
29 Ekim 2010 Cuma
Bir Kutu Çikolata - 6

12 Nisan 2010 Pazartesi
Yazı-Yorum= Yazıyorum
Evet dostlar. gördüğünüz gibi dibi gördük. An itibariyle bittik galiba. Burası artık eski şaşalı! günlerinden(hangi şaşa diyenleri duyuyorum vardı bi ara öyle günler şimdi, kabul edin) çok uzakta, kelime esprisi ve açıklamasıyla başlık atılabilen bir blog haline geldi. Dünya için küçük ,bizim için.. aslında bizim için de çok da büyük kayıp olmadı. Yani pek etkilenmedik. Başlarda heyecanlıydık. "Kaç yorum alıcak beğenilecek mi?" Sonradan tırt olduğumuzu anlayınca , çoktan "gönder gelsin" e dönmüştük. Neyse ben aslında başka şeylerden bahsedecektim
Bugün ilk sınavlar bitti. Evet yanlış duymadınız 2 haftada sadece 6 sınava girerek 3 ün 2 sinin ilk sınavlarını bitirebilirsiniz.Hatta hemen ararsanız sınavların yanında süpriz quizlere de hediyemiz. O değil de daha önümüzde bunların 2. sınavları bi de finalleri var ki eyvah eyvah. Neyse hallolur.Beklersek olur.Belki olur.
Bir de bu aralar bölüme bulaştırdığım bir virüs sayesinde her sınavdan sonra topluca band hero ya gidiyoruz. Fakat çaldığımız yer o kadar saçma ki, iki TV yan yana bir tarafta adamlar nothing else matters girişini ağlatmaya çalışırken diğer tarafta benim boru gibi sesimin "sörçiiiiiiin, sik end distroy!"(böyle yazınca da ayıp oldu biraz ama) diye inlemesi bütün sinirleri geriyor. Sürekli iki taraf birbirinin sesini kısması için mekandaki görevliye gidiyor. Bu döngü sonucu iki tarafın da sesi tamamen kısılıyor ve oyun sadece gelen butonlara basmaya dönüşüyor.(zaten o değil mi diyenler görüyorum, yapmayın!)

Ayrıca iphone alsam,ya da daha doğrusu alınsa, bu kez de ben kullanamıcam. Çünkü beni yine bilen bilir, benim parmaklar dolma gibi,maşallah. E hal böyleyken o iphone un dokunmatik olayına giremiyorum.Bi kaç kere arkadaştan nete girecek oldum, bi google yazana dek ne terler döktüm anlatamam.G den başka her harf çıktı gözünün yağını sevdiğim ekranında. Yok yok benim telefon iyi gene tuşlar basmıyo falan ama yine de konuşabiliyosun cayır cayır.
Bi de bu yaşlı insanlara alınan (torunları ya da çocukları tarafından) cep telefonları var ya. Hah işte beni en çok hüzne boğan elektronik eşya türü o telefonlardır. Çünkü telefon bütün gücüyle Mozart'tan Ala Turca yı çınlata çınlata çalsa da genelde yaşlı tarafından duyulamaz. Duyulsa bile bir türlü doğru "yeşil" tuş bulunup basılamaz. Yaşlının karar vermesini bekleyemeden biten çağrı sonucu yaşlıdaki çöküntü ve "aha gitti", "açamadım" bakışı başka bir yazının konusu olsun. Ayrıca bu telefonlar genelde Nokia nın dev 5110 3310 gibi bol bataryalı az masraflı mütevazi modellerindendir fakat , maalesef, telefon evde sürekli bataryada tutulduğundan kendi kendin yer ve zırt pırt kapanmasıyla meşhurdur. Telefondaki bir başka hüzün kaynağı ise Mesaj bölümüdür. Hiç bir yaşlı telefonunda bu bölüm kullanılmaz.Yeni Mesaj yazan yere ancak arada sırada eve uğrayan torunlar tarafınan girilmiştir. İşin daha vahim boyutu ise gelen kutusudur. Gelen kutusu hep ağzına kadar doludur(ki içeriğini genellikle bayram,kandil ve Ykm bilmem ne indirim mesajları oluşturur.) ve hiç bir mesaj okunmamıştır. Arada tek tük okunan olmuşsa bile hiç bir şekilde silinmemiştir. Bu telefonun hem yaşlıya hem kendine tek hayrı arada bir gittiği 50 mt ötesindeki komşuda çalması ve büyük bir şansla açılması sonucu komşuların yanında torunla konuşabilme havasının atılabilmesidir.O da denk gelirse.
Yazının sonunda buradan beni seven herkese şöyle sesleniyorum:
kolumda üç beş jilet yarası
kalbimde aşk yarası
beynimde yılların anısı
seveydin nolurdu be canısı!
ODTÜ den Yaralı Stayla... yo yo . (Apaçi forevır)
29 Ekim 2009 Perşembe
Gitsem Gidemem,Kalsam Kalamam,Sevsem Sevemem...

Geçen gün oda arkadaşımla kahvaltı ederken, tv de "kral nostalji klipler" konseptli bir programa denk geldik. Şimdi doğal olarak "Kral Tv Nostalji" den ;"Classic 60s" ya da "Sweet 80s" tarzı bir program bekleyemezsiniz. İster istemez 90'ların iğrenç şarkılarına ve şarkılarla müsemma iğrenç kliplerine maruz kalırsınız. Nitekim o anda da bu önermemi destekler nitelikte TV de "Çelik ve İğrenç Kazağı" beliriverdi. Mecbur dinledik...
Aslında mecbur dinlemedik lan! Resmen oturup dinledik.Eşlik ettik nakarata "Ateşteyim ateşteyim" diye. Çelik darbukayı çaldıkça kendimizden geçtik.Bir ara Çelik'in yanında duran kızların yaptığı o iğrenç dans figürlerini yapmaya çalıştık.Hatta en sonunda ,ben tam elimle masaya vurarak Çelik'in darbuka solosunu atıyorken oda arkadaşım dayanamadı ve : "Bende bu kazağın aynısı vardı lan!" demez mi.

Oha diyenleri görüyorum ! (-Sana değil Anıl )
Yok lan şaka şaka. O kadar da coşmadık tabi. Ama oturup izledik yani. "90 lar ne acayipti lan!" geyiğini çevirdik. Yüzümüze, o dönemleri yaşadığımızı ve oradan sağ salim çıktığımızı gösteren hafif yavşak bir gülümseme yayıldı. O anda bir şey farkettim ki 90 larla olan ilişkimiz ; genç bir kızın ayyaş ve kızıyla ilgilenmeyen babasıyla olan ilişkisine çok benziyordu. 90 ları hem seviyorduk , hem de ondan ölesiye nefret ediyorduk.
Zaten "hem sevilip hem nefret edilen şeyler" diye liste yapılsa 90'lar tüm bir dönem olarak ilk sıralarda girer heralde.
Tam bir geçiş dönemiydi 90 lar. Lafı fazla uzatıp koca bir dönemin analizini yapmayı düşünmüyorum tabi ki. (Sanki "yap ulan" deseler yapabilicem de... Neyse)(bkz. Körfez Savaşı ve Oluşturduğu Konjünktör'ün 90'lar Türkçe Pop'una Etkileri,k.sp by Mcgraw Hill,Ankara,2009)
Benim diyeceğim şu: 90 lar bizi bir çok yerden etkiledi fakat bizi en çok s.kerttiği alan "müzik"ti heralde. Resmen çocuk yaşımızın getirdiği masumiyetle, sevgiyle, ilgiyle olgunlaşacak olan müzik kültürümüze bir balyoz misali indi 90 lar. O kadar kötü şeylere aşina oldu ki bu kulaklar şimdi kimi duysam aklımda kalıyor. Kimi dinlesem " 90 lar daha kötüydü abi, bu gene iyi " diyorum. İşte o dönemi gerçek anlamda yaşayan (yani basbayağı Tv karşısında Kral tv ve Klip97 izleyerek yaşayan) kişilerin o balyozun altından kalkmaları çok zor oluyor.
Buradan "Ne balyozu yaa;ben bitirdim hacı o işleri ,yara izi bile kalmadı, Bak!" diyenlere sesleniyorum. Hepinizin içinde bir "Çelik" şarkısı mutlaka yatıyor. Kendinizi kandırmayın. Açın bir "Ateşteyim" ,gelin nakarat kısmına, Çelik : "Ateşteyim, ateşte ateşte." desin ve durdurun. yüzde 99.5 unuz o nakaratı mutlaka tamamlayacaktır. Bana güvenin. (Aynı deney 'Hercai' de de denenebilir). Saygılar...
(Dip Not: Classic 60s ve Sweet 80s isimli programlar tamamen hayal ürünüdür)
Kendi Çapında Yabancı - 1

Albert Camus hakikaten şahane yabancılaşmış topluma. Ona saygım sonsuz. Onun kadar yani böyle oturup kitap falan yazacak kadar olmasa da muntazaman ben de yabancılaşıyorum hayata. İşte bloga bi yazı yazabilecek kadar falan anca. Bu yazı dizisinde böyle küçük küçük, sevimli gibi böyle yabancılaşacağız hep beraber.
Şimdi ben amatör olarak müzikle ilgilenirim. Bas gitar çalarım elim döndüğünce. Neyse dostlarım bu sene müzik grubu falan işine girdim bişeyler. Okulun eğlence ve tanışma amaçlı yemeğinde çaldık. Çaldığımız şarkılardan birisi ise Akdeniz Akşamları'ydı. Ve dostlarım 21. yüzyılda, bilim ve teknoloji çağında insanlar hala Akdeniz Akşamlarıyla çılgınlar gibi coşabiliyor. Kendini kaybeden kalabalığı görünce hayatın aslında ne kadar anlamsız olduğunu anladım. Gökyüzüne baktım, işaret parmağımı yukarıya doğrulttum ve "bu şarkıyı senin için çalıyorum Camus" dedim. "Sen ve senin gibi yabancılaşmış tüm insanlar için."
27 Ekim 2009 Salı
Bir Sınav İçin Ağıt

Ben her sınav döneminden sonra bir takım kararlar alırım. Yanlış anlaşılmasın dostlarım "bundan sonra günü gününe çalışıcam oğlum" tadında kararlar değil. Yani yalan söylemiyim hadi bir keresinde "oğlum bu sefer çalışmaya bir gün daha erken başlıycam" kararı almışlığım var ama sayılmaz o da. Onun dışında aldığım kararlar daha çok eğlence sektörüne yönelik kararlardı. "Olm acaip gezicem bu sefer", "olm bundan sonra piç olucam, o zaman değerin biliniyor" falan filan gibi bir takım klişe gibi kararlardı gene de aldıklarım. Hee sorarsanız yaptın mı diye başımı usulca öne eğerim. Hem ne demiş İsmail Türüt: Plan yapmayın plan.
Bu sınav döneminde ise sürecin içerisindeyken bir karar aldım. Sınav salonunda hocanın gelmesini bekliyorduk ve bir anda o fikir geldi aklıma: "Bundan sonra sınav çıkışında "sınava girdin mi" diye soran adama "sınav bana girdi ohahahaha" şeklinde cevap veren adamı ağzından burnundan kan gelesiye kadar dövmek"
Önce bu fikrimi kamuoyuyla paylaşmak için sınavın bitmesini mi beklesem diye düşündüm. Ama engel olması oldukça güçtü. 2 saat boyunca nasıl dayansındı bu deli gönül bu fikri söylemeden. Hoca gelmeden ayağa kalktım ve: "millet bundan sonra "sınav bana girdi" esprisini yapanın ağzını burnunu kırma kararını aldım benimle misiniz?" dedim coşkulu bir alkış koptu, aralardan yuhalayanlar falan oldu kafalarını saklayıp, iki üç tane mal gibi çocuk da tırnaklarını kemirmeye başladı.
Sınav bitiminde o tırnaklarını kemiren çocuklar "abi bi konuşabilir miyiz" diyerek beni sessiz bir yere götürdüler. Çocuklarla da kaç senedir aynı sınıftaymışım, ilk kez o zaman farkettim onların varlığını. CIA midir MİT midir nedir kaç senedir dikkat çekmeden durmuşlar yanımızda. Neyse işte: "Abi sırf sınavlara bu espriyi yapabilmek için çalışmadan giriyoruz, bildiğimiz bir bu espri vardı onu da sen aldın elimizden, gel vazgeç sen şu işten, bitirme bizi" dediler. "Tamam" dedim, "ben görmeden sessizce aranızda yapabilirsiniz, ama ben duymayayım" dedim. "Saygılar abi" dediler ve tekrar kalabalığa karışıp kayboldular.
23 Ağustos 2009 Pazar
Ev Taşıyan Bir Öğrencinin Yaşadığı İnsanlık Dramı - Part II - Mutlu Son

Birkaç ay önce ev taşıdığımı anlatmıştım sizlere. İşte biz o zaman sinsi gibi bi plan yapmıştık ev arkadaşımla. Yazın eşyaları başka bir arkadaşın evinin deposuna yığıp yazın kira vermemek niyetindeydik. Tatil dönüşü de kira vermeyerek biriktirdiğimiz parayla eve çıkacaktık. Dediğimizi pek çok açıdan yaptık. Tek bir eksik vardı. O da vermediğimiz kira paralarını biriktirmek yerine göt gezdirme sevdasına harcadık.
11 Ağustos 2009 Salı
Hayat Üzerine

31 Temmuz 2009 Cuma
Ekşi Sözlük ve Yeniçeri Ocağı'nın Tarihsel Süreçlerinin Benzerlikleri veya kısaca Ekşi Sözlük

Çok sıkı bir Ekşi Sözlük takipçisi olmadığımı baştan belirteyim." sedürt "bu konuda çok çok daha tecrübelidir benden. Fakat gene de bakıyorum arada sırada.
Bana göre Ekşi Sözlük tam anlamıyla bir Yeniçeri Ocağı. İki kurumun da tarihsel yapıları birbirine çok benziyor bence.
Yeniçeriler devşirmelerden oluşurdu ve sadece devşirmeler bu ocağa girebilirdi. Ekşi Sözlük'ü kuran ilk yazarlara da bulundukları konum itibariyle bu gözle bakabiliriz
İlk kurulduğu yıllarda Yeniçerilerin sayıları belli ve azdı.Gerçekten her bir yeniçeri iyi eğitilmiş birer savaş makinasıydı.Düşmana çok etkili ve hızlı bir şekilde saldırıyor ve onları bozguna uğratıyorlardı.İlk sözlük yazarları için de gerek düşünce yapıları gerek yazma stilleriyle ,birer " entry makinası" diyebiliriz.

Fakat 16. yy ve ilerleyen yıllarda Yeniçeri Ocağı rüşvet veren herkesin yazılabildiği ,bir bozuluş sürecine girdi. Ocağın sayısı bir anda 4-5 binlerden 45 binlere çıkmıştı. Bunların çoğu asker değildi ,fakat ortada askerim diye dolaşan disiplinsiz zorbalardı. İşte bu olay Ekşi Sözlük'te 6.nesil yazar alımına tekabül ediyor bence.O zamana kadar normal seyreden yazar sayısı bir anda 6000-7000 kişilik bir alımla karşılaşmış ve sözlük bir afallama sürecine girmiştir.
Tekrar Yeniçerilere dönersek; 17. yy ile birlikte Ocakta epey önlem alınmış ve bu sayı epey düşürülmüştür. Fakat 18. ve 19. yy da sayı tekrar giderek artmış ve önce 70-80 bine daha sonra 140 binlere ulaşmıştır. Aynı şekilde EkşiSözlük'te de uzun süre yazar alınmamış, daha sonra alınan 7. ve 8. nesil yazarlarda kısıtlamaya gidilmeye çalışılsa da 9. nesille birlikte yazar sayısı tavan yapmıştır.

Kalabalıklaşan Yeniçeriler, bir çok bölgede ,özellikle İstanbul ve çevresinde, zorbalıklar yapmaya başlamış ve isyanlar çıkarmışlardır. Sarayın sözü çoğu zaman geçmez olmuş ve çıkan bir çok isyanda Saray'da vezirler öldürülmüş, Padişahlar tahttan indirilmiştir.
Ekşi Sözük'te ise bu zorbalığı şöyle açıklamak istiyorum .Bugün sayılarının çoğalmasıyla başlı başına bir etki unsuru haline gelmiş olan Ekşi Sözlük yazarları, yerli yersiz çevredeki herkese ve her şeye saldırıyorlar . Ünlü olan bir kimseyi veya bir şeyi çok sert şekilde eleştirebilen Ekşi Sözlük yazarları, Bu ünlülerden biri çıkıp da Ekşi Sözlük hakkında olumsuz bir görüş beyan etti mi , tam anlamıyla birlik olup "kelle isteme" olayına girişiyorlar. Son örneği de ; Burcu Esmersoy. Kadını bir spor spikeri olarak ya da bir insan olarak eleştirebilirsin, Fakat Twitter da yaptığı 28 Temmuz tarihli "nicklerinin arkasına saklanıp yorum yapmaya çalışan ödlekler topluluğu "ekşi sözlük"ün dünyanın en gereksiz şeyi olduğunu düşünüyorum" açıklamasına kadar Burcu Esmersoy hakkında Ekşi Sözlük'te 253 entry bulunurken, bu açıklamadan sonra sadece 2 günde 154 tane daha yazmak da neyin nesi? Bu tam anlamıyla "kazan kaldırıp kelle istemek" gibi geliyor bana.

Bildiğiniz gibi Yeniçeri Ocağı, II. Mahmud zamanında halkın da desteğiyle topa tutularak yıkıldı ve kaldırıldı. Yeniçerilerden hiç bir iz kalmaması için bütün eserleri mezar taşlarına kadar yıktırıldı. Ve bu olay halk arasında Vaka-i Hayriye olarak adlandırıldı. Umarım Ekşi Sözlük'ün sonu da böyle olmaz.
(Buradan bu isyanlara/olaylara karışmayan yeniçerileri/yazarları tenzih ederim. Bizi izleyen okuyan yazar varsa onları da tenzih ederim. Neme lazım, biraz ünlü olursak ileride ,bu yazılanları gösterip bizim de kellemizi isterler belki.)
15 Mayıs 2009 Cuma
İnsanoğlunun Yeryüzündeki Bilmem Kaç Yıllık Yürüyüşü

Ertesi gün televizyon yayını halen gelmemişti. TRT serisi hariç hiçbir kanal yoktu. Haliyle TRT’ye dadandım. Eurovision şarkı yarışmasının nostaljik görüntüleri yayınlanıyordu. 70ler 80ler 90lar falan çok acayip. Birbirinden vasat şarkılar, birbirinden berbat sahne şovları. Onları izlerken ben oturduğum yerde onların yerine utandım adeta. İyi ki günümüz müzik ve şov anlayışı değişmiş diye aklımdan geçirdim. Sonra bu senenin Eurovision şarkı yarışmasının yarı final yayınına geçtiler. Lakin 70lerden bugüne değişen hiçbir şey yoktu. Şarkılar eskisinden bile kötü ve aynı itici, yapmacık sahne şovları. Şov bile değil hatta dilim varmaz şov demeye. Bir takım sahne hareketleri diyorum o yüzden. Birkaç münasebetsiz yıldırım yüzünden televizyon yayını iki gündür yoktu, bu Eurovision denilen yarışmadaki kalite değişen toplum düzeniyle değişmemiş hatta daha da geriye gitmişti ve biz 21inci yüzyıldaydık.
Eurovision muhabbeti iyice beni bunalttıktan sonra kitap okuyayım bari dedim. “Kürk Mantolu Madonna” adlı kitabı aldım elime. Her şeyiyle mükemmel bir kitap. Daha önce de okumuştum şöyle bir altını çizdiğim yerlere bi bakayım dedim. Kitap olsa olsa 1940larda yazılmış. Bir adamın bir kadına olan inanılmaz bir aşkını anlatıyor ve adamın aşık olduğu kadın inanılmaz derecede tutarsız, anlaşılamaz, çözülemez bir karakter. Bir çok yakın davranıyor, bir çok uzak. Bir gün çok neşeli, öbür gün değil. 1940lardan bu yana kadınlar da değişen toplum düzeniyle değişmemiş olduğu yerde saymışlar. Birkaç münasebetsiz yıldırım yüzünden televizyon yayını iki buçuk gündür yoktu, bilmem kaç yıllık Eurovision tarihinde yıllar boyu bir arpa boyu ilerleme kaydedilememiş hatta muhtemelen geri bile gidilmişti, kadınlar 70 yıldır en ufak bir değişim göstermemiş hala anlaşılamaz bir o kadar karmaşıklardı ve biz 21inci yüzyıldaydık.
Şimdi yüksek affınıza sığınarak şunu demek istiyorum: “Değişen toplum düzenine ve modern topluma sokuyum. Nasıl bir değişim lan bu?”
13 Mayıs 2009 Çarşamba
Dört Mevsim

Ama kış mevsiminden hakikaten nefret ederim öyle böyle değil. Elimi kara değdirmeden geçirdiğim kış mevsimleri bilirim öyle bir nefret. En son kardan adamı orta okulda, en son kartopu savaşını lisede yaptım ben. Bence bir insan kış mevsimini seviyorsa o insan kesinlikle kaloriferli evde büyümüştür. Sobalı evde büyüyen hiçbir insan evladı sanmıyorum ki sevsin kış mevsimini. Sobalı evde büyüyen çocuk için kış mevsimi; tek bir odaya hapis olmaktan, sabahları titreyerek uyanmaktan, odalar arası iklim farklılıklarından ve tüten sobanın yarattığı is kokusundan fazlası değildir. O çocuklar ki ilk baharı tüm coşkularıyla kutlayandır, değerini bilendir.
O çocuklar ki her zaman ileride güney sahillerine göç etmekten bahsederler. Çünkü bilirler ki oralarda kış mevsimi yumuşak geçer ve kar yağması ender rastlanan bir doğa olayıdır. En sevdiğim şehir İzmir’dir benim mesela. Çünkü hiç gitmedim. Ama havası sıcak, denizi falan var ondan herhalde. Hayalimdeki cennetin tasviriyle, hayalimdeki İzmir'in tasviri çok yakın birbirine. Kışlar ılık geçiyordur orada, kar bile yağmıyordur belki. Kesinlikle İzmir’e göç edeceğim, hiç olmadı Antalya.
12 Mayıs 2009 Salı
Paylaşmak İstedim - 8

10 Nisan 2009 Cuma
Borçlu Doğanlar

Ben borçlu doğdum. Hem de çok kutsal(!) bir borçla. Aynı zamanda öyle bir borç ki ülkemde her iki insandan birisi sırtında bu borçla doğuyor. Bu borca sahip olmak için gereken şey ise bir adet penis. Adını vatan borcu koymuşlar.
Hayatımın birkaç ayını adam adam öldürme ve savaş sanatını öğrenerek geçireceğim. Aynı zamanda emir almayı, emre koşulsuz itaati öğreneceğim. Üstelik statü olarak da benden altta olan birinden emir alacağım. Gündüzleri koşacağım, atış talimi yapacağım, sürüneceğim. Geceleri kalkıp nöbet tutacağım. Herhangi bir şekilde saçımı sakalımı da uzatamayacağım tabi ki. Emir öyle çünkü. Her erkek bunu yapacak elbet bir gün.
Şimdi bu vatan borcu denilen şeyi anlamıyorum ben bir türlü. Ülkemde yaşamamın bedeli olarak sürekli vergi veriyorum zaten. Hatta sigara falan da içiyorum inanılmaz vergiler veriyorum ben öyle böyle değil. Böylesine vergi ödediğim bir memlekette, ödediğim vergilerden en büyük payı alan kurumun askeriye olduğu bir memlekette gidip bir de zorunlu olarak askerlik yapmak aklıma bir türlü yatmıyor. Ha diyelim eşek yüküyle verdiğim vergiler karşılamıyor benim penisimin sebep olduğu bu borcu. Desinler ki kamu hizmeti yap ama o da yok. Bu borcu ödeyebilmemin tek yolu komuta altına girip insan öldürmenin temel bilgilerini almak.
Hepimiz sen de askersin sen de mehmetsin diye yetiştirildik. Hepimize önce nasıl savaşçı ve kahraman bir millet olduğumuz anlatıldı. Kazandığımız savaşları saatlerce dinledik, uyguladığımız yanlış politikaları, verdiğimiz yanlış kararları ise dış mihraklara bağlayıp oldukça kısa süren dakikalar içinde geçtik. Almanya yenilince yenildik, ülke içinde ayaklanma olunca kışkırtma dedik üzüldük. Ama her tarih bilgisinin alt metni aynıydı. Sen de askersin sen de mehmetsin.
Ben asker değilim. Bu ülkeye olan borcumu da silah kullanmayı öğrenerek ödemek istemiyorum. Askeriye gayet profesyonel ve maaşlı askerler yetiştirebilir. Tamamen meslekleri bu olan. Vergiyi bunun için veriyoruz neticede. Vatan borcu denen bir şey varsa da bu tüm ülke vatandaşlarından -sadece penisi olanlardan değil- kamu hizmeti olarak alınabilir gayet. Herkes kendi eğitimini aldığı işte ülkesine çok daha iyi hizmet verebilir varsa eğer bir borcu bunu çok daha işe yarar bir biçimde ödeyebilir.
Bir dipnot: işine gelmeyen noktalarda beliren, kadın erkek eşitliği diyen feminist arkadaşlarıma sesleniyorum buradan. Azıcık da “neden bizim vatan borcumuz yok? Hani eşitlik?” deseniz mesela? Alsanız şu yükü sırtımızdan, hafifletseniz biraz? Orta sahada sıkışmış oyunu kanatlara açsanız? Ne dersiniz hoş olmaz mı?
7 Nisan 2009 Salı
Bir Bünyede Müziğin Evrimi ve Ergen

Winampta güzel bir dalga var. Hangi şarkıyı kaç kere dinlediğini gösteriyor. Son günlerde en çok dinlediğim beş şarkının listesi şöyle: Dio – Don't Talk To Strangers, The Doors – The End, Katy Perry – Hot'n cold, Müslüm Gürses – Tutamıyorum Zamanı, Nil Karaibrahimgil – Seviyorum Sevmiyorum.
Heavy metalin tanrısı Dio ile Nil Karaibrahimgil'i, The Doors ile Katy Perry'i ve tüm bu insanlarla arabeskin babası Müslüm Gürses'i aynı potada nasıl eritebildiğim hakkında en ufak bir fikrim yok açıkcası. Ama "seviyorum abi." Dinlerim hepsini.
Lise yıllarında hararetli bir metalciydim ben. Hazırlık yıllarında Linkin Park'la başlayan serüvenim Metallica, Pentagram, Megadeth , Slayer ile devam etmiş idi. Hep böyle daha sert müzik arayışları içerisindeydim zira lisenin verdiği hararet beni buna teşvik ediyordu. Ben liseliydim artık büyük bir adamdım ve çok sert müzik dinlemeliydim. Beklenen oldu ve Cradle of Filth ile Marduk denen iki grubun albümlerini buldum. Oldukça sertti müzik, enstrümanlar başını almış gidiyor, vokaller bağrış çağrış, rıpıdı rıpıdı rıpıdı diye bir ritm arkada. Bildiğiniz gibi değil. Belki de biliyorsunuzdur bilmiyorum.Bir ay işkence ettim kendime. “Olm adamlar çok sağlam müzik yapıyo ehe ehe” diye dolaştım ortalarda. Bir gece ansızın canıma tak etti ve “bu ne lan, böyle müzik mi olur, anca kafa skiyolar” deyip attım albümleri. Bana kalırsa o gün benim ergenliği terk ettiğim gündü. Hep buna inanırım.
O günden sonra baya bi rahatladım. Böyle görüntü birazcık daha netleşmişti. O hararet önemli nebzede azalmıştı. Beşinci günün şafağında tepenin arkasında beliren Gandalf'ın yüzündeki özgüven, adaya geri dönmüş John Locke'un yüzündeki dingin ve sakin ifade ve Big Lebowski'nin o umarsız bakışları... Hepsi tek bir bünyede vücut bulmuş aynı potada erimişti. Bende.
Geçenlerde bir arkadaşımla rock bar'da oturuyorduk. Böyle her zamanki muhabbetler falan işte. Birbirimize gece klüplerini sevmediğimizden, cıstık cıstık müzikten hiç hazzetmediğimizden bahsediyor, diskolarda sabaha kadar dans eden insanlara anlam veremeyişimizden söz ediyorduk. Kah clubber şarkıların çok kötü olduğundan konuşuyor kah disko ışıklarının çok yorucu olduğundan dem vuruyorduk. Aynı gecenin devamında aynı kişiyle bir gece klubünde Ferhat Göçer'in “Biri Bana Gelsin” şarkısının club mix versiyonunda çılgınlar gibi dans ederken buldum kendimi. O an bir şey daha farkettim. Eğlenmek için nerede olduğunun ne yaptığının pek de önemi yoktu aslında. Asıl faktör kiminle olduğun bana kalırsa. İşte bu da post ergenlik dönemini atlattığım gündü bence(post ergenlik kavramını açıcam başka bi yazıda literatüre kazandırıcam bunu). Geçen sene haftalarca Anathema konseri için gün saydığımı konserin ise bana adeta eziyet gibi geldiğini de bilirim.
Anathema da çok garip bir grup. Grup vitaminden ya da ne bileyim Hepsi'den falan bile garip baya bence. Tanıdığım her insanın yaklaşık 1-1.5 senesine damga vurmuş sonrasında sıkılınıp bırakılmış bi grup. Hep şaşırırım bu olaya. Herkese mi oluyordur nedir?
10 Mart 2009 Salı
Yönetmenlik ve Hayata Dair Tırt Çıkarımlar Üzerine Kendimle Bir Söyleşi

Bana deseler ki “hadi bir meslek seç kendine ne olmak istiyorsan onu olabilirsin” deseler hiç düşünmeden “yönetmen” olurum. Kariyerine genç yaşta kısa film festivallerinde ödüller alarak başlamış ilk uzun metrajlı film denemesinde ise epey ses getirmiş bi adam olmayı isterdim mesela. Film konusunda idare edecek kadar bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum. Önde gelen yönetmenlerin böyle film çekerkenki tarzlarının farklılıklarını falan biraz bilirim. Arkadaş ortamlarında “abi Lars von Trier de handy cam olayını sinemada en iyi uygulayan insan, dogma akımının da en önde gelen ismi” şeklinde bir cümle kurabilirim mesela. Kah Tarantino'nun absürd diyaloglarını gündeme getirebilir kah kanlı sahneleri filmlerinde ne kadar çok kullandığından bahsedebilirim. Lakin dostlarım bu ünlü yönetmenlerin hiçbirisinin kendine has tarzı benim hayatım boyunca “yönetmen” sıfatını aldığını duyduğum ilk insan kadar etkilememiştir, o derece bir travma yaratmamıştır.
Hayatıma “yönetmen” kelimesinin kavram olarak girişi bende “İbrahim Tatlıses” ile başlar. Kendi müzik şirketinin bütün şarkıcılarına bizzat kendisi gider klip çekerdi. Ve İbrahim Tatlıses'i diğer yönetmenlerden ayıran çok farklı bir çekim tekniği vardı. Kamerayı çapraz tutarak başlar sahneye ve kişinin yüzüne kamera bir yaklaşır bir uzaklaşırdı. Bunu yaparken de kamera her seferinde farklı bi açıyla yaklaşırdı(bi ters bi düz gibi). Şarkıda her bir davul vuruşuyla yaklaşılır ve uzaklaşılırdı. Bir sinema sever olarak, hayali yönetmen olmak olan biri olarak hayatımda adını bildiğim ilk yönetmenin “İbrahim Tatlıses” olması oldukça üzerinde düşünülesi ve de neyse ki “ah şu 90'lar ve kral tivi” diyerek içinden çıkılası bir konu olması sevinilesi mi yoksa üzünülüp yaslara bürünülesi bir şey mi bilemediğimden bu meseleye tepkisiz kalmayı tercih ediyorum.
Neyse ki İbrahim Tatlıses'in yönetmenliğinden bi cacık olmadı. Öyle film falan da çekmedi bildiğim kadarıyla. Lakin dostlarım aynı dönemin benzer figürü olan Mahsun Kırmızıgül'e ne demeli? “alem buysa kral benim” diyordu bu adam? “mavi mavi şu gelen kimin yari” diyor maldivlere gidip tırt klipler çekiyordu? Alişan ve Özcan Deniz'le kollarını birbirlerinin omuzlarına atıp istanbul gecelerinde “önümüze gelene bir tekme” pozisyonuyla geziyorlardı? “seda sayan”la falan sevgiliydi lan bu adam? Beyaz Melek diye bir film çekti önce. Arkadaş ortamlarında “oğlum Mahsun film çekmiş tısıtısısıs” diye güldük ettik. Fragmanını izledim ve dedim “baya baya film lan bu, bildiğin film yani”. Neyse filmin kendisini izleyemedim ama “Güneşi Gördüm” diye bir film çekmiş şimdi fragmanını izledim “oha oğlum çok sağlam bi filme benziyor” cümlesini sarfederken bir Mahsun Kırmızıgül filmidir diye duydum. Nasıl oluyor da oluyor canlar biri bana bunu açıklasın. Bu adamın filminin Cannes film festivaline gidip gitmeyeceği tartışılıyor. “Altan Erkekli, Emre Kınay” gibi adamlar bunun filmlerinde oynayıp “çok iyi bir yönetmen” diyorlar mahsun için. Anlamıyorum bu işler nasıl işler dostlarım. Bir adamın içine günün birinde bir yönetmen ruhu ansınız kaçabiliyor mu böyle? Şimdi ben Nihat Doğan'a eskisi gibi nasıl bakabilirim bir daha? Bir on yıl sonra o da yönetmen olsa, Atilla Dorsay falan çıksa filmlerini tartışsa övse hatta ne acayip lan.
Ey inatla kestiğim halde bana bakmayan kız, ey benim aşkı ilanımı duymazdan gelen, ey beni arkadaş olarak gören, ey beni yağmursuz gayet de güneşli bir günde terkeden ruhsuz sevdicek. Hepinize birden sesleniyorum. “Bir zencinin amerikan başkanı olabildiği, Mahsun Kırmızıgül'ün yönetmenliğin kitabını yazdığı, Sabri Sarıoğlu'nun son dakikada gol atıp maç kurtarabildiği bir dünya düzeninde ben kimbilir neler yapabilirim. Görün potansiyelimi.
4 Mart 2009 Çarşamba
Klişe Üzerine Üç Beş Kelam

Arada bir çok canım sıkılıyor. Yani sıkılıyor dediysem hakkaten sıkılıyor. Bir anda gelen bir his bu. Arkadaş ortamında olsun, evde tek başıma otururken olsun, film izlerken olsun hatta uyurken bile sıkılıyorum rüyamda bazen. Bu akşam da bir ara çok canım sıkıldı ve ben üşenmeden bir tarafta dişleri telli sürekli ezilen bir takım kızların olduğu diğer tarafta ise son derece havalı ve popüler kızların olduğu “amerikan lisesi” temalı bir film izledim. Hani film boyunca ezilen ama filmin sonunda açılıp saçılıp herkese “ananı avradını” dedirten kızların olduğu film. Esas ve popüler oğlanla tırt görünümlü ama içinde sonsuz cevher barındıran kızın öpüşmesiyle biten film. İçinde sonsuz tane klişe içeren film. Klişeleri severim izledim. Drew Barrymore oynuyordu izledim. Çok şeker birisi.
“Klişe” denen şey çok garip. Sadece filmler için de değil bu. Gün içinde aynı muhabbete milyon kere tanık oluyorum yetmiyor bi de dahil oluyorum mesela. Gün geçmiyor ki sigara içenlerin olduğu bir ortamda “abi şu sigaraya verdiğim parayla şimdiye araba aldıydım” muhabbeti yapılmasın. Akabinde herkesin gaza gelip bir takım hesaplara dalıp bu kaybettikleri küçük serveti falan hesaplamaları hangimizin başına gelmiyor ki a dostlar. Hangi ortamda o paranın ardından ağıtlar yakılıp sonra birer sigara yakılmıyor ki?
Ya da mesela burada çok klişe başka bir muhabbet daha vardır. Burada dediğim benim okuduğum yerde yani Afyon'da. Küçük bir şehir burası ve hiç bar olayı falan yok burada. Bu memlekette ne zaman bir kız ve bir erkek tanışıp azıcık muhabbete sarsa ilerleyen dakikalarda muhabbetin geldiği nokta hep aynıdır. “Ya burada da hiç eğlenecek yer yok, şöyle güzel bi mekan olsa içip içip dağıtsak falan ne süper olur”. Bu cümle mutlaka sarfedilir. En gotiğinden en tikisine, en punk'ından en tırtına hiç şaşmaz bu. Hatta ev arkadaşımla geliştirdiğimiz teoriye göre bu cümleyi ilk sarfedenin karşıdakine yazdığı kanısına da vardık. Veriler tutuyor şimdilik. Hadi hayırlısı.
Gene de severim klişeleri. Başından sonu belli olan filme “çok klişe abi yeeaa” demeyi severim. Sonu şaşırtıcı olan böyle hiç beklenmedik şekilde biten filme de “abi hep böyle yapıyorlar artık son zamanlarda, klişe yeeaa bu da” demeyi de severim. Yüz kere aynı muhabetleri yapmayı severim, sonra bir de bunları yapan hep başkalarıymış gibi yapıp sağda solda klişe tespitçiliği oynayarak bu işten ekmek yemeyi de severim. Sonuç olarak yine de “Drew Barrymore” dünyanın en şeker insanı olabilir.
25 Ocak 2009 Pazar
Acayip Modern Toplum Eleştirisi - 1

Geçenlerde bir arkadaşım msn'den bi kıza ilan-ı aşk eyledi. İçkiliydi zaten böyle saçma bir girişimde bulunurken. Bu çocuğun başına ne geldiyse içkiden geldi hep. Ne zaman içse hayatının en saçma hikayelerini yaşadı, her seferinde de pişman oldu. Sonra içkiye tövbe edip ertesi gün yine başladı. Her neyse bu açıldıktan sonra kız cevap yazmadı buna. Hiçbir şey yazmadı. “Evet hayır bişey de” dedi, kız gene yazmadı. Böyle geçen 2 saatin ardından bu eleman “abi heralde bilgisayar başında değil” dedi. Lakin hayat bazen çok acımasız olabiliyor. Zira bu eleman tam bu cümleyi sarfederken kız kişisel iletisini kaldırdı. Ardından bir buçuk saat daha cevap gelmedi. Başladı bizim eleman bana içini dökmeye. Bunlar çok eğleniyorlarmış beraber, “karnımızı tuta gülerdik beraberken” falan dedi. Komik biridir de eleman, ağzı çok iyi laf yapar hakkaten. Başladık bununla tespitler yapmaya. Abi “kızlar hep böyle, lan yapmadığımız maymunluk kalmıyor, maksimum eğlence falan ama olay mizahta eğlencede değil demekki, sektörde buna iş çıkmıyor” falan konuşup durduk. Kızlar hakkında atıp tuttuk, bir sürü tespitler, “ben seni arkadaş olarak görüyorum” klişesinin psikodinamik temelleri konulu tartışmalar falan inanılmaz şeyler oldu. En son bu arkadaş üç buçuk saatlik cevapsız bekleyişin ardından bana bu olaya ihafen şu şiiri okudu:
Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar.
İşte beni bu yazıyı yazmaya gark eden olay budur dostlar. Msn'den açıldığı kızdan cevap gelmeyince bu güzelim Necip Fazıl'ın şiirini bu olaya uyarlayınca tüylerim diken diken oldu. Bir anda arşa yükseldim. Her şeyi tepeden gördüm. Gördüğüm şey şuydu: “günümüz aşkları çok garip lan”
Şimdi sizlere modern bir aşk hikayesi anlatacağım. Adeta bir itörnıl sanşayın of dı sıpatlıs maynd tadında romantizm, fayt kılab tadında modern toplum eleştirisi ve ıssız adam tadında bir ıssızlık...
"Sen hiç her internete girdiğinde heyecanla facebook'a girip aşık olduğun ve bir türlü açılamadığın kızın ilişki durumuna heyecanla bakar mısın? “Single” ibaresini görünce aptal aptal sırıtır mısın? Ve bir gün hiç beklenmedik bir anda “in a relationship” yazısı anasayfanda gözüktüğünde hüzünlerden hüzünlere yelken açmak nedir bilir misin? İlişki durumunun değişmesine gelen “oo hayırlı olsun hanfendi darısı başımıza” tadındaki yorumları okurken sinirden winamp açıp en sert böyle brutal vokalli falan metal müzik dinleyip sinirini atmaya çalışmak nedir bilir misin? Bilemezsin tabi. Sen hiç aşık olmadın ki..."
Modern bir aşk hikayesini, toplumun kanayan bir yarasını, gençliğin içinde bulunduğu psikolojik dehlizleri aktardım sizlere dostlarım. Bir dahaki yazımda tekrar görüşmek dileğiyle. Esen kalın.
22 Ocak 2009 Perşembe
Paylaşmak İstedim - 2

Tembel ve ders çalışmayı sevmeyen bünyelerin sınav dönemlerinde içinde bulundukları içler acısı bir tabloyu aktaracağım sizlere dostlar. Sınav dönemine girmiş tembel bir öğrencinin birim zamanda tuvalete gitme sayısında yaklaşık yüzde yüz ellilik bir artışı gözlemlemiş bulunuyorum. Hatta aynı öğrencinin normalde tuvaletten çıktığında elini yıkamamasına ya da en fazla tuvaletteki lavaboda şöyle bir suya tutmasına rağmen sınav dönemine girildiğinde tuvaletten çıkınca üşenmeyip bir de banyoya gidip elini güzelce sabunlayıp 2-3 dakikalık el yıkama seromonileri yaptığı bunun üstüne bir de aynada kendisine bakıp saçını başını düzelttiği akabinde de aynaya değişik pozlar verdiği ayrıca tespit edilmiştir.
16 Ocak 2009 Cuma
Magazin Kültürü

Geçenlerde spicoli'yle magazin kültürü üzerine bi sohbet yapmıştık. Geçenlerde dediğim bir ay olmuş artık. Ben onu bi kağıda not almıştım burdaki tespitlerimizi blog'a aktarayım diye. Lakin kağıt kayboldu ben unuttum yazmayı haliyle. Bugün odamı temizlerken bir buçuk yıldır kayıp olan terliğimin tekini ve de o not aldığım kağıdımı buldum yatağın altından. Ayağımda terliklerim, başlıyorum anlatmaya.
Şimdi magazin kültürü deyince hepiniz “ayy çok kötü fena” diyorsunuz, ne gereksiz bir iştir diyorsunuz değil mi? Çıkıp da ben demiyorum demeyin genellememi bozmayın. Anlatacaklarım var.
Yıllarca magazin kültürüne atıp tuttum. Bugün verin gazı gene atıp tutarım. Televoleden girer Harika Pazar'dan çıkarım. Az ekmek yemedim bu işten dostlar. Çeşitli arkadaş ortamlarında az prim yapmadım. Oturup magazin programı izlemiyorum mesela. Hangi ünlü kiminle basılmış falan ilgimi çekmez. Annem izlerse tepki gösteririm, eleştiririm, sen kapitalist sistemin, magazin kültürünün bir esirin derim. O da “dur değiştircem şu haber bitsin” der.
Şu bizim sağ alt tarafa koyduğumuz blogların hepsini takip ediyorum. Sanattır, sinemadır, spordur, müziktir güzel şeyler var orada. Lakin bir de buz dağının görünmeyen kısmı var dostlar. Orada olmayan ve benim takip ettiğim birkaç blog daha var. Mesela blogunu takip ettiğim bi kız var. Başından geçenleri, dün akşam ne yaptığını falan anlatıyor. Oturup üşenmeden okuyorum ben de her gün. Geçen gün farkettim, geçen gün dediğim de işte spicoliyle msn muhabeti. İşte orada bir anda kendimizi blogu yazan kızın arkadaşlarından konuşurken bulduk. Hepsini öğrenmişim resmen blogu okuya okuya. Spicoli de biliyor hepsini hatta o benden daha çok biliyor(ben battım seni de batırıcam olm). Noldu magazin kültürü karşıtı o asi ruhlu gence derseniz işte benim tırtladığım yer burası dostlar. Engel olamıyorum okuyorum. Bir sürü blog var böyle tamamen kişisel şeylerin anlatıldığı ve benim takip ettiğim. Sanırım insanlarda bir magazin açlığı var. Bizim gibi insanların ilgisini Hülya Avşar'ı şununla bastık tandanslı haberler çekmiyor(sahi noldu onlar kaya çilingiroğlu'yla). Atıp tutuyoruz magazin kültürü diye sağda solda ondan sonra. Halbuki olay çok farklı. Biz de internette kendi ünlülerimizi yaratıyoruz. Günlük magazin ihtiyacımızı oradan karşılıyoruz. Annem gelse bana dese “oğlum magazin kültürünün esiri olmuşsun sen de” dese boynumu büker otururum anca. Acıyla başımı sallarım belki.
Hele ki geçenlerde bi arkadaşımın Facebook'ta “in a relationship”'ten “single”' a geçişine “hacı hayırdır?” diye yorum bıraktığım an benim dibe vurduğum andı. Kahrolsun magazin kültürü.
15 Ocak 2009 Perşembe
Paylaşmak İstedim - 1

Maç izlerken kontrpiyede kalan kaleci kadar hüzünlendiren bir şey yoktur dostlar. Kalecinin o çaresiz, "ben ne yapayım ki lan şimdi" bakışı falan çok acıklı gerçekten. Her zaman olmaması gerektiği yerde olan üçüncü bir karakter yüzünden mahvolmuştur işler zaten. Bu üçüncü kişilerin ağzına vurasım gelir hep. Ansızın belirip olaya dahil olan üçüncü kişi sana sesleniyorum. Çık lan aradan!
18 Aralık 2008 Perşembe
Poster Asmanın Dayanılmaz Çekiciliği
Odamda kocaman bir “requiem for a dream” posteri var. Poster kocaman bir göz ve filmin adından ibaret. O koca göz bana sanki sürekli gözetlendiğimi hatırlatıyor, birilerinin beni önemsediğini beni düşündüğünü birilerinin aklında olduğumu. Şaka dostlarım şaka. Bi skim anlatmıyor o poster bana. Öğrenci evinde olur poster falan dedik zamanında gaza gelip astık. Karşı duvarda da “v for vendetta” var mesela. “freedom forever” yazıyor kocaman üstünde. Özgürlüğümü, asi ruhumu, kural tanımazlığımı hollywood yapımlarının odamda reklamını yaparak yansıtıyorum.
İşin aslı nedir hep merak ettim aslında. Yani film posteri asmanın manası nedir? Neden 20-25 yaş arasında yapılır bu, sonra biraz büyüyünce bu gelenek terk edilir? Garip şeyler bunlar. Bir tür post ergenlik alışkanlığı diye tahmin ediyorum.
Birkaç istatistik vereyim size en çok hangi film posterleri öğrenci evlerinin duvarlarını süslüyor. “scarface” ve “fight club” en çok kullanılan duvar posteri kesinlikle. Bir hayli çok evde rast geldim bu ikisine. Sevimli kızların evinde ise “sponge bob” ve “amelie” posterleri revaçta. Az da olsa denk geldiğim birkaç poster ise “trainspotting”, “jeux d'enfants”, “amores perros”. Mutlaka daha vardır öğrenci evlerinde popüler olanlar, benim ilk aklıma gelenler bunlar. Varsa dikkatinizi çeken başka filmler belirtiniz, şüphesiz ki bu istatistiğe çok güzel bir katkınız olacaktır.
Hani diyeceksiniz ki “filmi çok severim, Al Pacino'nun hastasınım” falan da bence bunlar asıl sebep değil poster asmak için. Yani kendime bakıyorum sevdiğim filmler hakkaten duvara posterlerini astıklarım. Lakin gidip bi orijinal dvd'sini almamışım o filmin. Hatta korsanı bile yok şuan arşivimde. İzleyeyim desem mümkünü yok izleyemem. Dekoratif olduğu için desen tam o da değil. Üniversiteyi bitirmiş aile düzeni kurmuş hangi insanın evinde film posteri gördünüz? o kadar şık bir şey olsa hep evleri süslerdi. Öğrenci odalarında sınırlı kalıp öğrencilik bittikten sonra terkedilmezdi bu gelenek. Bu dekoratiflik filme olan hayranlık falan poster asmaya sebep olarak gösterilebilir ama bence yeterli değiller. Bence asıl mesele insanın kendini etiketlemek istemesi sanırım. Zevklerini belli etmek istemesi başka insanlara. Mesela yolda yürürken dikkat edin elinde “uykusuz” dergisi olan birisi “uykusuz” logosu herkes tarafından görülecek şekilde dolaşır genelde. Etiketler kendini. Poster olayı da bunun gibi. Popüler kültürden ekmek yemek için birazcık. Aslında tam popüler kültür de değil. Hani bizler genelde karşıyızdır ya popüler kültüre, eleştiririz popüler olanları hemencecik, o yüzden birazcık daha az popüler şeyleri asarız duvarımıza. Böyle herkesin bilmediği ama ilgisini çekmek istediğimiz insanların, kısacası hedef kitlemizin bildiği filmler. Popüler kültür karşıtlarının arasında popüler olmuş filmler. Ah bizi gidi çelişgen gençlik.
Ev arkadaşımın duvarında “fight club” posteri var mesela. “Tüketim toplumunu eleştiren mükemmel bir film” diyor bu arkadaşım film hakkında. Sonra filmin posterini 10 ytl'ye alıyor mesela. Tüketim toplumu diyorduk az önce o noldu?
Dipnot: Yazıyı bir daha okuyunca posterlerimi indiresim geldi. Ya da dursunlar ya bir gün lazım olur.