deli gibi Gossip Girl izliyorum".

Şimdi bu dizi cnbc-e'de bi de e2' de yayınlanıyor(uu evet dostlarım digiturkum var). İkisi farklı sezonları yayınlıyorlar anladığım kadarıyla. Çünkü çok alakasız şeyler oluyor izlediğim bölümlerde.

Biraz diziden bahsedeyim bilmeyenler için. Şimdi böyle acaip zengin ailelerin çocukları var. Bunlar lisede okuyorlar güya. Az önce açtım bizim lise fotoğraflarına baktım bir de televizyona baktım. Üzülüyor insan dostlarım, çok üzülüyor. Geçip giden günlere üzülüyor. Her neyse dedim ya acaip zengin bunlar o parti senin bu balo benim geziyorlar. 4-5 tane esas kız 4-5 tane de esas oğlan var. Şimdi dizinin farklı sezonlarını aynı anda izlediğim için olay örgüsüne tam hakim değilim ama şunu söyleyebilirim ki; çok seksler dönüyor dostlarım. Bu kızlar ve erkekler sevişiyorlar aralarında. Hep eş değiştiriyorlar. Her parti çıkışında yeni yeni seksler var mesela. Parti sırasında da oluyor bazen. Lise demiş miydim size?

Dizide güzel kızlardan birisi Yale üniversitesine gidiyormuş yeni sezonda, öyle bir istihbarat aldım. Olm nasıl bir sınav sistemi var orda? Bu kadar partinin, balonun, sevişmenin üstüne öyle hadi ben gidiyorum deyip Yale'de öğrenci olunabiliyor mu? Bir kere ders çalıştığını görmedim bu kızın ben kaç bölüm izledim. Şununla oynaşayım, öbürüne tokmaklattırayım diye geziyor onca bölüm. Amerika'daki sistemi bilen varsa beni aydınlatsın.

Bu esas kızlarla esas oğlanların anne babaları da farklı farklı zaman dizilerinde aralarında sevişiyorlar. Eş değiştirmeler orda da mevcut ama çocukları kadar çok değil. Libido daha düşük seviyelerde orda.

Evet ilk dizi incelememizin sonuna geldik. Dizi güzel. Güzel kızlar var, yakışıklı gibi oğlanlar var falan. Çok para var lan bi de. Kızlardan birinin evinde bir avize vardı mesela 2 sene para biriktirsem alamam muhtemelen. Avize lan sadece. Neyse dostlarım florasan lambanın icadından dolayı bir kez daha mutlu oluyor ve size bu diziyi coşkuyla tavsiye etmiyorum. Biraz tavsiye ediyorum ama az böyle.

6 Kasım 2009 Cuma

Bulut Değil Onlar Eppek... Tava Eppeği..


Şimdi şu Cern Deneyi'nden hepinizin haberi vardır sanırım. Çok yazılıp çizildi üstüne, evrenin oluşumu bulunacak dendi, karadelik çıkıcak ölücez dendi falan bişeyler. Sonra Hadron Çarpıştırıcısı bozuldu. Deney ertelendi. En son gelecekten gelip deneyi bozdular deniyordu falan acaip teoriler bir takım ilgimi çeken tartışmalar dönüyordu. Ta ki bugün denk geldiğim şu habere kadar.

HADRON ÇARPIŞTIRICISINA EKMEK KAÇTI!!! Olm napıyonuz lan siz orda? Milyar dolarlık yatırım yapmışsınız, evrenin tüm sırlarını çözücez diyosunuz bir takım şovlar falan bişeyler, yepisyeni makinayı içine ekmek kaçırıp da mı bozdunuz? Ey İsviçreli bilim adamları yakıştı mı şu hareketiniz? Yıllardır bilgisayar kullanırım klavyesine bi kere su dökmüşlüğüm yoktur siz koca makinanın içine ekmek mi düşürdünüz? Ekmek dediğin yere dökülür, ne bileyim koltuğa dökülür, budur bi ekmeğin girebileceği maksimum aksiyon. Tekrar ediyorum Hadron Çarpıştırıcısı lan bu! İsmi bile ne acayip, bilimkurgu filmlerindeki sikimsonik aletler gibi adeta. Utanmadan çıkıp söyleme bari, içine ekmek kaçırmışız ondan bozduk diye.

Bilim dünyasına ve de özellikle İsviçreli bilim adamlarına olan inancımı yitirdim. Yarın çocuklarım Cern Deneyini bana sorduklarında nasıl onlara "evlatlarım bizler bilim ve teknoloji çağının insanları olarak içine ekmek kaçırıp bozduk gıcır gıcır aleti" derim? Nasıl onların yüzüne bakabilirim bir daha?

2 Kasım 2009 Pazartesi

Çekyatlar Geri Döndü

Uzun süredir nadide yazarımız spicoli'den haber alamıyoruz bildiğiniz gibi. Şimdi bu spicoli modadan falan anlayan bi adamdır. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim ben zerre anlamadığım için bu işlerden, spicoli böyle bloga falan iki üç satır modayla ilgili bişeyler karalayınca modadan anlıyor gibi geldi. Hee anlamıyosa da gelip bana kızmayın sonra, anlamıyor da olabilir.

Neyse dostlarım baktım ki blogda böyle bi eksiklik oluşmuş. Modadan ne bileyim bir takım böyle şeylerden bahsetmez olmuşuz. Hep böyle tespitler falan bişeyler var blogda, tarzımız oraya kaymış. Madem blogu eski günlerine döndürüyoruz hepimiz bir şeyler yapmalıyız o vakıt. İşte bu yazıyı bunun için yazıyorum dostlarım.

Bu resimde görmüş olduğunuz bir çekyat. Halk arasında fışkı sarısı diye tabir ettiğimiz renkten. Bunun kırmızısı bi de mavisi var bende. Aynından ama. Üzerinde siyah şeritler ve sonsuz işaretine benzeyen işlemesiyle dikkatleri çekiyor. "Öğrenci evlerinde bu sene bunlar modaymış lan" dedim. "Zaten hep modaydı" dediler. Fiyat 100tl(kdv dahil). Çok fonksiyonel bi kere, açıyosun yatak oluyo, kapatıyosun koltuk oluyo efenime söyliyim içine eşya koyabiliyorsun falan güzel. Spot mağzalarında ikinci el olarak 20-30 tl civarı(kdv dahil, fiş almazsan indirim var) bulunabiliyor dediler şimdi. İstihbarat o yönde.

Not: Moda bilgim şimdilik bu kadarına yetti. Spicoli'yi özlüyorum.

Dipnot: Bu yazı spicoli'nin bundan tam bir sene bir hafta önce yazdığı "Ekoseler Geri Döndü" adlı yazıya ithafen yazılmıştır.

1 Kasım 2009 Pazar

Vay Anam Vay

Görüntüdeki fiş Roman Abramovich'in New York'ta bir öğle yemeğinin faturasıymış. 47 bin küsür dolar. 70 milyar falan ediyo bizim tele hesabıyla. Vay anasını arkadaş. Adam demek ki o gün bu yemeği yemese gidip burger king'den 8.75'lik iki menü yese ve parayı da bana verse dünya yeni bi Abramovich kazanıcak. Şaka bi yana o parayla çok net bi şekilde 5 yıl yaşarım ben, gayet de lüks yani. Ama adamın bi öğle yemeği işte. Ulan, neyse.

29 Ekim 2009 Perşembe

Gitsem Gidemem,Kalsam Kalamam,Sevsem Sevemem...


Geçen gün oda arkadaşımla kahvaltı ederken, tv de "kral nostalji klipler" konseptli bir programa denk geldik. Şimdi doğal olarak "Kral Tv Nostalji" den ;"Classic 60s" ya da "Sweet 80s" tarzı bir program bekleyemezsiniz. İster istemez 90'ların iğrenç şarkılarına ve şarkılarla müsemma iğrenç kliplerine maruz kalırsınız. Nitekim o anda da bu önermemi destekler nitelikte TV de "Çelik ve İğrenç Kazağı" beliriverdi. Mecbur dinledik...

Şimdi sıkı durun!!! Şok Şok Şok! ksp'tan müthiş itiraf; Az Sonra... (Bir alt satır lütfen)

Aslında mecbur dinlemedik lan! Resmen oturup dinledik.Eşlik ettik nakarata "Ateşteyim ateşteyim" diye. Çelik darbukayı çaldıkça kendimizden geçtik.Bir ara Çelik'in yanında duran kızların yaptığı o iğrenç dans figürlerini yapmaya çalıştık.Hatta en sonunda ,ben tam elimle masaya vurarak Çelik'in darbuka solosunu atıyorken oda arkadaşım dayanamadı ve : "Bende bu kazağın aynısı vardı lan!" demez mi.

bobiler.org


Oha diyenleri görüyorum ! (-Sana değil Anıl )


Yok lan şaka şaka. O kadar da coşmadık tabi. Ama oturup izledik yani. "90 lar ne acayipti lan!" geyiğini çevirdik. Yüzümüze, o dönemleri yaşadığımızı ve oradan sağ salim çıktığımızı gösteren hafif yavşak bir gülümseme yayıldı. O anda bir şey farkettim ki 90 larla olan ilişkimiz ; genç bir kızın ayyaş ve kızıyla ilgilenmeyen babasıyla olan ilişkisine çok benziyordu. 90 ları hem seviyorduk , hem de ondan ölesiye nefret ediyorduk.

Zaten "hem sevilip hem nefret edilen şeyler" diye liste yapılsa 90'lar tüm bir dönem olarak ilk sıralarda girer heralde.


Tam bir geçiş dönemiydi 90 lar. Lafı fazla uzatıp koca bir dönemin analizini yapmayı düşünmüyorum tabi ki. (Sanki "yap ulan" deseler yapabilicem de... Neyse)(bkz. Körfez Savaşı ve Oluşturduğu Konjünktör'ün 90'lar Türkçe Pop'una Etkileri,k.sp by Mcgraw Hill,Ankara,2009)

Benim diyeceğim şu: 90 lar bizi bir çok yerden etkiledi fakat bizi en çok s.kerttiği alan "müzik"ti heralde. Resmen çocuk yaşımızın getirdiği masumiyetle, sevgiyle, ilgiyle olgunlaşacak olan müzik kültürümüze bir balyoz misali indi 90 lar. O kadar kötü şeylere aşina oldu ki bu kulaklar şimdi kimi duysam aklımda kalıyor. Kimi dinlesem " 90 lar daha kötüydü abi, bu gene iyi " diyorum. İşte o dönemi gerçek anlamda yaşayan (yani basbayağı Tv karşısında Kral tv ve Klip97 izleyerek yaşayan) kişilerin o balyozun altından kalkmaları çok zor oluyor.


Buradan "Ne balyozu yaa;ben bitirdim hacı o işleri ,yara izi bile kalmadı, Bak!" diyenlere sesleniyorum. Hepinizin içinde bir "Çelik" şarkısı mutlaka yatıyor. Kendinizi kandırmayın. Açın bir "Ateşteyim" ,gelin nakarat kısmına, Çelik : "Ateşteyim, ateşte ateşte." desin ve durdurun. yüzde 99.5 unuz o nakaratı mutlaka tamamlayacaktır. Bana güvenin. (Aynı deney 'Hercai' de de denenebilir). Saygılar...


(Dip Not: Classic 60s ve Sweet 80s isimli programlar tamamen hayal ürünüdür)

Kendi Çapında Yabancı - 1


Albert Camus hakikaten şahane yabancılaşmış topluma. Ona saygım sonsuz. Onun kadar yani böyle oturup kitap falan yazacak kadar olmasa da muntazaman ben de yabancılaşıyorum hayata. İşte bloga bi yazı yazabilecek kadar falan anca. Bu yazı dizisinde böyle küçük küçük, sevimli gibi böyle yabancılaşacağız hep beraber.

Şimdi ben amatör olarak müzikle ilgilenirim. Bas gitar çalarım elim döndüğünce. Neyse dostlarım bu sene müzik grubu falan işine girdim bişeyler. Okulun eğlence ve tanışma amaçlı yemeğinde çaldık. Çaldığımız şarkılardan birisi ise Akdeniz Akşamları'ydı. Ve dostlarım 21. yüzyılda, bilim ve teknoloji çağında insanlar hala Akdeniz Akşamlarıyla çılgınlar gibi coşabiliyor. Kendini kaybeden kalabalığı görünce hayatın aslında ne kadar anlamsız olduğunu anladım. Gökyüzüne baktım, işaret parmağımı yukarıya doğrulttum ve "bu şarkıyı senin için çalıyorum Camus" dedim. "Sen ve senin gibi yabancılaşmış tüm insanlar için."

27 Ekim 2009 Salı

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-24


Madem geri döndük bu geri dönüş havada kalmasın diye tozlar içinde kalmış bazı serileri yeniden başlatmayı planlıyorum. Bunlardan biri de "haftanın filmi" serisi.

Bu haftanın filmi Gandhi. 1982 yapımı film, Hindistan'ın bağımsızlığını kazanmasında çok büyük rol oynayan Mahatma Gandhi 'nin biyografisinden oluşuyor. Gandhi nin hayatını daha önce bilmeyenler için gerçekten didaktik bir film diyebiliriz. Biyografi den haberdar olanlar da Ben Kingsley 'in muhteşem oyunculuğu sayesinde Gandhi' yi somutlaşmış ,ete kemiğe bürünmüş olarak bulacaklar. Film 188 dk. gibi uzun denebilecek bir süreye sahip olsa da akıcı yapısı sayesinde filmi hiç sıkılmadan tamamlıyorsunuz.

Açıkçası filmin etkisi bende eğey yoğun oldu. Daha önceden biyografisini okumuştum Gandhi'nin ama kendisini canlı kanlı karşımda görünce! kendimi filme iyice kaptırdım ve bir ara kendimi Gandhi'nin yanında onun öğretilerini dinleyen bir öğrenci gibi hissettim.

En iyi film ve yönetmen de dahil tam 8 oscar kazanan film, dönemin kült filmi E.T yi ve ünlü yönetmeni Steven Spielberg'i de ikinci plana atmasını bilmiştir. Usta oyuncu Ben Kingsley de ilk ve tek heykelciğini bu filmle elde etmiştir(E bi zahmet.)

Gandhi size 3 saatlik akıcı,felsefik ve büyülü bir Hindistan yolculuğu vaat ediyor. Tarafımdan şiddetle tavsiye olunur.

Bu Blog Ölmedi Yüreğimde Yaşıyor...



Evet.Bitiyordu.Artık ölüm döşeğindeki bir hastayı bekler gibi blogun kapanmasını bekliyorduk.

Fakat tüm umutların tükendiği anda o ortaya çıktı. En parlak,en ulu ve en kıymetli yıldızımız bütün ışıklar söndüğü anda parlıyor.Hayır, Earendil* den bahsetmiyorum. Basbayağı sedürt bu parlayan. Tanıdığımız, bildiğimiz sedürt.

O kadar soğumuştum ki blog'tan. Yazı değil yazıcık dahi yazacak mecalim ve isteğim kalmamıştı. Arada girip çıktıkça sağ tarafta : Ekim(1) i görüyor, için için kan ağlıyordum. Ara ara bir gaz gelse ve yeni bir yazıya başlasam hemen aklıma spicoli geliyordu. Ve ona bütün benliğimle haykırmaya başlıyordum : " Yazarsan Ekim'e , yazmazsan... kadar "

Bu sözün ardından bütün dikkatim dağılıyor, bir tek harf dahi basmıyordu parmaklarım. Fakat onu gördüm. Evet o yazı, sedürt'ün yazısı... Yeni bir umut olmuştu benim için. Hala yazabilirdik.Hala bir şeyler üretebilirdik. Tükenmemiştik."Modern gibi kadınla çıkan ve 3 ay sonra tükenip Pink Floyd'un yeni kasetini almaktan bahseden ve bu şekilde ilişkisini bitiren erkek figürü**" değildik biz. Evet, daha yapacak işlerimiz vardı.

Teşekkürler sedürt. Tekrar sahalara dönmek güzel.

"* ve ** " ı hakkaten çok merak ettiyseniz bana mail atın.Evet kimsenin atmayacağını biliyorum hehe.

Bir Sınav İçin Ağıt


Ben her sınav döneminden sonra bir takım kararlar alırım. Yanlış anlaşılmasın dostlarım "bundan sonra günü gününe çalışıcam oğlum" tadında kararlar değil. Yani yalan söylemiyim hadi bir keresinde "oğlum bu sefer çalışmaya bir gün daha erken başlıycam" kararı almışlığım var ama sayılmaz o da. Onun dışında aldığım kararlar daha çok eğlence sektörüne yönelik kararlardı. "Olm acaip gezicem bu sefer", "olm bundan sonra piç olucam, o zaman değerin biliniyor" falan filan gibi bir takım klişe gibi kararlardı gene de aldıklarım. Hee sorarsanız yaptın mı diye başımı usulca öne eğerim. Hem ne demiş İsmail Türüt: Plan yapmayın plan.

Bu sınav döneminde ise sürecin içerisindeyken bir karar aldım. Sınav salonunda hocanın gelmesini bekliyorduk ve bir anda o fikir geldi aklıma: "Bundan sonra sınav çıkışında "sınava girdin mi" diye soran adama "sınav bana girdi ohahahaha" şeklinde cevap veren adamı ağzından burnundan kan gelesiye kadar dövmek"

Önce bu fikrimi kamuoyuyla paylaşmak için sınavın bitmesini mi beklesem diye düşündüm. Ama engel olması oldukça güçtü. 2 saat boyunca nasıl dayansındı bu deli gönül bu fikri söylemeden. Hoca gelmeden ayağa kalktım ve: "millet bundan sonra "sınav bana girdi" esprisini yapanın ağzını burnunu kırma kararını aldım benimle misiniz?" dedim coşkulu bir alkış koptu, aralardan yuhalayanlar falan oldu kafalarını saklayıp, iki üç tane mal gibi çocuk da tırnaklarını kemirmeye başladı.

Sınav bitiminde o tırnaklarını kemiren çocuklar "abi bi konuşabilir miyiz" diyerek beni sessiz bir yere götürdüler. Çocuklarla da kaç senedir aynı sınıftaymışım, ilk kez o zaman farkettim onların varlığını. CIA midir MİT midir nedir kaç senedir dikkat çekmeden durmuşlar yanımızda. Neyse işte: "Abi sırf sınavlara bu espriyi yapabilmek için çalışmadan giriyoruz, bildiğimiz bir bu espri vardı onu da sen aldın elimizden, gel vazgeç sen şu işten, bitirme bizi" dediler. "Tamam" dedim, "ben görmeden sessizce aranızda yapabilirsiniz, ama ben duymayayım" dedim. "Saygılar abi" dediler ve tekrar kalabalığa karışıp kayboldular.

27 Eylül 2009 Pazar

This is It

Michael Jackson'un ölmeden önce programını yaptığı turne; "This is It". Daha sonra MJ ölünce bu turne; yaptğı provalar ve sahne arkası görüntülerden oluşan bir belgesele dönüştürülmüş. Film 29 Ekim'de ülkemizde gösterime girecek tüm dünya ile birlikte. Sadece 2 hafta gösterimde kalacakmış.

Sadece şu afiş bile yeter aslında. İnanılmaz.

25 Eylül 2009 Cuma

24 Eylül 2009 Perşembe

Oscar'ı Gördüm

Mahsun Kırmızıgül'e daha çok küçükken Seda Sayan'la aşk yaşadıkları zamanlarda televizyondaki canlı yayınlanan bir programda "Bir daha söyle, seviyorum! Bir daha, seviyorum! Ben de seni sevgilim" şarkısını söylediklerinden beri soğuğum. Sonrasında Galatasaray için şampiyonlar ligi şarkısı, sarı sarı kimin yari şarkısı falan da besteledi. Ama sinemacı yönünü hiç bilmiyordum.

Önce Beyaz Melek çıktı, Mahsun Kırmızıgül'ün yazıp yönettiği, sonra da Güneşi Gördüm. O şarkıların ben de bıraktığı etkiyle "Mahsun Kırmızıgül film yapsa noolur" diye yüzeysel bir yaklaşımla izlemedim hiç birini. Aslında Güneşi Gördüm çıktığında oyuncu kadrosu ve sağdan soldan edindiğim izlenimler sonrası gitmek ister gibi oldum ama bu sefer gidecek kimse olmayınca kaldı işte öyle. Aslında Mahsun Kırmızıgül sinema eğitimi almışmış meğer. Hala oturup araştırmıştım değilim ama öyleymiş sanırım.

Neyse efendim o Seda Sayan'a bağıra bağıra ben de diyen Mahsun Kırmızıgül'ün filmi Oscar'a aday adayı oldu. Geçmişteki yaptıkları filmi etkilemez ama sanırım filmleri izleyene kadar ben etkisinde kalıcam ne yazık ki. Yine de böyle bir başarı önemli gerçekten sinemamız adına. Mahsun Kırmızıgül'ün daha ikinci filminde böyle bir başarıyla ödüllendirilmesi de ayrıca takdir edilmesi gereken bir durum. Bi daha film yaparsa ilk gün izlicem artık.

not: blog yazarları nerdesiniz lan uyanın artık.

21 Eylül 2009 Pazartesi

20 Eylül 2009 Pazar

12 Dev Adamlı Bayram Mesajı

Milli takım sağ olsun yine beni yanıltmadı. Daha önce de söyledim bu takıma beklenti yaramıyor diye. İlk tur ve ikinci tur gruplarında Sırplar ve İspanyolları yenince bu takım madalya alır beklentisi oluştu hemen hemen herkeste. Hele ki bir çok takımın yıldız oyuncularının gelmediği bu turnuva 2001'den sonraki ilk madalya için inanılmaz bir fırsattı. Ama ne oldu? Beklentilerle izlediğimiz tüm maçlardan boynu bükük ayrıldık. Sakatlıklar olmasaydı dedik, çok yorulduk dedik, hakemlere salladık ve en sonunda rezalet iki klasman maçı sonrası çok iyi mücadele ettik ama şanssızdık diye kendimizi avutarak geri döndük. 2010'u bekliyoruz. Bakalım yıllardır dillerden düşmeyen 2010'da neler olacak? Ama fotoğraftaki gibi Barış Hersek'le falan gidersek yine ne olacağını söyleyeyim, bi bok olmayacak. Bayram bayram ağır konuştum ama kimse kusura bakmasın. Böyle yani.

Başından beri iyi hücum bi takım olmadık, hatta bana göre ortalama bi hücum takımı bile ancaydık ama savunmada iyiydik şimdi. Fakat karşımıza biraz iyi savunma yapan biraz da iyi hücum eden ve adam akıllı yıldızları olan takımlar gelince afalladık ne yazık ki. Bugün bi takım turnuvanın en önemli maçlarında son topları 20 sn bekleyip başı kesik tavuk gibi dolanan bi guardla rastgele kullanıyorsa olacağı budur. İyi mücadele ettik ama. Şanssızdık.

Turnuva sonrası 2010 için ümit veren; Ersan'ın oyunu, Ömer Aşık'ın faulleri düzeltmesi şartıyla oyunu ve başka da bişey yok ne yazık ki. Bi ara kaptırmıştım kendimi hakkaten madalya diye ama şabuk uyandık malesef. Ne Hidayet bekleneni verebildi, ne guardlarımız önemli maçlarda oyuna ağırlık koyabildi. Tanjevic'e girmiyorum zaten hiç, oyuncu kadrosu açıklandığından beri tepkiliyim kendisine. Ama işin en üzücü yanıysa ilk maçlarda alınan tırt galibiyetler sonrası iyi mücadele ettik yalanına inanıp Tanjevic'le kendi evimizdeki dünya şampiyonasını da harcayacak olmamız. Keşke gruptan bile çıkamasaydık da kovulsaydı böyle olacağına. En çok koyan da sıralama maçlarında oynasın diye taa Polonya'lara adam götürüyoruz, Nba yıldızlarımız evinde otururken. Mehmet Okur'u sevmem ama bi Amerika olmadığımıza göre, Mehmet'i seçmeyip Dwight Howard'ı seçemeyeceğimize göre bu adamı bi şekilde kadrona monte edeceksin arkadaş. Yoksa nerde kaldı senin koçluğun, hadi koçum hadi aslanım demekle olsa keşke bu işler. Bu takımın en iyi oyuncuları kimlerse sistemini ona göre kuracaksın. Mili takım oyuncu yetiştirmek için kullanılan bi altyapı takımı değildir.

Tanjevic kadar sinir olduğum bir başka şeyse nerde o eski bayramlar, şimdi ki bayramlar da bayram mı? diye ortalıktan dolananlar. Hepsi değil tabi de "şimdi kriz var bayram bişeye benzemiyo" falan diyenler özellikle. Napalım abicim oturup ağlayalım mı şimdi. Bayram bu işte zamanla herşey gibi değişiyor bu da. Biz de küçükken para toplayıp torpil patlatırdık, güzeldi. Ama artık böyle. Her sene aynı muhabbeti yapmayalım lütfen.

Herkese iyi bayramlar. Yine de eski bayramlar güzeldi be abi.

18 Eylül 2009 Cuma

Kötü Senaryo-İyi Senaryo


O kadar ruh yakala. Savunma yap. İspanya dahil bütün takımları yen. Engin Atsür son saniyede Slovenya'ya o şutu atamadığı için elen.

Tamam belki Hırvatistan çıksa da elenebilirdik fakat yadsınamayacak bir şey var ki öteki grubun en güçlü takımı çeyrek finaldeki rakibimiz.

Tüm maçlarını kazanarak gelen Fransa'nın dün başına gelenlerden sonra aynı tarifeye bizim de yazılmamız işten bile değil. Fransa'nın durumu bizden de acıklı tabi. Grup lideri ol son Dünya Şampiyonu'yla eşleş. Reva mı bu be!

Biz gelelim yarınki rakibimize. Öncelikle Yunanistan'ın bu seferki kadrosunda Papaloukas ve Diamantidis gibi 2 t.ş.klı gardı göremediğim için son derece sevinçliyim. Bu adamlara karşı oynamak ,savunma yapmak,sayı atmak öyle herkesin harcı değil. "Nice koç yiğitler" yere serildi zamanında.

Fakat onlar yok diye hiç adam da yok değil.Sonuçta henüz 3 yıl önce Lebron lu Howard'lı Wade'li Amerika'yı yenmiş bir basketbol ülkesinden söz ediyoruz. O günkü kadrodan yarın oynayacak sadece 4 isim var: Zizis, Scortsanitis,Fotsis ve Spanoulis. Şüphesiz ki bu isimlerden en önemlisi Spanoulis ve onun yarınki performansı maçın gidişatına epey etki edecektir.Gününde oldu mu Fotsis de bizi hem içeriden hem dışarıdan üzebilecek bir uzun. İyi beslenirse Scortsanitis de büyük tehdit.

Bu 3 ünden başka, pek iyi istatistiklere sahip olmasa da Yunan ekolü guard fiziğiyle dikkat çeken Nick Calathes, şutör Perperoglou ve çok iyi bir turnuva geçiren pivot Ioannis Bourousis de bizi rahatsız edebilecek isimler arasında.

Gelelim bize. 2006 da boyun eğdiğimiz Yunanistan karşısındaki kadrodan bizde de 4 isim kalmış: Ender, Engin, Semih ve Ersan. Burada Ersan çok üst düzey bir turnuva geçiriyor ve en değerli oyuncumuz konumunda. Ender ise eski turnuvalardan farklı olarak epey yüzdeli bir turnuva geçiriyor. Daha önemlisi hücumdaki doğru tercih yüzdesi beni son derece şaşırttı diyebilirim.


Tabi bu 2 oyuncunun ötesinde bizde bir de Hedo faktörü var. Hidayet öyle sıradan bir oyuncu değil. Bu turnuvanın Gasol ve Parker'la birlikte en popüler ve kariyerli ismi diyebiliriz. Fakat Sırbistan maçındaki tablosu beni inanılmaz hayal kırıklığına uğrattı. Kaçırabilirsin ,lafımız yok. O kadar kredin var tabi ki de o hücum tercihleri de neyin nesi arkadaş. Eğer yarın da böyle saçma sapan gereksiz zorlamalara kalkışırsa işimiz iş
.

Son olarak , uzunlar fena gitmiyor. Semih bile toparladı. Biraz IQ eklesen adam uçuracak takımı. Ömer Aşık foul atışı problemine girmese çok iyi bir turnuva geçiriyor. Ama böyle atmaya devam ederse hem kendini hem takımı " Hack a Shaq " a kurban edecek. Oğuz "frankie" Savaş da foul sorununa girmez katkı sağlarsa buradan ekmek yeriz gibi duruyor.

Toparlarsak ; yarın yarı finale çıkmamamız için hiç bir sebep yok ve bir çok sebep var (Felsefe yapma lan!) Eğer savunma gayretini turnuva boyunca yaptığımız gibi elden bırakmazsak, en azından yarın bizi, heyecanlı bir maç bekliyor diyebiliriz. Şimdiden başarılar 12 Dev Adam.

15 Eylül 2009 Salı

Alırsın Ford Olursun LORD!

11 Eylül Dünya için çok önemli bir tarihtir. O gün bütün bilinenler sıfırlandı ve yeni bir konjonktür belirlendi. Politika değişti, Sanat değişti, Spor anlayışı değişti.Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, eskisi gibi yaşanmayacaktı.

Evet bütün bu değişimin arkasında sadece bir olay var. Fakat kimse ama kimse bu olayın ve bu değişimin farkında değil maalesef.

Elbette değişimin yegane sebebi "İkiz kulelerin yıkılması"!

Değil tabi ki de.

11 Eylül 2008 günü Lordlar Kamarası 'nın ilk yazısıydı bre cahiller. İşte kimsenin farkında olmadığı fakat Dünya'yı değiştiren/değiştirecek/değiştirme hedefli-(meyilli) olay bu.

Acı acı tebessüm ettiniz di mi? "Üff" ler "Püff" ler ard arda sıralandı. Hatta bazılarınız çoktan sıkılıp yazıyı okumayı bile bıraktı.

Ne yapsanız haklısınız. Bize az bile!


Ulan blogun 1. yılı doluyor ne arayan var ne soran. "He arkadaş hayırlı olsun, 1 yıldır saçma sapan kafa şişrdiniz. Ayrıca tam dikiş de tutturamadınız. Yine de bir emek harcadınız, bi alın teri gördük.Sırf bu yüzden helal olsun" diyen de yok. Hadi sizi geçtim buraya yazan diğer 3 şahıs bile bunun farkında değil. Ben burada "değişim" diyorum. "konjonktör" diyorum.(Galiba onu tam diyemiyorum) Spicoli denen şahıs ancak çoluk çocuk eylesin. Sedürt ün ne idüğü belli değil. Belki Afyon 'da bir tinerci tarafından bıçaklanıp Posta nın 3. sayfasında kendine köşe yaptı. Svetlin desen ,tam emin olmamakla birlikte, kendisinin" Gez g.tüm yolları, iç soğuk suları" modunda olduğunu düşünüyorum.

"Peki sen niye kutlamadın 11 Eylül'de de, bugüne kadar sarkıttın bre gafil!" derseniz , cavaben "Size ne" derim ancak. ( O zaman da kabalık etmiş olacağım, varsın olsun)

Ben aslında buraya 12 Dev Adam'ın şairane yürüyüşünden bahsetmek ve Çeyrek Final'de elenince bütün büyünün biteceğini hatırlatıp, buradan dem vurmak istiyordum.Ama gel gör ki bu "Doğum Günü" meselesi içime dert olmuştu. Acımı paylaşmak istedim. Bağışlayın.

Bu arada "12 Eylül" de kaynadı. "Damn you! K.E"

Benim söyleyeceklerim bu kadar. Heppi börtdey tu as (- İngilizce'yi okunduğu gibi yazmanın modası geçmiş duydun mu? - Hayır)

12 Eylül 2009 Cumartesi

Lance ve Çetesi


Twitter son dönemin en popüler internet sitesi tartışmasız. Özellikle de kendi alanlarında tanınmış ve kendi hayran kitlesine sahip bazı ünlüler sürekli bu site üzerinden paylaşımlar yapması olayı daha da ilgi çekici hale getiriyor. Lance Armstrong da Twitter üzerinden bu tip paylaşımları oldukça sık yapıyor. Hatta Twitter üzerinden sevenleriyle buluşma ayarlayıp birlikte bisikle turuna çıkıyorlar.

Yukarıdaki fotoğraf da Lance'in sevenleriyle son çıkarmayı yaptığı Los Angeles'dan. Görüldüğü gibi kalabalık tek kareye sığmıyor. Daha önce de farklı yerlerde aynılarını yapmıştı üstad. Buluşmalarımız devam edicek demiş. Yarın bir gün Ankara'ya falan gelirse Bisan'a atlar Tandoğan'a inerim, Lance'la birlikte at koşturmak için.

by Svetlin from Spicoli's

10 Eylül 2009 Perşembe

"Public Enemies" Diye Bir Film Vardı ,Ne Oldu?


Evet ben bir ara "Public Enemies" isminde bir film izlemiştim. Unutmuşum.Bugün blogları gezerken denk geldim. Bu filmi izlediğimi bile unutmamın tek gerçek sebebi ise şu : Film son derece kötü.

Yani imdb puanı ver deseler (hoş kimse demiyo da) 2.5 tan 3 diyorum. O da o kadar oyuncu oynatmış, silah patlatmış, masraf yapmışlar. Onun hatırına.

Filmde Johnny Depp var, Christian Bale var ; resmen ekmek kadayıfı. E üstüne de Marion Cotillard'ı koymuşlar kaymak niyetine. "Of anam!" diyerek gidiyorsun filme.

Ama ne ile karşılaşıyorsun. 1 hafta güneşte beklemiş, bayat, küflenmiş bir tatlıyla. Kusacaksın resmen. Haliyle yiyemiyorsun atıyorsun çöpe.

Tam anlamıyla " Cliché " bir senaryo ve üzerinde çalışılmamış,basit karakterler bekliyor seni. O kadar para döküp Cotillard'ı oynatıyorsun , neredeyse replik vermeyecekmişsin kadına. İnsaf be Onbaşı!

Biliyorum bunları yazmakta çok geç kaldım, film vizyondan bile kalktı ama sağda solda afişlerini görüp DVD işine de girmeyin diye söylüyorum.Tabi yine de tercih sizin. Sonuçta ucuz senaryolu,tırt karakterli, kötü çekimli mafya filmlerinden de hoşlanan insanlar mutlaka vardır.Saygılar ...

Doğada Bir Canlı Türü: AMGA lar


Geçenlerde lise arkadaşlarımızla iftar düzenledik. Şimdi bizim lise hayatımız yatılı okulun mevcut olmasından mütevellit epey samimi bir ortamdı. Bu samimiyetin derecesi lisedeki ilk yılın ardından “Enseye şaplak , g.te parmak level” a ulaşmıştı. Şimdi lise biteli de epey oldu ve bazı arkadaşlarla yola devam ederken bazılarının sözleşmelerini çift taraflı , bazılarınınkini ise FIFA lık olacak şekilde tek taraflı bitirmek durumunda kaldık. İşte bu en son düzenlenen iftarda şunu bir kez daha anladım ki “Bir süre çok samimi olup sonra uzun zaman görüşmediğin arkadaş” hayatta baş başa kalmaktan en çok çekinmen gereken 3 insan tipi"nden biri imiş.(Diğer ikisi şimdi aklımda yok maalesef.


Bu yazıda bu arkadaş tipine kısaca AMGA (Araya Mesafe Girmiş Arkadaş) diyeceğim.(İsim biraz sıkıntılı oldu ,kusura bakılmasın ve idare edilsin lütfen) Şimdi bu AMGA larla baş başa kaldığında elinde muhabbet sırasında kullanabileceğin hiçbir materyal olmuyor maalesef. Bu görüşmediğiniz süre içinde AMGA nın ne yaşadığını bilemediğin için nasıl bir değişime uğradığını da kestiremiyorsun. Mesela durumu kurtarmak için ortaya atacağın ortak bir anınıza vereceği tepki hiç beklenmedik olabilir. Ayrıca AMGA larla yaşanan bir başka sorun da karşılıklı uzun süren sessizliklerdir. İngiliz bilim adamları bu durumu “Uncomfortable Silences” şeklinde adlandırmışlardır. Bu tip durumlar uzadıkça muhabbetin bataklığa doğru sürüklenmesi kaçınılmazdır.



Bazen de AMGA lar ortama,senden ayrı olduğu dönemde tanıştığı (tercihen kız arkadaş) bir arkadaşıyla gelir ki ,bu kez durum senin açından daha bi zorlaşır. Çünkü AMGA bu yeni arkadaşa , geçmişini çok farklı lanse etmiş (evet lanse etmek) olabilir. Bunu bilmeyen sen; gaf üstüne gaf yapabilir, pot üstünde pot bırakmayabilirsin. Örneğin geçmişte çok gülüp eğlendiğiniz fakat şimdi AMGA nın hatırlamak bile istemeyeceği ortak bir anınızı anlatabilir ve AMGA yı sinirlendirebilirsin. Bu tip durumlarda AMGA genellikle inkar yolunu seçer ve böyle bir şeyin olmadığını savunur.Biraz daha üstüne giderseniz de konuyu kapatarak “yeni arkadaş” ıyla başka bir muhabbet açmaya çalışır. Deneyin siz de göreceksiniz.


Peki ne yapmalı? Öncelikle AMGA larla uzun süre baş başa kalınacak, aktivitesiz bir görüşme ayarlanmasından kaçınmalıyız. Gerekirse ortama eski ortak arkadaşlardan çağırıp AMGA yı oluşan samimiyet ortamında eritmeliyiz.Eski konulara çok fazla girmemeli, mümkünse çok yüzeysel gündem muhabbetleri yapmalıyız. Örneğin bu aralar Milli Takım ve Eurobasket derde derman.


Eğer “Yok, ben illa eski dalgalara dalarım,kendimi tutamam” diyorsanız, eski muhabbeti ucundan gösterip AMGA nın tepkisini ölçmeli ve eğer konuyu kapatmaya meyilli olduğu görülürse hiç uzatmamalı, üstüne gitmemeliyiz.Eğer AMGA nın yanında bu “yeni arkadaş”lardan varsa, AMGA yı öven anılar tercih edilebilir. Ama tabi bokunu da çıkarmamak lazım. Sonuçta “Yeni arkdaş”a da yazık.


Ve şu unutulmamalı ki ,karşımızdaki bizim için ne kadar AMGA ysa ,biz de onun için o kadar AMGA yız. Bu yüzden empatiyi elden bırakmamak , bu durumu göz önüne alarak AMGA’ya yaklaşmak en doğrusu olacaktır.