Tavsiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tavsiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2010 Çarşamba

Mew

Mew, bugüne kadar gördüğüm en uzun albüm adına sahip olan grup olabilir. Öncelikle ondan bahsedeyim. Albümün adı; "no more stories are told today, i'm sorry they washed away." Albümün adı tam olarak bu evet. Ama bakmayın çok güzel bi albüm yapmışlar. Birkaç yerde görüp merak ettim ve bu albümle bi deneme sürüşü yapalım dedim ve fazla sürmeden tüm albümleri edinmeye karar verdim. Edinmek derken de yanlış anlaşılmasın, warez sağolsun heh heh. Yaptıkları müziğe gelince nasıl tanımlayacağımı tam olarak bilmiyorum, huzur verici, dinlendirici bir müzik en basit haliyle. Henüz diskografiye tam anlamıyla hakim olamadığımdan şu şarkıyı kesin dinleyin diyemicem ama albümü bi dinleyin, devamını edineceğinize şüphem yok. Sadece bu albüm de değil tabi toplam da 5 albümleri varmış.

Günün birinde yollarının ülkemize düşmesi ümidiyle.

7 Ağustos 2009 Cuma

Tatilcinin El Kitabı - Zeytinli Rock Fest

Önümüzdeki hafta geleneksel Zeytinli Rock Festivali'nin kaçıncısı bilmiyorum ama bir yenisi daha gerçekleşecek. Geçen yıl bu tecrübeyi yaşamış biri olarak bu yıl ilk kez gidecek olanlar varsa ve burayı da okurlarsa rezil rüsva olmasınlar diye deneyimlerimi aktarıcam inşallah.

Bu yıl festival Foça'da yapılacakmış. Festival ilanı fotoğraflarına baktım güzel bi yere benziyor. Her tarafı deniz falan, umarım gölgelik alanlar da artırılır. Böylece yer kapmak için sabah 5'te kalkıp gölgelik yere kaçmak zorunda kalmayız. Neyse bu sefer alan güzel gibi, her taraf deniz.

Müzik dinlemek istemediğinizde kafa dinlemek için sakin kuytular olacak sanırım. Bir de fotoğraf meraklıları için böyle acayip sanatsal fotoğraflar çekilebilecek manzaralar oluşuyomuş, gün
batımında. Belki bi kaç tane de ben çekerim telefonla.

Ders çalışırken en çok çalışmayı sevdiğim notlar böyle madde madde olanlar. Böyle kitap gibi uzun uzun paragraflarca yazılmış notları sevmiyorum. İlk paragraftan sonra kopuyorum genelde. O yüzden bu yazıyı da böyle madde madde yazmak istedim, okurken benim gibi insanlar sıkılmasın diye.
  • Öncelikle festivale gitmeniz için gerekli şartlar var. Bunlar bilet, kızlar için genelde kızıl ve mayi boyanmış saçlar, erkekler içinse top sakal ve her iki cins için de siyah tişörtler. Kelime esprili olursa daha güzel. Yanınızda olmaması gerekenlerse deodorant ve parfüm gibi maddeler.
  • İkinci olarak festivale gitmek için hem ucuz hem eğlenceli olur diye dandik trenle gitmeyin. Hele ki uzak yerden geliyorsanız asla. Geçen yıl o gaflete düştük, 15 saat sürdü tren. Gerçi ben büyük kısmını uyuyarak geçirdim ama Spicoli'ye bunun güzel bişey olup olmadığını sorabilirsiniz. Güzel değilmiş.

  • İzmir üzerinden Foça'ya gidecekseniz İzmir'de inince "festivalciyiz, asiyiz, maceracı takılalım" diye otostop falan yapmaya kalkışmayın. Onu da denedik o da güzel bişey değil. Herşeyden önce o bavullarla bi aşağı yukarı dolaşınca omuzlar falan mahvolduğu gibi sizin gibi otostop peşinde koşan çakallar olduğu için güzel bi yer bulacaz diye heba oluyorsunuz. Bunların en kötüsü de araba beklerken oluşan amele yanıkları. Sonra festival alanında birbirinizi ararken "abi bizim arkadaşı gördün mü üstünde kalıptan çıkmış gibi amele yanıkları var" diye aramayın. Ki tüm bunları yapsanız bile otostopta başarılı olma şansınız az. Biz 2 saat amele gibi bekledikten sonra başarılı olamayınca sinirlenrip parayı bastık ve öyle gittik yine. Otostop güzel değil.
  • Festival'e "erken gidelim abi eğleniriz" demeyin. Nice koç yiğitleri kızgın güneş altında heder eden düşüncenin temeli bu arkadaşlar bu gibi durumlarda. Erken gidecekseniz de kapı açılış saatinden sonra orda olacak şekilde gidin. "Kapıları erken açarlar kalabalık olunca demeyin", açmadılar. Sonra güneşin altında amele yanıklarınıza yeni güzel desenler eklenir.
  • Mutlaka güneş kremi alın ve kullanın. Gerçi bunu aklı başında çok insan yapar ama biz niye yapmadık bilmiyorum. Her tarafımız patlıcan gibi kızarınca gidip güneş kremi aldık "yandık lan biz galiba" diye ama fayda etmedi. İlk gün sendromu önemli, güneşe yenik düşmeyin.
  • El feneri alın yanınıza, sonra gece "aa pardon yanlış gelmişim" diye ters bi çadıra girip de çıkamamak var. Neyse ki bunu akıl etmişiz biz.
  • Sabah erken kalkıp gölgelik alandan yer kapın. Sonra güneşin altında bütün gün yanmak var. Ya da en güzeli sabah kalkıp gezmeye gitmek etrafı, 4 gibi gelip denize girmek. Sonra da konserlere devam etmek.
  • Sulu şakalar yapmazsanız sevinirim, bişey olacağından değil de sevmiyorum ben.
  • Konserler sırasında ön sıralardan uzak durun. Zira yukarda bahsettiğimiz siyah tişörtlü ve tezcanlı arkadaşlar "eğleniyoruz eeaabi" diye birbirlerini öldürmeye çalışıyolar. O işlerin adamı değilseniz sakatlık yüksek ihtimal. Wall of death.

  • Bu yılki festivale Lordi geliyomuş. Eurovision'da izlemedim ama maskeli falan değişik bi grup. Finlandiyalılarmış. O konser sırasında -eğer ki sevmiyorsanız- uzak durun sahneye bence. Çünkü grup böyle olunca dozu kaçıran fanatikleri olacağını tahmin etmek pek zor değil. Herşey olabilir. Çeşit çeşit insan var.
  • Bu tavsiyem de sadece erkekler için; oraya gidince; "ortam güzel, deniz kum güneş üçlüsüne müzik de eklenince kız tavlarız kesin" diye düşünmeyin. Bu gibi düşünen popülasyon, katılımcıların %90'unu oluşturduğundan tavlanılcak kızlar yerine çılgın Hayko Cepkin Fan'ları sizi bekliyor olacak. Buna dikkat edelim, beklentiyi minimum seviyede tutalım.
  • Hayko Cepkin Fan'ları ve punkçılar gibi extreme topluluklardan uzak durun. Yanlış anlaşılmasın kimseyi kötülemiyorum ama geçen yıl "ben punkçıyım Ankara benim anam, Ankara'ya söven bana sövmüş sayılır" diyerek kavga çıkaran tipler görünce bu kararı aldık biz. Yine de siz bilirsiniz.
  • Son olarak giderken dönüş biletinizi alın kafanız rahat olsun. Sonra bilet bulunmuyor falan bir sürü zahmet.
İyi eğlenceler.

5 Haziran 2009 Cuma

Benim de Tavsiye Edeceklerim Var - 2


Bugün Facebook'ta rastgeldim bu kısa filme. Kısa filmlere zaten özel bi sevgim vardır, final dönemiydi, dersti dinlemeyip izledim. Hem de defalarca.  

Filmin adı "Skhizein". Nasıl söylendiği hakkında en ufak bir fikrim yok filmin adının. Bir Fransız yapımı animasyon filmi. Senaryosunu yazan ve yönetmenliğini yapan kişi Jeremy Clapin. Neyse kısaca filmden bahsetmek istiyorum.

Film üzerine bilmem kaç bin tonluk meteor çarpması sonucu kendisinden 91 cm uzaklaşan bir adamın hikayesini anlatıyor. Hikaye fazlasıyla sıradışı. Ama bana hissettirdikleri oldukça inanılmazdı. Filmi buradan izleyebilirsiniz.

----spoilerlar olabilir izledikten sonra gelin bu kısıma nolur nolmaz----

Film hakkında internette çokca yapılmış yorum bulamadım açıkcası. Yani insanlar izlerken ne hissetmişler benim kurduğum bağlantıları kurmuşlar mı bilmiyorum. Ben şahsen filmdeki olaylara, adamın sözlerine falan fazlasıyla anlam yükledim. Bana baya baya aşk acısı çeken ya da terkedilen(meteor çarpması) bir adamı anlatıyormuş gibi geldi. Gerek psikoloğun "astroidle ilgili sonra konuşalım" şeklinde beyanatlarına "o bir astroid değil meteordu" diye cevap vermesi ya da yine aynı psikoloğun "fiziksel hiçbir hasar yok değil mi?" şeklinde ısrarlı soruları böyle düşündürdü. Ve de en önemlisi filmin sonunda karakterimizin sarfettiği cümleler bunları düşündürdü bana. Sizin filme dair farklı yorumlarınız farklı bakış açılarınız varsa dinlemek isterim mutlaka.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Haftanın Müzik Listesi - 24


  • Opeth - Face of Melinda
  • Tool - Schism
  • Pantera - Floods
  • Dream Theater - Finally Free
  • Radiohead - Fake Plastic Trees
Bu hafta listeyi hazırlarken değişik bir atraksiyona imza atayım dedim. O yüzden değişik bir liste çıktı ortaya. Hemen her hafta bir Pink Floyd'dur bir Deep Purple'dır listede banko yer buluyor. Şüphesiz ki efsanelere saygım sonsuz, hem severim hem sayarım. Lakin biraz değişiklik iyi olur arada. Yukarıdaki şarkıların seçilmesinin önemli bir sebebi var aslında. Beni bu aralar çok etkileyen farklı özellikleri var. Mesela Face of Melinda'nın muhteşem gitar riffi(4:35 sonrası inanılmaz), Schism'in inanılmaz bass'ları, Floods'un solosu, Finally Free'nin davulları, Fake Plastic Trees'in vokali. Sanılmasın ki sadece belirttiğim özellikleri iyi bu şarkıların. Bütün olarak hepsi çok iyi şarkılardır. Hepsi tarafımdan ayrı ayrı tavsiye olunur.

Bu arada yazıyı bitirirken değişik bir atraksiyona daha imza atmak istiyorum. Hani hep dönen bir geyik vardır :"abi neden şimdi Pink Floyd gibi Deep Purple gibi efsaneler yok 70lerde 80lerde yaşamak vardı anasını" tadında muhabbetler pek sık döner. Aslında çok tırt bir tartışmadır bu bana kalırsa. Bundan 15-20 yıl sonra da günümüz gruplarından şüphesiz ki efsaneler olacaktır. Hah işte soruyorum sizlere, sizin efsane adaylarınız kimlerdir? Yorumlarda tartışılsın masaya yatırılsın, hoş olur. (benim ilk aklıma gelen adaylarım: Radiohead, Dream Theater, Tool an itibariyle)

2 Şubat 2009 Pazartesi

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 21


Bu film çıktığında 9-10 yaşlarındaydım. İnanılmaz ses getirmişti film. Biz de kuzenim ve kardeşimle bu filme gidebilmek için anne ve babalarımızdan izin istemiş, lakin "o film size göre değil" cevabıyla karşılaşıp gidemememiştik. Bu laf nasıl bilinç altıma işlediyse artık geçen haftaya kadar izlemedim filmi. Lakin geçen hafta izlediğimde ise "nasıl bu zamana kadar izlemedim bu filmi" dedim.

1997 yapımı bir Mustafa Altıoklar filmi Ağır Roman. Metin Kaçan'ın romanından uyarlanmış bir film. Başrollerde Okan Bayülgen, Müjde Ar ve Mustafa Uğurlu var. Film bir roman mahallesinde -kolera mahallesi- geçen olayları konu alıyor. Mahallenin delikanlıları ile mahalleye sonradan gelen "Reis ve adamları"nın mücadelesi işleniyor filmde. Ve tabi ki aşk da var. Filmin esas karakteri ise Okan Bayülgen'in canlandırdığı "Salih" karakteri. Okan Bayülgen gerçekten inanılmaz oynamış bu karakteri. Keşke daha çok filmde oynasa dedirtti bana. Gerek Salih'in o toy hallerini gerekse mahalle delikanlısı hallerini öylesine oynamış ki... Bir de diğer bir çok üst düzey oyunculuk ise Mustafa Uğurlu'nun canlandırdığı "Reis" karakteri. Gerçekten şapka çıkarılacak performanslar.

Film bana kalırsa Türk sinemasının en ağır dramalarından birisi. Hatta neden bilmiyorum ama bende bir "requiem for a dream" etkisi yarattı. Filmin ilk yarısındaki yükseliş, ikinci yarıda sert bir şekilde dibe vuruş. Film bittiğinde ben de çökmüş ve bitmiş durumdaydım gerçekten. Mustafa Altıoklar gibi bir adam böyle bir filmi nasıl çekmiş diye önce şaşırıyor sonra kendisini tebrik ediyoruz.

20 Ocak 2009 Salı

Atlas Silkindi

Ne zamandır kitap incelemesi yazmadığımı farkettim. Bu aralar sınav dönemi olduğu için hem okumakta hem de buraya bir şeyler yazmakta zorlanıyorum. Bu yüzden benim daha önceden bizim liseden dönem arkadaşlarımızla kurup daha sonra tutmayınca kendi halinde bıraktığımız forumda yazdığım inceleme yazısını doğrudan buraya aktarıyorum.

Ayn Rand'in 1957 yılında yazdığı bir roman Atlas Silkindi. Tüm zamanların en çok okunan felsefi romanı deniyor kitap için. Çıktığı günden bu yana her yıl ortalama 200.000 satmış. Amerikalıları İncil'den sonra en çok etkileyen kitap deniyor bu kitap için.  Kapitalizm üzerine yazılmış bir kitap. Hatta kapitalizmin İncil'i denebilir biryerde de. 

Bu kitabı özellikle komünist-sosyalist düşünceye merak salmış arkadaşlara tavsiye ediyorum. Çünkü insanlar genelde hiç bir zaman karşıt görüşü savunan şeyleri okumazlar. Ama bence savunduğun şeyi bilmek kadar neyin karşısında olduğunu da bilmek önemli. 

Kitabın içeriğine geleyim birazcık. Kitap kapitalizmi ve serbest piyasayı anlatıyor. Özel demiryolu şirketi sahibi bir kadın ve çelik fabrikası sahibi bir adam üzerinden kapitalist düzen işleniyor. Fakat kitabın beni en çok etkileyen kısmı komünist düzen kitaplarında sürekli ihmal edilen adeta ideal şartlarda hazırlanmış kendinden önce başkalarını düşünen insanlar yerine kişisel hırsları olan daha gerçek insanların bu kitapta varolmasıydı. "Biz" yerine "ben" denilen bir dünya anlatılıyor kitapta ki bence gerçek dünya buna çok daha yakın.  

Kitapta eksik bulduğum şey ise şuydu. Kitapta devletçilik ve sosyalizmi savunan karakterlerin inanılmaz zayıf ve iki yüzlü karakterler olması ve yazarın bu zayıf karakterler aracılığıyla sistemin tümüne saldırıp o görüşü çürütmesi pek adil olmamış. Hele ki kitapta kapitalist düşünceyi savunanların çok zeki çok ileri görüşlü üst düzey karakterler olması bu durumu iyice vahimleştirmiş. Karakterlerin daha adil mücadele vermesi bence daha iyi olurdu. Ama neticede ideoloji kitabı bu, çok da şaşırmamak lazım. 

Son söz: Bugüne kadar toplum düzenlerinden sadece komünizmle ilgili kitapları okumuş biri olarak diyebilirim ki pek çok açıdan ufkumu açan bir kitap oldu. İki sistemin de doğrularını ve yanlışlarını daha iyi yargılayabilme açısından bana çok katkı sağladı. Şiddetle tavsiye ederim.

9 Ocak 2009 Cuma

Seinfeld: A Show About Nothing

Amerika`yi yeniden kesfetmek gibi olacak ama, su siralar en cok keyif aldigim sey. Daha önce televizyonda birkac kez denk gelmisligim vardi. Simdi canim sikilinca basiyorum tusa, sinirsiz kahkaha. Bu tadi baska hicbir bir komedi dizisinde almadim. Herkes izlemeli.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Ruhunu Arayan Takım

Blogda yer yer kitap tanıtımları ve tavsiyelerine yer veriyoruz bildiğiniz gibi. İşin aslında çok kitap okuyan birisi değilim o yüzden bugüne kadar pek şu kitabı alıyın okuyun demişliğim yoktur ama bu sefer mutlaka alın okuyun diye giricem konuya.

Daha önce Sacred Hoops (Kutsal Çemberler) adlı kitabı Türkçe'ye çevrilen Phil Jackson'un ikinci kitabı. Daha doğrusu Türkçe'ye çevrilen ikinci kitabı. Kitap Amerika'da 2004 yılında piyasaya çıkmıştı. Los Angeles Lakers Karl Malone, Gary Payton, Kobe Bryant ve Shaquille O'neal'lı kadrosuyla finallerde Detroit Pistons'a 4-1 kaybedince Los Angeles karışmıştı. Shaq-Kobe sürtüşmesi sonrası Shaq takasla Miami'ye gitmiş, yüzük avcıları Malone ve Payton biz bişey görmedik abi dercesine ortalıktan kaybolmuşlar, Phil Jackson koçluğa ara vermişti. İşte Phil Jackson da bu dönemde yaşanan krizleri anlatıyor kitabında. Takımının ruhsuzluğundan, nasıl bu kadar inançsız hale gelip eriyip gittiğinden dem vuruyor.

Daha önceki kitabını 2 günde bitirmiş biri olarak bu kitabı sabırsızlıkla bekliyordum. Kitap sadece sporla alakalı değil bu arada bunu da belirteyim mental yönden oyuncularını nasıl motive ettiğini, insanları olgunlaştırma taktikleri vs. En azından Kutsal Çemberler'de öyleydi bunda da farklı olacağını sanmıyorum. Bir çeşit kişisel gelişim kitabı da denebilir o yüzden.

Kitap satışa çıkmış burdan. Yine Mavi Ağaç Yayınları sayesinde kitabı okuyacağız öncesinde olduğu gibi. Onlara da bu vesileyle teşekkür ederim bu gibi kitaplar ne yazık ki pek ülkemize uğramıyor. O sebepledir ki alalım aldıralım.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Nefes Nefese


Nefes Nefese, Ayse Kulin`in 2002 yilinda yayimlanan romani. 2. Dünya Savasi`nin esigindeki Türkiye`de, Osmanli`nin son dönem pasalarindan Fazil Resat`in ailesi ekseninde dönüyor olaylar. Pasanin 2 kizi Sabiha ve Selva`nin hayatlarindan yola cikarak hikaye örgüsünü kuruyor yazar. Büyük kiz Sabiha dis isleri bakanligindan bir diplomatla evleniyor. Esi Macit araciligiyla o dönemde Ismet Pasa ve diplomatlarin 2. Dünya Savasi`ndan ülkeyi sakinmak icin ortaya koyduklari cabayi hikayelestirerek anlatiyor yazar. Bunlari yaparken Dis Isleri Bakanligi`nin arsivlerinden faydalanarak gercek olaylara da yer vermis kitabinda. Diger kiz Selva ile ilgili bölümlerinde ise Yahudi bir genci seven Selva`nin basindan gecenlere deginiyor kitap. Yani dönemin dokusuna farkli acilardan yer vermis yazar kitapta. Bir yerde devletin en tepesinde verilen mücadeleler, diger yanda ise dönemin toplumunun gayr-i müslim biriyle bir müslümanin iliski yasamasina verdigi tepki. Kitapta yine 2. Dünya Savasi sirasinda Avrupa`da, yahudilerin yasadiklari olaylar cok etkileyici bicimde dramatize edilmis. Anlatimi ise konusuna nazaran hatri sayilir derecede tempolu. Sahsen okumaya basladigim dönemde vaktimin büyük ölcüde tamamini aldi ve kitabi kisa zamanda bitirdim. Ayni adi gibi nefes nefese okutuyor kendini meret. Kisacasi, icinde heyecan barindiran, duygulu ve ilgi cekici konuya sahip bir roman. Okumamis olanlara okumalarini öneririm. 

6 Aralık 2008 Cumartesi

Bizim Dürümcü


Bu seferki tavsiyem mekanim gecen seferkinden biraz farkli. Daha salas ve basit bir mekan. Bir arkadasim hemen karsisindaki apartmanda oturuyordu Bizim Dürümcü`nün. Bir final dönemi öglen aksam 2 postaya baglamistik hatta. Bircok yerde dürüm yedim yalniz buradaki dürümler biraz daha farkli digerlerinden. Cünkü usta kebabin bir kismini lavasinin icindeyken pisiriyor anladigim kadariyla, bu da ayri bir lezzet katiyor anlamadigim bir sekilde. Ayrica oldukca doyurucu. Nerden baksaniz ceyrek öküzü tek basina bir oturusta yiyebilecek olan ben 2 dürümden öteye hic gecemedim. Hatta 2 taneyi ancak cok ac oldugum zamanlarda yiyebildim. Dürüm sevmeyen de bircok insani götürdüm ve begenmeden cikani hatirlamiyorum. Dedigim gibi biraz salas, otantizmi de dayamislar duvar halisi falan, cevre otellerde kalan turistleri hamuduyla götürüyorlar. Yolu düsenler mekani, Findikzade`deki otobüs duraginin hemen arkasindaki, adini yanlis hatirlamiyorsam North Island Hotel`in arasindan girince 30 metre asagida sagda bulabilir. Istediginiz takdirde her türlü sofrayi da kuruyorlar. Raki, bira ne isterseniz de getiriyorlar. Fiyatlari da muadillerine oranla müthis uygun. Siz de yolunuz düserse sektirmeyin derim.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Bursa'ya Yolculuğun Dayanılmaz Hafifliği


Bu yaziyi yazarken Istanbul-Bursa arasi bir yerlerdeyim. Deniz otobüsünde. Yillar yili otobüsleri kullanmis biri olarak benim icin gercekten büyük bir keyif diyebilirim. Zaten yolculuk yapmaktan hic hoslanmam. Özellikle son yillarda artik otobüslerden iyiden iyiye nefret eder oldum. Bu deniz otobüsü ise otobüs yolculugunun yaninda gercekten büyük keyif. Bir kere genis genis oturuyorum. Fren yaptiydi hizlandiydi derdi yok. Otobüslerin havasiz ve bunaltici atmosferi ve kokusu yok. Masama bilgisayarimi koyuyorum. Ayrica büyük bir zaman tasarrufu saglamasi da basli basina kazanc. Her ne kadar 75 dakika diye her yeri afislerle doldursa da Ido, 1,5 saati buluyor yol. Otobüsün en az 3 belki 4 saatte gittigini düsünürsek (kullanmadigimdan tam olarak bilmiyorum acikcasi) ne denli kazancli oldugu daha iyi anlasilir herhalde. Ayrica düne kadar olmasa da bugün itibariyle gördügüm kadariyla kablosuz internet baglantisi da eklenmis güzergaha. Yalniz baglanti nedense yari yolda koptu ve yazımın burdan sonrasini evimde tamamlamak zorunda kaldım. Ayrica kopmadan önce de kivrandiracak derecede yavasti. Zannederim ben baglantiyi iskeleden cekiyordum, uzaklasinca koptu. Farkli zamanlarda farkli sartlarda yazildigindan son cümleler de biraz tutarsiz oldu ama degistirmeyip yazildigi gibi birakmak istedim, affola. Yine de genel anlamda Ido her türlü daha uygun bir yolculuk vaad ediyor yolculara. İstanbul-Bursa arasi Ido'dan sasmayin.

Siddhartha

Bir “Doğu Felsefesi” hayranı olan Hesse’ nin, yine bir doğu felsefesinden ,Budizm’den temel alarak anlattığı bir Hint masalı Siddhartha. Arayış içinde olan bir adamın ,Siddhartha’nın, öyküsünün anlatıldığı kitap, zaman olarak Budizm’in ilk devirlerine denk geliyor.Siddhartha bir Brahman (Hint kültüründe üstün bir sınıf) olarak Dünya’ya gelmiş ve Brahman gelenek ve inançlarıyla büyümüştür.Üstün görünüşü ve ruh haliyle de herkesin sevgisini kazanmış ve Brahmanlar arasında çocuk yaşta sivrilmiştir.Herkes onu sevip,ona bakınca huzur bulurken,Siddhartha’nın içini bir huzursuzluk kaplamış ve o zamanlarda başlamıştır arayışı. İşte bu arayış doğrultusunda kitap bize Siddhartha’nın iç dünyasıyla harmanlanmış bir hikaye anlatıyor.12 bölümden oluşan bu hikayede her bölümde değişen ve aramaya devam eden bir Siddhartha görüyoruz. Sonuçta hiçbir kitap “Hayatın Sırrını” vermez fakat buna en çok yaklaşan kitap benim gözümde Siddhartha’dır diyebilirim.Kitabı okuyunca ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.Hesse’nin bu başyapıtını şiddetle tavsiye ederim.

Avatar The Last Airbender


Cizgi filmlere hep ön yargiyla yaklasmisimdir. Tabi essek kadar olduktan sonrasi icin konusuyorum. Ondandir ki her ne kadar cevremde nicedir "olm kesin izle, lan sen manyak misin izle" diyip duran adamlar olmasina ragmen epey zor oldu Avatar`a baslamam. Baslamamla birlikte yavas yavas hem ön yargimi hem de gergin vakitlerde gerginligimi aldi. Baska bir dünyaya götürdü. "Keske ben de sizin dünyanizda yasasam be" bile dedirtti. 3 sezondan olusuyor dizi. Ilk sezon iyi, ikinci sezon cok iyi, ücüncü sezon süper. Hem 20 dakika oldugu icin aralarda kisa kisa 1 bölüm atiyorsun, rahat da oluyor. Cizgi filmin bitmesinin ardindan bir de film projesi var. Yalniz tadini bozacaklarmis gibi bir his var icimde. Tamam belki daha genis kitlelere hitap ederler; ama sadik izleyicinin de hosuna gidecegini pek sanmiyorum Avatar`i maymun gibi bir adam olarak görmek. Böyle konusuyorum cünkü bir yerlerde Avatar rolü icin düsünülen adamin resmini görmüstüm ve pek hosuma gitmemisti, bakicaz. Dizi her ne kadar genel anlamda eglenceli gibi görünse de arka planda yer yer adami duygusala bagliyor. Acikcasi sunca hayatimda izledigim milyonlarca dolara mal olan onca dizinin cok büyük cogunlugundan iyiydi. Hele bir final bölümü var ki icinde kan, ter, nefret, göz yasi, ask ne arasan var. Saka bir yana da final bölümü hakikaten izledigim en iyi finaller siralamasinda plasem. Favorimse elbet Battlestar Galactica 3. sezon finali. Onlar daha iyisini yapana kadar da en iyisi bu zaten. Avatar bittigine göre, yürüyedur Battlestar.
Dragon of the west General Iroh adamim.

25 Kasım 2008 Salı

3 Film 3 Yorum


Önce Mustafa’yla başlayalım.İzleyen izlemeyen herkes tarafından o kadar eleştirildi ki,bu eleştiriler yapımın da önüne geçti.Filmi izleyince gördük ki bir çok eleştiri o kadar yersiz ve mantıksız ki.Hatta çoğunun yapımla uzaktan yakından ilişkisi yok.Tamamen ideolojik eleştiriler .Şimdi diyeceksiniz ki “ E herhangi bir yapıttaki görüş eleştirilemez mi?” Tabi ki eleştirilir.Hatta özellikle bu tarz filmlerde çekimden ya da filmografiden çok görüşler eleştirilmeli.Fakat “Can Dündar Atatürk’e nasıl Mustafa diye hitap eder” şeklinde bir eleştiri de benim mantığımın sınırlarını zorluyor açıkçası.Dogmalarla savaşan bir liderin nasıl dogmaya dönüştüğünü başka bir yazıya saklayalım.Film hakkında ise bende bir “Sarı Zeybek” etkisi bırakmadı diyebilirim.Fakat bazı fotoğraflar gayet iyiydi.Can Dündar’ın birkaç yorumu gerçekten sert olmuş ki zaten kendisi de bunların yersiz olduğunu kabul etti.Filmin bu kadar tartışılması herhalde en çok Can Dündar’ın işine gelmiştir.Şahsen ben de birçokları gibi “Neden bu kadar eleştiriliyor acaba? ” diyerek gittim filme.

İkinci film ise Osmanlı Cumhuriyeti.Açıkçası pek beğenmedim.Tamam bir mizah filmi fakat yine de Mustafa!’ nın(Atatürk) olmadığı bir Türkiye çok çok daha farklı görünürdü bence .Tabii ki bu görüntüyü vermek o kadar kolay değil.Bütçe gerektiren işler.Gani Müjde bir röportajında filmi çekmek için sarayları bile kullanamadığından bahsediyordu. Biz de kalktık adamdan dev bir “Kelebek Etkisi” bekliyoruz. Ama filmle ilgili beni asıl rahatsız eden şey ise gereksiz bir milliyetçilik pohpohlamasıydı.Yıllardır Türk Eğitim Sistemi’nin kafalarımıza sokmaya çalıştığı fakat gerçek hayatta bir türlü karşılaşamadığımız “Türk” imajı en sulu haliyle aktarılmaya çalışılmış bence.Filmin sonu için ise hiçbir şey diyemiyorum.Resmen üstteki filme yapılan eleştirilerin! sahiplerine oynanmış .Gereksiz olmuş .Filmin tek artı yönü Ata Demirer’in oyunculuğuydu bence.Gayet başarılıydı.

Son filmimiz Issız Adam. Seviyorum Çağan Irmak sinemasını .Gerçekten de anlatmak istediğini çok etkili veriyor filmlerinde.Bu filminde de “Mustafa Hakkında Her Şey” havası sezinledik.Bence gayet güzel ve bir o kadar da gerçek bir filmdi.Ya da duygusal bir dönemime denk geldi de o yüzden mi beni böyle etkiledi orasını bilemeyeceğim.Fakat bir şekilde yakaladı beni işte.Yönetmenin de dediği gibi hepimizin bir şeyler bulabileceği bir film olmuş.Ayrıca müzikleri de inanılmaz.Ayla Dikmen'den Anlamazdın,Sibel Egemen'den Yalnız Adam,Semiramis Pekkan'dan Bana Yalan Söylediler,Nil Burak'tan Yalnızım Ben, gerçekten de harika şarkılar harika yorumlar.Hatta bir yerinde Fransızca bir şarkı çalıyor ki yurda geldiğimden beri döndürüyorum resmen(bkz. Michael Fugain-Une Belle Histoire)

Yine de 3 film için de Türk Sineması adına birer kazanç diyebiliriz.Özellikle Issız Adam’a mutlaka gidin derim ben.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Ali Haydar





Birkac gün önce sinavlardayim, dardayim demistim. Hasili, bugün bitti, ferahladik. Kücük bir gelenegimiz var arkadaslarla, sinav dönemleri sonunda beraber bir yemege cikiyoruz. Bugün de nereye gitsek diye düsünürken, birinin Ali Haydar`a gidelim demesiyle Samatya`ya dogru yola düstük sinav cikisi. Mekani bulduk, fiyat, durum falan bir gözden gecirdik. 60 Ytl olan sinirsiz menüyü usta sag olsun 50 Ytlye ayarladi bize kisi basi. Aksama gidilmesi üzerine karar verdik. Bu bildigimiz Sener Sen`li, Türkan Soray`li Ikinci Bahar dizisinin cekildigi "Ali Haydar Ikinci Bahar" adli restoran bahsettigim. Daha sonra Ali Haydar Usta`dan ögrendigimize göre diziden sonra restore edilmis mekan ve hizmet vermeye baslamis. Biz dizide izlerken sadece setmis yani oralar. Hatta kebaplari Vakkas`in dükkanda pisiriyorlarmis, cekim icin karsiya getiriliyormus.

Biraz da yemekten bahsetmek istiyorum. Neyse, girdik mekana falan. Zaten bizimkiler ustayla gündüzden muhabbeti cok güzel kurmuslar, ayakta karsiladi bizi usta sag olsun. Masada ilk etapta mezeler hazir servis edilmis bekliyordu, ickiler söylendi, meze fasli basladi. Raki, sarap, bira ne istersen söyle, sen "abi icemeyecegim artik" diyene kadar doldurmaya devam zaten. Bir yandan da sicak sicak icli köfte ve sigara böregi geldi. Özellikle icli köfte cok iyiydi. 12 cesit meze vardi masada. Iclerinden birkac tanesine özellikle deginmeden gecemeyecegim. Hanimin Mezesi adli, ayrica dizinin orijinal mezelerinden biri de olan bir meze vardi ki ugrunda can alinir can verilir. Zaten diziyi izleyenler Ali Haydar`in "kadindan mezeci olmaz" önyargisini bu mezenin kirdigini animsayacaktir. Ayrica bugün ilk defa yaptigi bir salata varmis ustanin, onu servis etti ki o da cok lezizdi. Onun da adi Bostan Salata`ymis. Bir de son bir sey var ki olmaz böyle lezzet, cevizli tulumlu tereyagi. Ben böyle sey yemedim arkadas. Neyse, sonra usta sicaklari getirdi. 6 kisi oldugumuzdan 3`er kisilik 2 tane karisik kebap servis edildi. Usta fistikli bir kebap yapmis ki ona da doyum olmaz. Yine Adana Kebap da vardi, o konuda ben cok bilgili degilim; ama 8 sene Adana`da yasamis arkadasimin aglamak üzereyim deyisini de bir kriter olarak verebilirim diye düsünüyorum. Akabinde meyveler geldi, orta seviyedeydi, idare ederdi diyelim. En son da kahvelerimizi icip mekandan ayrildik.


Tüm bu sürecte müthis bir ilgi gördügümüzü de söylemezsem cok ayip olur. Su bardagim bosalsa hemen doldurmaya garsonlardan biri kosuyordu. Ayrica baska böyle büyük usta var midir ki mezelerini bizzat kendi sunsun, müsterinin görüslerini alsin, böyle de hossohbet olsun. Fasil ekibi de gayet iyiydi, soparlar bu isin piri zaten. Diziyle ilgili de merak ettigimiz konularda meramimizi giderdi usta. Mekanin her yerinde dizi kokuyor zaten. Büyük Usta Sener Sen`in kocaman bir fotografi da ocagin hemen yaninda. Bir nokta daha var ki, gercek Ali Haydar Usta ile dizidekinin müthis benzerligi. Zannediyorum ki yapimci tamamen ustanin gercek kisiliginden ilham almis bu konuda, zaten evvelden tanismisliklari varmis herhalde.


Son olarak gönül rahatligiyla söyleyebilirim ki hayatimda yedigim en lezzetli yemekti. Mekanin yerine gelince, kime sorsan gösterir derler ya, aynen yöle Samatya`da kime sorsan gösterirler. Gidecek olanlarin esi benzeri olmayan bir aksam yasayacagini temin ederim.

Not:Fotograflari ceken Bay Ö.`ye tesekkür ederim.

18 Kasım 2008 Salı

`74 - `75



Bahsetmek istedigim, daha dogrusu duyurmak istedigim bir sarki var. Pek bilinen bir sarki degil haliyle. Sarkiyi yapan grup olan The Connells, müzik piyasasinda hicbir zaman kendine yer edinmeyi basaramamis, söylemek gerekirse basarisiz bir grup. Ne var ki o basarisizlik icinde bir sarki yapiyorlar ki müthis bir is. "One Hit Wonder" adi altinda yapilan tek seferlik müthis isler listelerinin de müdavimlerindendir bu sarki. Haftanin listesine falan koyup da digerlerinin arasinda erimesine icim el vermedi, hem fazlasiyla ayri bir post olmayi da hak ediyor zaten. Teknosa`da duymustum ilk kez. Koca magazanin icinde sarki bitmeden, sarkiyi calan cihazi bulmak gibi kücük capta bir macera yasatti. Sansim yaver gitti, buldum cihazi. Sarkinin adi "`74-`75" ti. Eve geldim, buldum sarkiyi falan, müthis bir histi. Klibi de cok güzeldir, gerci isin bu kismi kendi yasanmisliklarima pay cikarmamdan dolayi da olabilir. Umarim begenirsiniz. Youtube`a ulasamayanlar icin bir de söyle birsey var.

12 Kasım 2008 Çarşamba

Zezé'nin Öyküsü


Jose Mauro De Vasconcelos`un müthis üclemesinden biraz bahsetmek istiyorum. Seker Portakali - Günesi Uyandiralim ve Delifisek`ten olusuyor üclü. Kahramanimiz Zeze`nin yasamindan belli yillari iceriyor her biri. Seker Portakali`nda yeni okula baslayan bir cocuk olan Ze, Günesi Uyandiralim`da 12-13 yaslarinda Delifisek`te ise artik delikanlilik cagindadir. Kitaptaki karakter Ze, yani Jose yazarin ta kendisi.

Bu kitaplarin icinde en cok popüler olan süphesiz Seker Portakali. Vasconcelos kitabi 12 günde yazdigini kabul ediyor; ama ekliyor: "40 yildan fazla onu yüregimde tasidim.". Müthis etkileyici, insani icine cekip alan bir anlatim. Öyle ki Zeze`nin sevinc ve üzüntülerine okuyucular ister istemez ortak oluyorlar, tabi böyle olunca da kitabin sonundaki müthis vurucu finalin etkisi kacinilmaz oluyor. 

Bence asil gözden kacan ise Günesi Uyandiralim`dir. Seker Portakali`nin malesef gölgesinde kalmis oldugunu düsünüyorum. Yine müthis anlatim, ama bence kesinlikle daha vurucu ve insanin gögsüne yumruk gibi oturan bir son. 

Delifisek diger 2 kitaptan bu anlamda biraz daha farkli, dedigim gibi kahramanimiz yazar oldugu icin ayni zamanda, tahmin ediyorum ki o günlerdeki hislerini anlatimda tamamen kriter olarak kullanmis ve daha farkli bir anlatim yolu izlemis yazar.

Bugün de her zaman oldugu gibi sevgi ve ilginin eksikligiyle büyüyen bir cok cocuk var etrafimizda. Hep de olacak malesef. Serinin ana konusu da bu zaten. Sevgi. Birazcik sevginin bir insanin hayatinda ne kadar büyük degisiklikler yapabilecegi. Ilk kitabi bana aldiginda, "Bu ne ya, cocuk kitabi mi aldin bana ala ala" diyerek elestirdigim canim annem, iyi ki almissin da gözüme sokmussun bu degeri. Sadece cocuklar degil, özellikle de büyükler okumali kesinlikle. Yazima son kitap Delifisek`in yanlis hatirlamiyorsam girisindeki yazarin sözüyle son veriyorum:

"Birazcik sevecenlik, delikanlilik caginda onu kurtarabilirdi."

9 Kasım 2008 Pazar

Guitar Hero 4

Guitar Hero 4

İlk kez Bill Gates’i çalarken görmüştüm ve tam olarak anlam verememiştim ne yaptığına. Geçenlerde Sedat’ın tavsiyesiyle Guitar Hero 3`ü oynamaya başladım. Gerçekten de anlatılmaz yaşanır cinsinden bir oyunmuş. 4 farklı seviyede oynayabiliyorsunuz. Oyunun oynanışı ise prensipte çok basit. Sürekli hareket halinde olan gitarın tellerine, tellerin üzerinde beliren butonlara göre doğru zamanlarda basmayı gerektiriyor. Fakat uygulamaya geçildiğinde üstteki 2 seviyede notayı görüp de basmak neredeyse imkansızlaşıyor. Şu sıralar her yerde oyunun 4. sürümü olan Guitar Hero 4`ün reklamları karşıma çıkıyor. Oynayanlar dünya çapında sporcular olunca reklam ürünün önüne geçmiş. Reklamında vokalde Kobe Bryant‘a (Basketbol), gitarda Michael Phelps (Yüzme) ve Alex Rodrigez (Amerikan Futbolu), davulda ise Tony Hawk (Kaykay) eşlik ediyor. Son iki isim bizim kültürümüze daha yabancı olsa da ikisi de Amerika`da inanılmaz popülerler. Oyundan da bahsedersek yeni sürümü Ekim ayında bütün platformlar için (xbox, wii, playstation ve pc) piyasaya sürüldü. Orijinal adı Guitar Hero 4: World Tour. Guitar Hero 4`te oyuna yeni bir özellik olarak “rock band “ de eklenmiş. Yani elektronun yanına davul ve bas da gelince tam evlere şenlik olmuş. Ayrıca bu özelliğin eklenmesinde aynı isimli farklı bir oyunla epey sorun da yaşamış Guitar Hero`nun yapımcıları. Yeni oyundaki şarkı listesinde Jimmy Hendrix, Michael Jackson, Ozzy Osbourne gibi isimlerin olması da oyunu çekici kılan etmenlerden. İlgiyle bekliyoruz. En yakın zamanda kavuşmak dileğiyle.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Yabancı


Okuma üşengeci bir toplum olmamız sebebiyle kitap tavsiyelerinin pek kaale alınmadığını bilsem de bir kitap incelemesiyle daha karşınızdayım arkadaşlar. Üstelik yine bir Albert Camus romanı ile...

Bugünkü kitabımızın adı; Yabancı, orjinal adıyla L'etranger. 1942 yılında yayımlandı. Albert Camus'nun pek çoklarına göre en başarılı romanı. "Varoluşçuluk nedir?" sorusuna verilebilecek en iyi cevaptır "Yabancı".

 Her şeye boşvermiş, umursamaz, duyarsız ve de duygusuz bir adam olan Mersault'un hikayesini anlatıyor kitap. Toplum, hayat ve etrafında olan bitenler Mersault için inanılmaz anlamsızdır. Mersault bu anlamsızlığa karşı mücadele etmekten yorulmuş adeta kendi hayatında bir seyirci haline dönüşmüştür. Kelimenin tam anlamıyla "yabancı"'dır bu topluma. Her hareketiyle, her düşüncesiyle tam bir yabancı. Mersault'un karakterini belki de en iyi şu satırlar özetliyor: "Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar Yurdu'ndan bir telgraf aldım: "Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar". Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü."

Kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen kişileri dışlayan, insanları belirli kalıpar belirli tabular içerisinde yaşamak zorunda bırakan, farklı olanı damgalayan modern toplumların inanılmaz bir eleştirisi aslında bu kitap. Yaşadığı dünyaya, ahlaklılık adı altında giydirilen ahlaksızlıklara, tabulara, kısıtlanan özgürlüklere biraz olsun yabancılaşan varsa kesinlikle okuması gereken bir kitap. Mutlaka okunmalı.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Tolkien Dünyası

Hemen hemen hepimiz izledik Yüzüklerin Efendisi’ni. Birçoğumuz da beğendi. Fakat kimisi sadece bir film olarak baktı ona, kimisi ise “bir felsefe, yeni bir dünya” diye besmeleyle! zikretti adını. Ben de filmi izledikten sonra epey etkilenmiştim; ama ikinci kategoriden insanları da “abartmayın canım ” diye terslemekten kendimi alamamıştım. Ama aklımda da bir soru işareti kalmıştı ”Bu insanları bu kadar derinden etkileyen ne acaba?” diye. Bu sorunun cevabını ancak Silmarillion`u ve Güç Yüzüklerine Dair`i okuduktan sonra alabildim. Bizim izlediğimiz, buzdağından küçük bir kesit, bir geçit töreniymiş sadece. Altında kalan ise 10 Titanik’i üst üste koysan 10’unu da rahatlıkla batırır. Tolkien ‘in zekasına ve hayal gücüne sonsuz saygılarımızı bir kez daha iletelim.

Kitaplardan da biraz bahsedersek, Silmarillion‘da Dünya’nın oluşumu ve ilk çağdan bahsedilirken, Güç Yüzüklerine Dair bu Dünya’nın ikinci çağını anlatıyor. Bizim izlediğimiz film ise sadece 3. çağın son dönemini kapsıyor. Tolkien Dünyası’nın felsefesi ise temel olarak Tek Tanrı inancına dayalı. Zaten kitap da ”İlk başta Eru vardı, hep olmuş olan ve hep olacak olan” diye başlıyor. Tolkien kitabın devamında, Illuvatar‘ın (Eru’nun düşüncesi) ilk yarattığı meleksi yaratıklar olan Valar`la birlikte adeta bir orkestra gibi Dünya’nın görüntüsünü bir “müzik” olarak oluşturmasından bahsediyor. Daha sonra ise kötülüğün doğuşunu, Elflerin ve İnsanların Dünya’ya gelişlerini, Tolkien Dünyasının İlk Çağ`ını kendi kurduğu gerçekliğin dışına çıkmadan anlatmış bu kitapta. Güç Yüzüklerine Dair de ise bu Dünya nın İkinci çağında gelişen olaylardan ve filmin başında gördüğümüz yüzüklerin ve Sauron’un “Tek Yüzük” ünden bahsetmiş. Bana en ilginç gelen noktalardan biri iki kitapta da hemen her olayın ve varlığın isminden söz ederken "elf lisanında şöyle, insan lisanında böyle denir" diye farklı söylenişlerini de yazmış olması. Tolkien bunu yaparken hem dil zenginliğine atıfta bulunmuş hem de kendine has yeni bir dil oluşturmuş. İki kitabın da sonunda “Elfçe sözlüğü”, kişi ve olayların yer aldığı ayrıntılı bir sözlük, harita, kronoloji ve soy ağacı bulunuyor. Okurken kitabın arkasıyla sürekli haşır neşir olmak zorundasınız, yoksa takip mekanizmanız anında kırılabiliyor. Bu Dünya’dan sıkıldığınız anlarda Tolkien Dünyası sizin için büyük bir alternatif olacak. Fantezi-Kurgu kitaplarının temeli olan her iki eseri de şiddetle tavsiye ederim.