Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2010 Perşembe

Nostradamus

- Hayrola Nostradamus daldın?

Umut Sarıkaya yıllar süren bekleyiş sonunda karikatür kitabını çıkardı sonunda. Hepimiz de rahatladık, ferahladık. Şimdilik ön siparişte fakat birkaç haftaya kadar kitapçılarda yerini alar İşimdeyim Gücümdeyim. Doğum günüm falan değil bu aralar ama biri alıp hediye etse negzel olur.

12 Haziran 2009 Cuma

Kürk Mantolu Madonna


Uzun zaman olmuş bir kitap incelemesi yapmayalı. Bu yüzden bu sene okuduğum kitaplardan beni en çok etkileyenini hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak sizler için inceledim.

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali'nin yazdığı aşk üzerine bir roman. Her ne kadar pek hakkı teslim edilmemiş olsa da bence Türk roman tarihinin en önemli eserlerinden birisidir bu kitap. Dili biraz eski kelimelerin kullanılmış olmasından dolayı ağır olsa da anlatımdaki akıcılık kitabın bir çırpıda okunmasını sağlıyor.

Kitap Almanya'ya meslek öğrenmek için giden Raif Bey ile Almanya'da bir tablosunu görüp aşık olduğu Maria Puder isimli ressamın aşk hikayesini anlatıyor. Daha doğrusu önce aşık olup sonra perişan olan Raif Bey'in hikayesi demek lazım. Kitapta ikili ilişkiler üzerine öylesine güzel tespitler var ki insan sürekli olarak kitabı bırakıp düşüncelere dalıyor.

Hikaye Raif Bey'in ağzından anlatılıyor. Dolayısıyla tamamen erkeğin kafasının içindekiler var hikayede. Bana kalırsa bir erkeğin nasıl aşık olduğunun, kafasının içinden neler geçtiğinin en iyi anlatıldığı kitaptır Kürk Mantolu Madonna. Dolayısıyla kitabın biz erkeklerin üzerinde çok daha fazla vurucu etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Hemen her erkeğe oldukça tanıdık gelecek olaylar ve hisler var çünkü(Bu arada kitabı okuyup çok etkilenen emektar bayan arkadaşlarımızı tenzih ediyorum). Ufak bir alıntıyla sonlandırayım yazıyı.

“ “Bunun böyle olmaması lazımdı” diyordum. Demek ki beni bir türlü sevemiyordu. Hakkı vardı. Beni hayatımda hiç, hiç kimse sevmemişti. Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı. Bütün hatıralarımı toplayıp bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyodum. Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilemeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara üzülüyor ve bunlar ona aşk çehresi altında gözüküyordu.”

20 Ocak 2009 Salı

Atlas Silkindi

Ne zamandır kitap incelemesi yazmadığımı farkettim. Bu aralar sınav dönemi olduğu için hem okumakta hem de buraya bir şeyler yazmakta zorlanıyorum. Bu yüzden benim daha önceden bizim liseden dönem arkadaşlarımızla kurup daha sonra tutmayınca kendi halinde bıraktığımız forumda yazdığım inceleme yazısını doğrudan buraya aktarıyorum.

Ayn Rand'in 1957 yılında yazdığı bir roman Atlas Silkindi. Tüm zamanların en çok okunan felsefi romanı deniyor kitap için. Çıktığı günden bu yana her yıl ortalama 200.000 satmış. Amerikalıları İncil'den sonra en çok etkileyen kitap deniyor bu kitap için.  Kapitalizm üzerine yazılmış bir kitap. Hatta kapitalizmin İncil'i denebilir biryerde de. 

Bu kitabı özellikle komünist-sosyalist düşünceye merak salmış arkadaşlara tavsiye ediyorum. Çünkü insanlar genelde hiç bir zaman karşıt görüşü savunan şeyleri okumazlar. Ama bence savunduğun şeyi bilmek kadar neyin karşısında olduğunu da bilmek önemli. 

Kitabın içeriğine geleyim birazcık. Kitap kapitalizmi ve serbest piyasayı anlatıyor. Özel demiryolu şirketi sahibi bir kadın ve çelik fabrikası sahibi bir adam üzerinden kapitalist düzen işleniyor. Fakat kitabın beni en çok etkileyen kısmı komünist düzen kitaplarında sürekli ihmal edilen adeta ideal şartlarda hazırlanmış kendinden önce başkalarını düşünen insanlar yerine kişisel hırsları olan daha gerçek insanların bu kitapta varolmasıydı. "Biz" yerine "ben" denilen bir dünya anlatılıyor kitapta ki bence gerçek dünya buna çok daha yakın.  

Kitapta eksik bulduğum şey ise şuydu. Kitapta devletçilik ve sosyalizmi savunan karakterlerin inanılmaz zayıf ve iki yüzlü karakterler olması ve yazarın bu zayıf karakterler aracılığıyla sistemin tümüne saldırıp o görüşü çürütmesi pek adil olmamış. Hele ki kitapta kapitalist düşünceyi savunanların çok zeki çok ileri görüşlü üst düzey karakterler olması bu durumu iyice vahimleştirmiş. Karakterlerin daha adil mücadele vermesi bence daha iyi olurdu. Ama neticede ideoloji kitabı bu, çok da şaşırmamak lazım. 

Son söz: Bugüne kadar toplum düzenlerinden sadece komünizmle ilgili kitapları okumuş biri olarak diyebilirim ki pek çok açıdan ufkumu açan bir kitap oldu. İki sistemin de doğrularını ve yanlışlarını daha iyi yargılayabilme açısından bana çok katkı sağladı. Şiddetle tavsiye ederim.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Ruhunu Arayan Takım

Blogda yer yer kitap tanıtımları ve tavsiyelerine yer veriyoruz bildiğiniz gibi. İşin aslında çok kitap okuyan birisi değilim o yüzden bugüne kadar pek şu kitabı alıyın okuyun demişliğim yoktur ama bu sefer mutlaka alın okuyun diye giricem konuya.

Daha önce Sacred Hoops (Kutsal Çemberler) adlı kitabı Türkçe'ye çevrilen Phil Jackson'un ikinci kitabı. Daha doğrusu Türkçe'ye çevrilen ikinci kitabı. Kitap Amerika'da 2004 yılında piyasaya çıkmıştı. Los Angeles Lakers Karl Malone, Gary Payton, Kobe Bryant ve Shaquille O'neal'lı kadrosuyla finallerde Detroit Pistons'a 4-1 kaybedince Los Angeles karışmıştı. Shaq-Kobe sürtüşmesi sonrası Shaq takasla Miami'ye gitmiş, yüzük avcıları Malone ve Payton biz bişey görmedik abi dercesine ortalıktan kaybolmuşlar, Phil Jackson koçluğa ara vermişti. İşte Phil Jackson da bu dönemde yaşanan krizleri anlatıyor kitabında. Takımının ruhsuzluğundan, nasıl bu kadar inançsız hale gelip eriyip gittiğinden dem vuruyor.

Daha önceki kitabını 2 günde bitirmiş biri olarak bu kitabı sabırsızlıkla bekliyordum. Kitap sadece sporla alakalı değil bu arada bunu da belirteyim mental yönden oyuncularını nasıl motive ettiğini, insanları olgunlaştırma taktikleri vs. En azından Kutsal Çemberler'de öyleydi bunda da farklı olacağını sanmıyorum. Bir çeşit kişisel gelişim kitabı da denebilir o yüzden.

Kitap satışa çıkmış burdan. Yine Mavi Ağaç Yayınları sayesinde kitabı okuyacağız öncesinde olduğu gibi. Onlara da bu vesileyle teşekkür ederim bu gibi kitaplar ne yazık ki pek ülkemize uğramıyor. O sebepledir ki alalım aldıralım.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Nefes Nefese


Nefes Nefese, Ayse Kulin`in 2002 yilinda yayimlanan romani. 2. Dünya Savasi`nin esigindeki Türkiye`de, Osmanli`nin son dönem pasalarindan Fazil Resat`in ailesi ekseninde dönüyor olaylar. Pasanin 2 kizi Sabiha ve Selva`nin hayatlarindan yola cikarak hikaye örgüsünü kuruyor yazar. Büyük kiz Sabiha dis isleri bakanligindan bir diplomatla evleniyor. Esi Macit araciligiyla o dönemde Ismet Pasa ve diplomatlarin 2. Dünya Savasi`ndan ülkeyi sakinmak icin ortaya koyduklari cabayi hikayelestirerek anlatiyor yazar. Bunlari yaparken Dis Isleri Bakanligi`nin arsivlerinden faydalanarak gercek olaylara da yer vermis kitabinda. Diger kiz Selva ile ilgili bölümlerinde ise Yahudi bir genci seven Selva`nin basindan gecenlere deginiyor kitap. Yani dönemin dokusuna farkli acilardan yer vermis yazar kitapta. Bir yerde devletin en tepesinde verilen mücadeleler, diger yanda ise dönemin toplumunun gayr-i müslim biriyle bir müslümanin iliski yasamasina verdigi tepki. Kitapta yine 2. Dünya Savasi sirasinda Avrupa`da, yahudilerin yasadiklari olaylar cok etkileyici bicimde dramatize edilmis. Anlatimi ise konusuna nazaran hatri sayilir derecede tempolu. Sahsen okumaya basladigim dönemde vaktimin büyük ölcüde tamamini aldi ve kitabi kisa zamanda bitirdim. Ayni adi gibi nefes nefese okutuyor kendini meret. Kisacasi, icinde heyecan barindiran, duygulu ve ilgi cekici konuya sahip bir roman. Okumamis olanlara okumalarini öneririm. 

3 Aralık 2008 Çarşamba

Siddhartha

Bir “Doğu Felsefesi” hayranı olan Hesse’ nin, yine bir doğu felsefesinden ,Budizm’den temel alarak anlattığı bir Hint masalı Siddhartha. Arayış içinde olan bir adamın ,Siddhartha’nın, öyküsünün anlatıldığı kitap, zaman olarak Budizm’in ilk devirlerine denk geliyor.Siddhartha bir Brahman (Hint kültüründe üstün bir sınıf) olarak Dünya’ya gelmiş ve Brahman gelenek ve inançlarıyla büyümüştür.Üstün görünüşü ve ruh haliyle de herkesin sevgisini kazanmış ve Brahmanlar arasında çocuk yaşta sivrilmiştir.Herkes onu sevip,ona bakınca huzur bulurken,Siddhartha’nın içini bir huzursuzluk kaplamış ve o zamanlarda başlamıştır arayışı. İşte bu arayış doğrultusunda kitap bize Siddhartha’nın iç dünyasıyla harmanlanmış bir hikaye anlatıyor.12 bölümden oluşan bu hikayede her bölümde değişen ve aramaya devam eden bir Siddhartha görüyoruz. Sonuçta hiçbir kitap “Hayatın Sırrını” vermez fakat buna en çok yaklaşan kitap benim gözümde Siddhartha’dır diyebilirim.Kitabı okuyunca ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.Hesse’nin bu başyapıtını şiddetle tavsiye ederim.

12 Kasım 2008 Çarşamba

Zezé'nin Öyküsü


Jose Mauro De Vasconcelos`un müthis üclemesinden biraz bahsetmek istiyorum. Seker Portakali - Günesi Uyandiralim ve Delifisek`ten olusuyor üclü. Kahramanimiz Zeze`nin yasamindan belli yillari iceriyor her biri. Seker Portakali`nda yeni okula baslayan bir cocuk olan Ze, Günesi Uyandiralim`da 12-13 yaslarinda Delifisek`te ise artik delikanlilik cagindadir. Kitaptaki karakter Ze, yani Jose yazarin ta kendisi.

Bu kitaplarin icinde en cok popüler olan süphesiz Seker Portakali. Vasconcelos kitabi 12 günde yazdigini kabul ediyor; ama ekliyor: "40 yildan fazla onu yüregimde tasidim.". Müthis etkileyici, insani icine cekip alan bir anlatim. Öyle ki Zeze`nin sevinc ve üzüntülerine okuyucular ister istemez ortak oluyorlar, tabi böyle olunca da kitabin sonundaki müthis vurucu finalin etkisi kacinilmaz oluyor. 

Bence asil gözden kacan ise Günesi Uyandiralim`dir. Seker Portakali`nin malesef gölgesinde kalmis oldugunu düsünüyorum. Yine müthis anlatim, ama bence kesinlikle daha vurucu ve insanin gögsüne yumruk gibi oturan bir son. 

Delifisek diger 2 kitaptan bu anlamda biraz daha farkli, dedigim gibi kahramanimiz yazar oldugu icin ayni zamanda, tahmin ediyorum ki o günlerdeki hislerini anlatimda tamamen kriter olarak kullanmis ve daha farkli bir anlatim yolu izlemis yazar.

Bugün de her zaman oldugu gibi sevgi ve ilginin eksikligiyle büyüyen bir cok cocuk var etrafimizda. Hep de olacak malesef. Serinin ana konusu da bu zaten. Sevgi. Birazcik sevginin bir insanin hayatinda ne kadar büyük degisiklikler yapabilecegi. Ilk kitabi bana aldiginda, "Bu ne ya, cocuk kitabi mi aldin bana ala ala" diyerek elestirdigim canim annem, iyi ki almissin da gözüme sokmussun bu degeri. Sadece cocuklar degil, özellikle de büyükler okumali kesinlikle. Yazima son kitap Delifisek`in yanlis hatirlamiyorsam girisindeki yazarin sözüyle son veriyorum:

"Birazcik sevecenlik, delikanlilik caginda onu kurtarabilirdi."

8 Kasım 2008 Cumartesi

Yabancı


Okuma üşengeci bir toplum olmamız sebebiyle kitap tavsiyelerinin pek kaale alınmadığını bilsem de bir kitap incelemesiyle daha karşınızdayım arkadaşlar. Üstelik yine bir Albert Camus romanı ile...

Bugünkü kitabımızın adı; Yabancı, orjinal adıyla L'etranger. 1942 yılında yayımlandı. Albert Camus'nun pek çoklarına göre en başarılı romanı. "Varoluşçuluk nedir?" sorusuna verilebilecek en iyi cevaptır "Yabancı".

 Her şeye boşvermiş, umursamaz, duyarsız ve de duygusuz bir adam olan Mersault'un hikayesini anlatıyor kitap. Toplum, hayat ve etrafında olan bitenler Mersault için inanılmaz anlamsızdır. Mersault bu anlamsızlığa karşı mücadele etmekten yorulmuş adeta kendi hayatında bir seyirci haline dönüşmüştür. Kelimenin tam anlamıyla "yabancı"'dır bu topluma. Her hareketiyle, her düşüncesiyle tam bir yabancı. Mersault'un karakterini belki de en iyi şu satırlar özetliyor: "Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar Yurdu'ndan bir telgraf aldım: "Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar". Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü."

Kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen kişileri dışlayan, insanları belirli kalıpar belirli tabular içerisinde yaşamak zorunda bırakan, farklı olanı damgalayan modern toplumların inanılmaz bir eleştirisi aslında bu kitap. Yaşadığı dünyaya, ahlaklılık adı altında giydirilen ahlaksızlıklara, tabulara, kısıtlanan özgürlüklere biraz olsun yabancılaşan varsa kesinlikle okuması gereken bir kitap. Mutlaka okunmalı.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Tolkien Dünyası

Hemen hemen hepimiz izledik Yüzüklerin Efendisi’ni. Birçoğumuz da beğendi. Fakat kimisi sadece bir film olarak baktı ona, kimisi ise “bir felsefe, yeni bir dünya” diye besmeleyle! zikretti adını. Ben de filmi izledikten sonra epey etkilenmiştim; ama ikinci kategoriden insanları da “abartmayın canım ” diye terslemekten kendimi alamamıştım. Ama aklımda da bir soru işareti kalmıştı ”Bu insanları bu kadar derinden etkileyen ne acaba?” diye. Bu sorunun cevabını ancak Silmarillion`u ve Güç Yüzüklerine Dair`i okuduktan sonra alabildim. Bizim izlediğimiz, buzdağından küçük bir kesit, bir geçit töreniymiş sadece. Altında kalan ise 10 Titanik’i üst üste koysan 10’unu da rahatlıkla batırır. Tolkien ‘in zekasına ve hayal gücüne sonsuz saygılarımızı bir kez daha iletelim.

Kitaplardan da biraz bahsedersek, Silmarillion‘da Dünya’nın oluşumu ve ilk çağdan bahsedilirken, Güç Yüzüklerine Dair bu Dünya’nın ikinci çağını anlatıyor. Bizim izlediğimiz film ise sadece 3. çağın son dönemini kapsıyor. Tolkien Dünyası’nın felsefesi ise temel olarak Tek Tanrı inancına dayalı. Zaten kitap da ”İlk başta Eru vardı, hep olmuş olan ve hep olacak olan” diye başlıyor. Tolkien kitabın devamında, Illuvatar‘ın (Eru’nun düşüncesi) ilk yarattığı meleksi yaratıklar olan Valar`la birlikte adeta bir orkestra gibi Dünya’nın görüntüsünü bir “müzik” olarak oluşturmasından bahsediyor. Daha sonra ise kötülüğün doğuşunu, Elflerin ve İnsanların Dünya’ya gelişlerini, Tolkien Dünyasının İlk Çağ`ını kendi kurduğu gerçekliğin dışına çıkmadan anlatmış bu kitapta. Güç Yüzüklerine Dair de ise bu Dünya nın İkinci çağında gelişen olaylardan ve filmin başında gördüğümüz yüzüklerin ve Sauron’un “Tek Yüzük” ünden bahsetmiş. Bana en ilginç gelen noktalardan biri iki kitapta da hemen her olayın ve varlığın isminden söz ederken "elf lisanında şöyle, insan lisanında böyle denir" diye farklı söylenişlerini de yazmış olması. Tolkien bunu yaparken hem dil zenginliğine atıfta bulunmuş hem de kendine has yeni bir dil oluşturmuş. İki kitabın da sonunda “Elfçe sözlüğü”, kişi ve olayların yer aldığı ayrıntılı bir sözlük, harita, kronoloji ve soy ağacı bulunuyor. Okurken kitabın arkasıyla sürekli haşır neşir olmak zorundasınız, yoksa takip mekanizmanız anında kırılabiliyor. Bu Dünya’dan sıkıldığınız anlarda Tolkien Dünyası sizin için büyük bir alternatif olacak. Fantezi-Kurgu kitaplarının temeli olan her iki eseri de şiddetle tavsiye ederim.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Albert Camus-Düşüş


1957 Nobel Ödüllü yazar Albert Camus'nun(Albert Kamü) "Düşüş" adlı kitabını inceleyeceğim bugün. Ama ondan önce yazarın kendisinden bahsedeyim biraz. Albert Camus Cezayir asıllı fransız yazardır. Varoluşcu edebiyatın en büyük isimlerindendir. Futbol tutkunu olması da enteresan bir özelliğidir. Kaleci olarak futbol oynamış hatta.

Çok gereksiz bilgi: Geçenlerde televizyonda Barthez'in açtığı kalecilik okulunu gösteriyorlardı. Barthez örnek olarak Albert Camus'yü aldıklarını, bu okulda sadece fiziksel olarak iyi kaleciler değil aynı zamanda Camus'nün felsefesiyle ve kitaplarıyla eğitim, görmüş hayat üzerine fikri olan kaleciler yetiştireceklerini söylemişti. Tam olarak nasıl bir faydası olacak çözemedim ama okusun tabi çocuklar okunası bir yazar zira Albert Camus.

"Size yardım edebilir miyim efendim eğer rahatsızlık vermiyorsam?" sözleriyle başlıyor kitap. Jean Baptista Clamence adlı karakterin bir bara gidip barda tek başına oturan bir adamla muhabbete başladığı söz bu. Kitap tamamen monolog halinde gidiyor. Clamence anlattıkça anlatıyor hayat hikayesini. Anlatmaya başladıktan bir süre sonra ise kendisi ile yüzleşmeye dönüşüyor hikaye. Sayfalar ilerledikçe okur da kendisiyle ve çevresindekilerle yüzleşmeye başlıyor. O sayfalarda kişi etrafındaki insanların hepsini ve en önemlisi kendisini görüyor. İki yüzlülüğü, görmek istemediğimiz gerçekleri öyle sert ve yalın bir şekilde yüzümüze vuruyor ki kitap. Tam anlamıyla saf bir realite kitabı.

Kitap 100 sayfa civarı ama yazılanlar o kadar vurucu ki sayfaların çoğunu 3-4 defa okuma isteği uyanıyor insanda. Ben kitap okurken altını çizerim beni etkileyen cümlelerin ya da pasajların. Ama bu kitapta o kadar çok vurucu yer var ki baştan sona altını çizmek gerekiyor kitabın.
Yazarın "Yabancı" adlı eseri en çok bilinen kitabı olsa da Düşüş'ü pek çok açıdan daha üstün buldum. Hiç düşünmeden beni en çok etkileyen kitaplardan birisidir diyebilirim. Şiddetle tavsiye olunur. İncelemeye kitaptan bir cümleyle başladım, kitaptan bir cümleyle bitireyim.

"Artık çok geç, her zaman hep geç olacak"

6 Ekim 2008 Pazartesi

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

Asıl adı Eric Arthur Blair olan İngiliz yazar George Orwell`in ilk kez 1949`da yayımlanan distopyası (anti ütopyası), ilk bakışta tam anlamıyla bir sosyalizm eleştirisi gibi görünse de aslında üzerinde düşünülünce sopasının her kesime vurduğu idrak ediliyor. Kitapta anlatılan 1984 dünyasında, totaliter rejimin en abartılı biçimi yaşanıyor. Başında Büyük Birader`in olduğu bir parti ve proletaryalardan (işçi sınıfı) oluşan yaşam düzeninde; parti bütün insanların davranışlarını, düşüncelerini ve yaşamlarını tele ekranlar ve düşünce polisleri sayesinde kontrol ediyor. Partinin koyduğu kuralları eleştirmeyi düşünmek bile buharlaşıp ortadan kaybolmaya yetiyor. Kitap 3 kutuplu bir Orwell dünyasında Okyanusya`da “ doğruluk bakanlığında” tarihin değiştirilmesi için bütün dergilerin tekrar yazılmasıyla ilgilenen bir bölümde çalışan Winston Smith’in işinin yanında kendi kişisel özelliklerinin de etkisiyle partinin çizdiği “çiftdüşün” düşünce yapısından uzaklaşarak bir şeyleri değiştirmek istemesini ve aslında yeniden “insan ve birey” olma çabasını anlatıyor. Kitapta yazarın vermek istediği ana düşünce de aslında baş karakterin işiyle özdeşleşiyor.”Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol edense geçmişi kontrol eder.” Kitapta anlatılan dünya her ne kadar abartılı bir korku ve karamsarlıkla aktarılmış olsa da, günümüz dünyası da aslında yavaş yavaş bu “Orwell Dünyasına” dönmeye başlıyor. Bunun örneklerini hükümetlerin aldığı birçok kararda da görmek mümkün. Her yerde olan güvenlik ! kameraları ve internette yaptığımız her hareketin incelenebilmesi “Büyük Birader sizi izliyor” tedirginliğini yaşamamıza neden oluyor açıkçası. Hakkında CIA desteğiyle Sovyetler Birliği`ne karşı yazdırıldığına dair dedikodular çıkmasına, hatta kimi yazarların Orwell`in kitabı Yevgeni Zamyatin`in “Biz” adlı kitabından bire bir esinlenerek! yazdığını söylese de Bindokuzyüzseksendört bence günümüzün en iyi eleştirel kitaplarından biridir. Mutlaka okunup,” ya olursa?” diye üzerinde uzunca düşünülmesi gereken bir kitap.

2 Ekim 2008 Perşembe

Küçük Prens

Fransız pilot ve yazar Antoine de Saint Exupéry, kendisiyle özdeşleşen eseri Küçük Prensi 1943 ‘ te tam da 2. Dünya Savaşının ortasında yazmış. Kitap B-612 asteroidinde yaşayan küçük bir çocuğun gözünden büyük insanların ciddi! işlerini sorguluyor. Gerçekten de kitabı okuyunca , insanların büyüdükçe ne kadar basit ve komik uğraşları kendi kendilerine ciddileştirip hayattaki asıl önemli şeylerden nasıl koptuğunu tekrar anlıyorsunuz.Belki çok klişe olacak ama kitap gerçekten de sevgiden bahsediyor.Saf, katıksız, gerçek sevgi.Birini sevmenin nasıl bir şey olduğunu , birini ya da bir şeyi severken onun basit özelliklerinin sizi nasıl mutlu ettiğini mükemmel bir dille anlatmış yazar. Ayrıca kitapta yazarın kendi sulu boya tasvirlerinin de yer olması oldukça ilginç bir ayrıntı. Bugüne kadar çevrildiği 180 dilde 80 Milyon(tüm zamanların en çok satarlar listesinde ilk 20 de) gibi inanılmaz bir sayıya ulaşan kitap bence bu başarısını sadeliğinden alıyor. Kitabın bir yerinde Atatürk’e “diktatör” denildiği için Türkiye de uzunca bir süre yasaklı listesinde yer alan kitap,En son çevirisinde bu sözü kaldırılmasına rağmen milli eğitim in tavsiye ettiği 100 temel arasında yer alamadı.Kitabın yazarıyla ilgili ilginç bir enstantane ise yazar 1944 yılında pilot olması sebebiyle fransız hava kuvvetleri için keşif uçuşu yaparken üsten ayrılıp bir daha geri gelmemiştir.Yazarın uçağı 2000 yılında Marsilya açıklarında bulunarak Paris teki Le Bourget havalimanındaki müzede sergilenmeye başlanmıştır.

Ayrıca, bu kitapla beni tanıştıran ve bazı şeyleri çok daha iyi idrak etmemi sağlayan çok “ sevdiğim ” Mine’ye sonsuz teşekkürler…

18 Eylül 2008 Perşembe

Kumral Ada Mavi Tuna




Buket Uzuner`in 1997 yilinda Remzi Kitabevi araciligiyla cikardigi romani.Türk Edebiyatinda bir kadinin elinden cikmis ilk ic savas romani olmanin yani sira sarsici bir ask hikayesini de barindiriyor.

Tuna`nin büyük askidir Ada.Ada ise Tuna`ya, Mabeline, bin cesidinden asiktir; fakat bir cesidinden degil.

Sair dayinin da dedigi gibi:

"Aşkın binbir türlü çeşidi vardır ve hepsi de acıtır."