Haftanın Filmi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Haftanın Filmi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Şubat 2010 Çarşamba

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-27


Woody Allen üstaddır. Saygıda kusur etmeyiz.Fakat ma cherié nin üstada olan aşırı sevgisi beni tedirgin ediyor dostlarım. Woody Allen da sağlam ayakakbı değil.75 yaşına falan bakmayıp kendi evlatlığına sarkan adamdan her şey beklenir. Neyse benim asıl anlatmak istediğim şey başka tabi ki. Bir Woody Allen filmi : Zelig.

Filmde Woody Allen Leonard Zelig isimli fantastik bir kişiliği canlandırıyor. 1920 lerin bir fenomeni olarak sunulan bu hayali kişiliğin özelliği ise şu: O bir insan bukalemun. Evet,Zelig girdiği her ortamda baskın olan kişiliklerin özelliklerini aynen alıyor,hatta onların şekillerine bürünüyor. imdb de filmin anahtar sözcüklerine tıklarsanız Nazi,Yahudi,Vatikan,Uçak Kaçırma,Beyzbol vs gibi bir çok birbiriyle alakasız kelime görebilirsiniz.Varın hikayenin tamamını siz hesap edin.

1983 yılında gösterime giren bu absürd hikaye ile Woody Allen,Leonard Zelig'in hayatının üstünden çok geniş bir modern toplum eleştirisi yapıyor. Zelig'in hayatı hakkında bir belgesel şeklinde olan bu filmde de Mia Farrow ,Allen'ı yalnız bırakmıyor. (bkz. Bir Woody Allen Klasiği)

Kısacası şiddetle tavsiye edeceğim,çok zekice ve ince eleştirilerle sizi çok şiddetli gülmelere gark ettirecek bomba gibi bir film ; Zelig. Bir okuyucu yorumuyla hem yazıyı bitireyim hem de durumu özetleyeyim :" Woody Strikes Back"

Şimdiden iyi seyirler.

Dip not: sukullaci ye sevgilerle.(Bu arada, naptın lan geçtin mi?)

2 Aralık 2009 Çarşamba

Haftanın Filmi 26 - RocknRolla

Haftanın filmi köşesi aslında amacından fazlaca sapmış bir köşe olup çıktı ama olsun. RocknRolla bu hafta "haftanın filmi" köşemizin konuğu.


"People ask the question... what's a RocknRolla? And I tell 'em - it's not about drums, drugs, and hospital drips, oh no. There's more there than that, my friend. We all like a bit of the good life - some the money, some the drugs, other the sex game, the glamour, or the fame. But a RocknRolla, oh, he's different. Why? Because a real RocknRolla wants the fucking lot."

Guy Ritchie sevenlerin fazlasıyla seveceği bir film zaten. Tipik bir Guy Ritchie filmi denilebilir hatta. Harika müzikler, güzel bir hikaye ve fantastik İngiliz aksanı. Tek eksiklik Jason Statham'ın eksikliği bana kalırsa, ki yerine gelen adam da Gerard Butler olunca Statham'ı daha bi saygıyla andım. Bir de bu filmde sinemalarda pek görmediğimiz ama Entourage'den Ari Gold olarak tanıdığımız Jeremy Piven var. Kendisini de sever sayarız. Filmde yine efsane olabilecek karakterler mevcut fakat, Johnny Quid'i ayrı bi yere koymak gerek. Kendisine özellikle dikkat lütfen, filmi izlerken.

Haftanın filmi bu haftalık bu kadar, haftanın müzik listesi olarak filmin soundtrack albümünü yazdım sayım.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-25


Bu haftanın filmi 2007 yapımı The Man From Earth.

Filmi izlemeden önce ne konusu,ne oyuncuları ne de yönetmeni hakkında hiçbir fikrim yoktu. Filmin ismini imdb de en iyi bilim kurgu filmleri arasında gezinirken buldum. 25.000 civarı kullanıcıdan 8.2 gibi epey yüksek bir oy oranı alması benim tek referans noktamdı. Filmi indirdim ve hiç bir araştırma yapmadan izledim ve bu yüzden benim için epey ilginç bir 87 dk oldu diyebilirim.

Film başlarda biraz garip gelebilir. Çünkü siz bir bilim kurgu filmi beklerken,o sizi tek bir odanın içine tıkıyor.Buı özelliği ile "12 Kızgın Herif" in aynısı diyebiliriz. Bütün bir film tek bir oda içerisinde karşılıklı akıl yürütmeler ve diyaloglarla geçiyor. Fakat bir süre sonra kendinizi diyaloglara öyle kaptırıyorsunuz ki,filmin o odayı çoktan terk ettiğini ve kurgudaki yerini aldığını görüyorsunuz.

Filmin konusundan hiç bahsetmeyeceğim. Eğer bilmiyorsanız bence hiç araştırma yapmadan izleyin. Filmin etkisi inanılmaz derecede artıyor.

Yalnız filmle ilgili bahsetmek istediğim bir şey daha var: Sonu. Naçizane tavsiyem lütfen sonunu izlemeyin. Son 10 dakika kala kapatın filmi.(Gerçi böyle yapınca herkes daha bir merakla izler de bkz. Ters Psikoloji) Ciddiyim.Filmin sonunu izledikten sonra "yönetmen bu kadar iyi akan bir filme böyle kötü ,bayağı ve komik bir son nasıl yapabilmiş?" diye şöyle bir düşündüm ve yönetmenini araştırdım.Ve sonunda bir mantığa oturttum.Filmin yönetmeni Richard Schenkman'ın bu filme kadar hiçbir önemli yapımı yokmuş derken bir de ne göreyim ; 1992 yapımı "Playboy: Playmates in Paradise " filminde Richard Schenkman'ın imzası var. O anda anladım Man from Earth'ün sonunun nereden geldiğini. Yönetmenin eski tecrübelerinden!...

Yine de iyi bir senaryo ve gerçekten ilginç bir film olan Man From Earth ilgilenenlere tavsiye olunur. (Sonu hariç)

27 Ekim 2009 Salı

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-24


Madem geri döndük bu geri dönüş havada kalmasın diye tozlar içinde kalmış bazı serileri yeniden başlatmayı planlıyorum. Bunlardan biri de "haftanın filmi" serisi.

Bu haftanın filmi Gandhi. 1982 yapımı film, Hindistan'ın bağımsızlığını kazanmasında çok büyük rol oynayan Mahatma Gandhi 'nin biyografisinden oluşuyor. Gandhi nin hayatını daha önce bilmeyenler için gerçekten didaktik bir film diyebiliriz. Biyografi den haberdar olanlar da Ben Kingsley 'in muhteşem oyunculuğu sayesinde Gandhi' yi somutlaşmış ,ete kemiğe bürünmüş olarak bulacaklar. Film 188 dk. gibi uzun denebilecek bir süreye sahip olsa da akıcı yapısı sayesinde filmi hiç sıkılmadan tamamlıyorsunuz.

Açıkçası filmin etkisi bende eğey yoğun oldu. Daha önceden biyografisini okumuştum Gandhi'nin ama kendisini canlı kanlı karşımda görünce! kendimi filme iyice kaptırdım ve bir ara kendimi Gandhi'nin yanında onun öğretilerini dinleyen bir öğrenci gibi hissettim.

En iyi film ve yönetmen de dahil tam 8 oscar kazanan film, dönemin kült filmi E.T yi ve ünlü yönetmeni Steven Spielberg'i de ikinci plana atmasını bilmiştir. Usta oyuncu Ben Kingsley de ilk ve tek heykelciğini bu filmle elde etmiştir(E bi zahmet.)

Gandhi size 3 saatlik akıcı,felsefik ve büyülü bir Hindistan yolculuğu vaat ediyor. Tarafımdan şiddetle tavsiye olunur.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 23


Söyle bir dönüp geriye bakinca, uzun zamandir sirtimizi Hollywood`a yaslamisiz. Hal böyle olunca bir Türk filmine yer verdim bu hafta da. Gemide, Yeni Sinemacilar olarak bilinen ve daha sonra yine bircok film yapacak ekibin de ilk filmi. 98 yapimi film, ayni yil Antalya Altin Portakal Film Festivali`nde en iyi film de dahil 4 dalda ödül almakla birlikte, bana göre Türk Sinemasi`nin en harikulade eserlerinden.

Gemide bana hep Tarantino`nun Reservoir Dogs`unu animsatmistir. Senaryo olarak olmasa da, sabit bir mekanin kullanilmasi, diyaloglarin müthis yazilmis olmasi ve karmasik iliski örgüsüyle Serdar Akar Tarantino`ya göz kirpmis. Hatta filmin basindaki ot cekme sahnesi yine Reservoir Dogs`daki efsane kahvalti sahnesini cok andirir. Aslinda bu fikrimi birkac yil önce Yeni Sinemacilar`in bir paneline katildigimda sormamis olmam icimde uktedir. Ama hakkimi sakli tutuyorum, birgün o soruyu Serdar Akar`a yöneltecegim muhakkak.

Dedigim gibi, filmde diyaloglar nefis yazilmis. Diyaloglardaki agir küfürler, argo kelimeler o kadar dogal, yerli yerinde ve gercekci ki filmin en etkileyici yönü bu aslinda. Oyunculuklara da ayrica deginmek gerek. Haldun Boysan`dan ve özellikle de Erkan Can`dan kesinlikle laf olsun diye söylemiyorum, siradisi ve esine az rastlanir performanslar. Erkan Can Altin Portakalla da taclandirmistir zaten bu performansini ve zaten herkes dillendirir ne muhtesem oynadigini; ama Haldun Boysan`dan biraz esirgendigini görüsündeyim övgülerin. Bastirilmis cinselligi, yer yer yine bastirilmis ürkekligi nefis vermis. Arkadas ortamlarinda da geyigi hep yapilir " Adam ne ot cekiyor arkadas" diye Erkan Can icin; ama hakikaten de müthis. Kafasi güzelken, sigaraya gösterdigi o spontan özen beni cok etkilemistir mesela. 2 ihtimal var, ya tüttüren insanlari cok gözlemledi, ya da cekimler sirasinda gercekci olmak adina, gercekten uctular. Sanirim bu da Erkan Can`a bire bir sorulmasi gereken bir soru. Onun disinda filmde yer yer sondaj calismalari gibi bogan sahneler olsa da aslinda onlarla da Kaptan`in anilarinin canlanmasini nefis baglamis yönetmen.

Bir de Laleli`de Bir Azize`yi de izlemek lazim bu filmin ardindan. Aralarinda baglantilar var. Anlatilacak daha cok sey var daha aslinda bu filmle ilgili. Ama en sagliklisi herkesin izleyerek kendi yargilariyla cözümlemesi sanirim. Izlemeyenler muhakkak, izleyenler de bir kez daha.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 22

Yönetmeninin adına baktığımızda “David Lynch” ismini görsek de Fil Adam herhangi bir David Lynch filminden tamamen farklı bir sınıftadır. Gerçek bir öyküden esinlelenilen filmde genetik bir problem nedeniyle kafasında ve vücudunda bazı sorunlarla doğan ve kafası normalden çok büyük olduğu için Fil Adam sıfatıyla sirklerde ucube olarak gösterilen John Merrick’in yaşamı anlatılmaktadır. Filmi izlerken insan ırkının ne kadar basit,aşağılık ve iki yüzlü olduğuna bir kez daha tanık olacaksınız.Açıkçası filmden sonra Fil Adam’ın “I’m not an elephant,I am not an animal, I am a human-being” sözleri uzun süre kulaklarımda çınladı.John Hurt (John Merrick) ve Antonhy Hopkins( Dr. Frederick Treves) de üst düzey performanslarıyla filmi çok daha çarpıcı bir hale getirmişler.Antonhy Hopkins’i de siyah saçlı görmek epey ilginçti.(Bkz. Bazı insanların her zaman yaşlıymış gibi algılanması Örn.Morgan Freeman ) 8 dalda Oscar’a aday gösterilen film 1980 yapımı. David Lynch ‘in tarzının dışında olması onun yönetmenlik yeteneklerini kullanamamasını gerektirmiyor tabi ki.Oldukça başarılı çekimlere rağmen En İyi Yönetmeni Robert Redford’a kaptırmış.Fil Adam için “insanlıktan uzaklaştığımızı hissettiğimiz anlarda açıp tekrar tekrar izlenmesi gereken ibret verici bir film” diyerek filmi şiddetle tavsiye ederim.

2 Şubat 2009 Pazartesi

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 21


Bu film çıktığında 9-10 yaşlarındaydım. İnanılmaz ses getirmişti film. Biz de kuzenim ve kardeşimle bu filme gidebilmek için anne ve babalarımızdan izin istemiş, lakin "o film size göre değil" cevabıyla karşılaşıp gidemememiştik. Bu laf nasıl bilinç altıma işlediyse artık geçen haftaya kadar izlemedim filmi. Lakin geçen hafta izlediğimde ise "nasıl bu zamana kadar izlemedim bu filmi" dedim.

1997 yapımı bir Mustafa Altıoklar filmi Ağır Roman. Metin Kaçan'ın romanından uyarlanmış bir film. Başrollerde Okan Bayülgen, Müjde Ar ve Mustafa Uğurlu var. Film bir roman mahallesinde -kolera mahallesi- geçen olayları konu alıyor. Mahallenin delikanlıları ile mahalleye sonradan gelen "Reis ve adamları"nın mücadelesi işleniyor filmde. Ve tabi ki aşk da var. Filmin esas karakteri ise Okan Bayülgen'in canlandırdığı "Salih" karakteri. Okan Bayülgen gerçekten inanılmaz oynamış bu karakteri. Keşke daha çok filmde oynasa dedirtti bana. Gerek Salih'in o toy hallerini gerekse mahalle delikanlısı hallerini öylesine oynamış ki... Bir de diğer bir çok üst düzey oyunculuk ise Mustafa Uğurlu'nun canlandırdığı "Reis" karakteri. Gerçekten şapka çıkarılacak performanslar.

Film bana kalırsa Türk sinemasının en ağır dramalarından birisi. Hatta neden bilmiyorum ama bende bir "requiem for a dream" etkisi yarattı. Filmin ilk yarısındaki yükseliş, ikinci yarıda sert bir şekilde dibe vuruş. Film bittiğinde ben de çökmüş ve bitmiş durumdaydım gerçekten. Mustafa Altıoklar gibi bir adam böyle bir filmi nasıl çekmiş diye önce şaşırıyor sonra kendisini tebrik ediyoruz.

25 Ocak 2009 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 20

Benim için çok özel olan bir başka filmle karşınızdayım. İzlediğim günden beri herkese tavsiye ederim, hatta yanlarına gider ben de bir izlerim tekrar tekrar. Filmi kimle izlediysem hepsinin ortak tepkisi şuydu: “adamlar yapıyor abi”. Bu laf çok önemli. Bir filmin gelebileceği en üst noktalardan birisidir bu. Neyse filmimize gelelim.

2000 yapımı bir Christopher Nolan filmi Memento. Guy Pearce, Carrie – Anne Moss ve Joe Pantoliano ise başrollerde.

Karısının ölümünden sonra kısa süreli hafıza kaybı yaşayan Leonard adlı bir adamın hikayesi anlatılıyor filmde. Leonard o olaydan sonra öğrendiği, gördüğü, duyduğu her şeyi on dakika içerisinde unutuyor. Karısının intikamını alabilmek için ve bunu yapmayı unutmamak için vücudunun her yerine dövmeler yaptıran, cepleri kağıtlara not ettiği ipuçlarıyla dolu tuhaf bir adam. Konusu kesinlikle çok iyi filmin. Ama filmi benim için bu kadar özel yapan bir şey varsa o da kurgusudur. Sondan başa doğru ilerleyen ve bunu yaparken kusursuz ve hatasız bir şekilde ilerleyen kurgusu insanı kendine hayran bırakıyor. Her saniyede her karede olayların öncesine dair farklı şeyleri buluyorsunuz. Filmden alınan keyif de parçalar birleştikce yükseliyor ve filmin finaliyle beraber zirveye çıkıyor.

Christopher Nolan'ın adeta yönetmenlik dersi verdiği, oyuncuların çok başarılı olduğu ve izlerseniz kesinlikle pişman olmayacağınız “adamlar yapıyor abi” diyeceğiniz bir film. İyi seyirler.

19 Ocak 2009 Pazartesi

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 19

2006 yapımı harika bir soygun filmi. Yönetmenliğini fanatik Knicks taraftarı Spike Lee'nin yaptığı filmin başrol oyuncuları da Denzel Washington, Clive Owen ve Jodie Foster. Filmin girişindeki müzik de çok güzel, belirtmeden geçmeyeyim.

Denzel abimiz çoğu filmde alıştığımız üzere yine bir polisi canlandırıyor. Clive Owen da -ki hastasıyım- soygunu yapan grubun lideri ve beyni olarak karşımıza çıkıyor filmde. Jodie Foster'ın ne yaptığını tam çözemedim esasında bir çeşit aracı gibi birşey ama.

Çok sade ve kusursuz tasarlanmış bir soygun planını anlatıyor bizlere Spike Lee. Soygun deyince öyle Ocean's serisindeki gibi çeşitli tırıvırılar yok ama mükemmel şekilde hazırlanmış zekice bir plan var. Ayrıca sadece para için hırsızlık yapılmayacağını da anlatan bir soygun işleniyor filmde. Denzel abimiz her ne kadar uzman bir dedektif olsa da Clive Owen karşısında işi o kadar da kolay değil bu filmde. Clive Owen'ın bu filmdeki karizmasına hayran kalmayan çarpılır ayrıca.

Şöyle bir film izleyeyim beni şok etsin, zekice hamleler göreyim, hayran kalaym diyen varsa bu filmi kaçırmasın. İyi seyirler.

13 Ocak 2009 Salı

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 18


Bu hafta benim için çok özel bir yere sahip olan bir filmi seçtim sizlere. Mar Adentro. Türkiye'de gösterime girdiği adıyla "İçimdeki Deniz".

2004 yapımı bir Alejandro Amenabar filmi. Başrolde ise Javier Bardem var. Film çıktığı sene pek çok ödül aldı. En iyi yabancı film oscarı da dahil buna. Bardem adeta oyunculuk dersi vermiş filmde. Boynundan aşağısı felç olan bir adamı canlandırıyor. Dolayısıyla film de aşağı yukarı aynı mekanda geçiyor. Ama senaryonun çok iyi yazılmış olması, filmin çok iyi kurgulanmış olması, yan karakterlerin çok iyi işlenmesi ve de Bardem'in inanılmaz oyunculuğu bir araya gelince filmin geçtiği evin içinde buluyorsunuz kendinizi.

Film gerçekten çok vurucu sahnelere ve diyaloglara sahip. İzlerken insanın içini acıtıyor adeta. Fakat sanmayın ki sadece bir drama filmi. Film aynı zamanda üzerinde çok düşünülmesi gereken şeyleri sorgulatıyor insana. Ötenazi hakkını, ölümü, felçli bir yaşamı. Ağlatırken düşündüren bir film.

İşlenmesi son derece zor olan bir konuyu bu kadar vurucu bir filmle anlattığı için Alejandro Amenabar'a saygılarımı sunuyorum. Bu filmi halen izlememiş olanlar varsa, izleyecekleri filmlerin listesinin başına bunu yazmasını tavsiye ederim. Pişman olmayacaksınız.

Ayrıcana teşekkür: Bu filmi bana yakın bir zamanda hatırlattığından, aynı zamanda bu yazıya olan katkılarından ötürü Merve'ye de buradan çok teşekkür ediyorum.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 17


2001 yapimi K-PAX, bana kalirsa hakki teslim edilmeyen filmlerden. Yönetmeni Iain Softley, basrol oyunculari Kevin Spacey ve Jeff Bridges olan film izlemesi ve sindirmesi kolay bir film olmasina ragmen hafif bir film degil. Bir kere oyuculuklarda takilinacak bir nokta yok. Mr. Spacey zaten gezegenin en büyük oyuncularindan. Jeff Bridges de fena is cikarmamis.

Film K-Pax adli bir gezegenden ( ne cok gezegen dedik ) geldigini idda eden Prot üzerine kurulu. Prot`un psikiyatrlari ters köseye yatiran cevap ve tavirlari, hatta zaman zaman insanlik üzerine düsündüren tespit ve yorumlari dikkat cekici. Yalniz filmin en dikkat cekici buldugum yönü bunlar degil. Yönetmen filmi 2 kült filmin paralelinde cekmis. Film hikayesi ve anlattiklari ile One Flew Over The Cuckoo`s Nest, hikayenin seyirciyle kurdugu bag acisindan ise The Shining ile paralellik gösteriyor. Prot`un akil hastanesinde yarattigi iyimser havanin Mcmurphy`nin Oregon Akil Hastanesi`nde yarattigi hava ile bu kadar örtüsmesi bana göre bir tesadüften ziyade bir göz kirpma. The Shining ile ilgili husus ise seyirciye filmin sonuna kadar acaba sorusunu icten ice sordurmasi. The Shining`te mutfak kapisinin hayali bir karakter tarafindan acildigi sahneye kadar tüm olaylarin otelin gücü mü yoksa Jack Torrance`in hayal gücü mü oldugu seyirciye verilmemis ve bunun da Kubrick`in kasitli bir hareketi oldugu daha sonra yaptigi aciklamalarla belirlenmisti. Bu filmde ise yönetmen bir adim daha ileri gidiyor ve filmin sonunda dahi size sorunun cevabini tam olarak vermiyor. Afiste dahi "Keeps You Guessing Right to the End" yazmasi filmin bu konuyu ne kadar ciddiye aldigini da gösterir nitelikte. Bu da insana farkli bir keyif veriyor.

Insani düsünmeye iten, kolay izlenir, basarili bir film izlemek istiyenler icin gayet uygun bir secim olacaktir. Iyi seyirler.

29 Aralık 2008 Pazartesi

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 16


2000 yapımı Guy Ritchie nin yönettiği inanılmaz eğlenceli ve akıcı bir film Snatch. Jason Statham, Benicio Del Toro,Brad Pitt,Vinnie Jones gibi isimlerin üst düzey performansları da filmin kalitesini arttıran etmenlerden tabi ki.Bence konusundan ziyade filmi asıl komik ve eğlenceli yapan, karakterlerin ilginçliği ve oyuncuların karakteri çok iyi yansıtabilmeleri. Açıkçası bu kadar ilginç karakteri bir araya getirip “ böyle durun siz burada” deseniz bile, insan ister istemez tiplere bakıp hafiften sırıtıp kıkırdamaya başlar. Hele bir zenci üçlüsü var ki ekranda görünmeleri bile izlerken kahkahayı basmama neden oldu..Brad Pitt de çingene aksanını inanılmaz kullanmış filmde, ona da ayrı bir alkış.Konudan bahsetmek isterdim fakat eğer anlatmaya başlarsam (filmin de büyüsünü kaçırmak istemediğimden) ilkokulda yazdığımız kitap özetlerine döneceği içi en iyisi kendiniz izleyip görün.Ekstra bir bilgi olarak filmde Jason Statham’ın canlandırdığı “Turkish” karakterine zamanında Türkiye’den epey tepki gelmiş .Tepki gösterenler filmde Turkish karakterinin, isminin hikayesini anlatırken “Babam ve annem uçakta tanıştıkları için bana kaza yapan bir uçağın adını vermişler” demesinin Türk Hava Yolları’nın satışlarına ve ismine zarar verdiğini iddia ediyorlar.Reklamın iyisi kötüsü olmaz diye bir laf da vardır aslında bir de bu yönden bakmak lazım.Guy Ritchie de bu filmden sonra sadece “Madonna’ nın kocası” olarak bahsedilmekten biraz olsun kurtulmuş ve “yönetmen” olarak da anılmaya başlanmıştır demek yanlış olmaz herhalde.Gerçi Madonna’lı unvanını geçen aylarda 98 milyon dolar gibi bir rakama sattıktan sonra elinde sadece yönetmenlik kaldı.Bakalım bunu ne kadar koruyabilecek.İşin magazin boyutundan da bahsettiğimize göre geriye iyi seyirler demekten başka bir şey kalmıyor.

21 Aralık 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 15



Benim için çok özel bir yere sahip olan başka bir filmle karşınızdayım bu hafta. Dogville. 2003 yapımı bir Lars Von Trier filmi. Başrollerde Nicole Kidman, Harriet Anderson, Paul Bettany, Jean Marc Barr var.

Filmin tamamı adeta bir tiyatro sahnesinde geçiyor. Neredeyse hiçbir dekor yok. Örneğin bir ev zemine tebeşirle çizilmiş sınırlarla anlatılıyor. Bahçeler, sokaklar, ağaçlar hepsi zemine çizilmiş. Kulağa çok garip geliyor değil mi? Bir sinema izleyicisinin kesinlikle alışık olmadığı bir şey denemiş Lars Von Trier.

Filmin kelimenin tam anlamıyla bir felsefe filmi. Bir fikrin, bir düşüncenin bir sinema filminde böylesine çıplak, böylesine salt bir şekilde anlatıldığını hiç görmedim. Dekor yok, göz kamaştıran efektler yok, sadece muhteşem oyunculuklar ve oyuncular üzerinden anlatılan fikirler var. "Muhteşem oyunculuklar" tamlaması burada kesinlikle öylesine yazdığım bir şey değildir. Oyunculuklar -özellikle Nicole Kidman'ın oyunculuğu- gerçekten inanılmaz. Dekoru olmayan bir sinema filminde oynamak herkesin yapabileceği bir iş değildir. Ama oyuncular öylesine kotarmışlar ki işi izleyici bir süre sonra dekorun olup olmadığını farketmiyor bile. Bir anda Dogville kasabasının içerisinde buluyor kendini.

Film dokuz bölümden oluşuyor. Dokuz perde mi demeliyim yoksa tam emin değilim. Filmde baştan sona iyi niyet, fedakarlık, affetmek, hoşgörü, kibirlilik gibi kavramlar, küçük bir kasaba halkı ve bu kasabaya yolu düşen "Grace" karakteri üzerinden izleyiciye sorgulatılıyor. Film izlemesi gerçekten zor bir film. Zor olmasının sebebi ise Lars Von Trier'in denediği farklı sinemasal anlatımı kesinlikle. Ama ilk on beş dakika sabredilirse filmin adeta içine gireceğinizin garantisini verebilirim. Hele ki filmin son bölümü olan bir dokuzuncu bölüm var ki izlerken donup kalıyor insan. Gördüğüm en etkileyici finallerden birisi diyebilirim kesinlikle.

Son olarak Lars Von Trier için ayrı bir paragraf yazmak istiyorum. Gerçekten büyük bir yönetmen. Hiç kimsenin cesaret dahi edemeyeceği bir anlatım tekniğiyle inanılmaz bir film çıkarmış ortaya. Hayran olmamak elde değil.

Dogville kesinlikle izlenilmesi, üzerine düşünülmesi, arkadaşlar arasında tartışılması gereken bir film. Hayatımın filmleri listesinde oldukça üst sıralarda olan bu filmi sizlere şiddetle tavsiye ediyorum. Bu kült yapımı kesinlikle es geçmeyiniz.

dipnot: Ayrıca Nicole Kidman'ın inanılmaz duru güzelliğine de değinmemek olmaz. O nasıl bir güzelliktir öyle.

14 Aralık 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 14

Her hafta incelemek isteyip her seferinde çeşitli aksilikler sebebiyle inceleyemediğim, lakin artık canıma tak ettiğinden mütevellit az önce yazının son cümlesini yazarken giden elektriklerin bile beni yıldırmaya gücünün yetmediği bir film ile karşınızdayım. Bu haftaki filmimiz: “The Big Lebowski”.

1998 yapımı bir Coen Kardeşler filmi Big Lebowski. Jeff Bridges, John Goodman, Steve Buscemi, John Turturro gibi isimler başrolde. Coen Kardeşlerin benim için zirve yaptığı bir filmdir bu. Birbirinden güzel göndermeler, inanılmaz oyunculuklar ve müthiş diyaloglarla dolu bir senaryo. İnsanın içinde sürekli filmi tekrar izleme hissi hasıl oluyor. Ben saydım 5 kere izlemişim, her izleyişimde daha fazla keyif aldım. Gene olsun gene izlerim.

Jeff Bridges ve John Goodman gerçekten inanılmaz oynamış. Muhteşem bir eküri olmuşlar film boyunca. Hatta abartıp John Goodman'in performansını izlediğim en iyi bir kaç performanstan biri olarak nitelendirebilirim sanırım. Lakin özellikle dikkat çekmek istediğim birisi daha var ki o da “John Turturro”. Öylesine absürt bir rolde öylesine bir oyunculuk sergilemiş ki insan belli bir süre sonra “Turturro”nun gözüktüğü sahnenin ilk anından itibaren gülmeye başlıyor.

Filmdeki esas karakterimiz “dude” halk arasında “keyif pezevengi” diye tabir ettiğimiz türden bir insan. Hayattan hiçbir beklentisi olmayan, işsizlik sigortasıyla geçinen, “white russian*” içen, ot çeken, parmak arası terlik, hawai gömlek ve pijamayla gezen her şeye boşvermiş birisi. "dude" karakterimizin isim karışıklığı sebebiyle başına gelenler konu alınıyor filmde. Lakin bu "dude" öylesine rahat ve tembel bir adam ki ondaki o tembellik izleyici de inanılmaz bir “koyver gitsin” haleti ruhiyesi meydana getirmiyor değil.

Bu Coen Kardeşlerin filmlerindeki mizah herkese hitap etmiyor sanırım. Çünkü bu adamların hemen her filmlerinin beğenip hayran olanı kadar sevmeyeni, içi boş bulanı da var. Özellikle bu “Big Lebowski” benim gözlemlediğim kadarıyla bu açıdan zirve yapmış. Çevremdeki insanlar Big Lebowski konusunda ikiye bölünmüş durumdalar. Film zevkimin en çok uyduğu arkadaşlarımla bile ortak bir payda yok bu konuda. Bu filmi beğenenlerin çoğu filme “hayatımın filmi” yakıştırması yaparken beğenmeyenler ise herhangi bir niteleme sıfatı kullanmıyorlar (cümleye iyi girdim de gerisi gelmedi). Bir de kızları pek etkileyecek türden bir film de değil gibi. Çünkü bu “dude” pek çok erkeğin olmayı isteyeceği kişi. Bir grup erkeğin hikayesi, erkeğin bakış açısıyla anlatılıyor. Filmi izleyen bayan arkadaşlarımdan öyle filmi çok beğenen çıkmadı, bu da enteresan bir istatistik. Bir yerde kızlar için “amelie” ne ise erkekler için “big lebowski” odur diye bir yorum okumuştum. Baya doğru bir yorum sanki. Yine de bu filmi beğenen kızlar var ise de helal olsundur, aferimdir. Ayrıca ben “amelie”yi de beğenmiştim hatta. Iyidir o da.

Son olarak bir uyarı yapayım. Bu filmden en iyi verimi alabilmek için ingilizce'ye çok hakim olmanın lazım geldiği kanısındayım. Çünkü çeviri özellikle bu filmin kalitesini çok düşürebiliyor. Bu sebeple internette çok iyi araştırma yapılır düzgün bir altyazı bulunursa daha iyi olur. İngilizce altyazılı izleyebilecekler için o da oldukça iyi bir alternatif olabilir. Sürekli olarak kullanılan “fuck” kelimesi pek doğru bir şekilde çevrilemediği için baya tadını kaçırıyor filmin. Hele ki bir dublajlı versiyonu var ki onu izleyip de filmi beğenmeyen varsa saygı duyarım, hak veririm.

Baya uzun bir yazı olmuş. Bu filme de böyle uzun bir inceleme yazısı yakışır doğrusu. Hayatımın filmleri listesine hiç düşünmeden koyarım. Izleyin izlettirin.

*white russian: kahlua, süt, vodka ve buz ile yapılan çok leziz bi kokteyl. Filmde sonra denedim gerçekten iyi tavsiye olunur o da filmle beraber.

7 Aralık 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 13


Ne kadar tarif edebilirim, ne kadar tarif edilebilir bilmiyorum. Bir kere en sevdigim birkac filmden biri. Bir baskaldiri, bir elestiri filmi olmanin yaninda toplumsal bir konuda müthis tespitler iceren, müthis anlatim diline sahip bir film. Müthis bir anlatim diline sahip olmasi aslinda yönetmeninin Kubrick oldugunu düsününce süpriz de degil. Film, Anthony Burgess`in ayni adli romanindan uyarlama. Demokrasi, devlet-birey iliskisi, suc, korku, bürokrasi, aile iliskileri ve vahset üzerine o kadar carpici icerige sahip ki hic abartisiz izleyiciyi oturdugu yere civiliyor. Ayni zamanda gelecekte gecen öykü insanligin basini alip gittigi yere de basli basina müthis bir tepki. Geri planda ise gelecekte toplumun katmanlari arasinda yasanabilecek iliskiler hakkinda cokca yorum var. Acikcasi film o kadar dolu dolu ki nerden anlatmaya devam etsem sonunu getiremeyecegim icin bu fasli burda birakiyorum. Malcolm McDowell`in adeta döktürdügü film uzunca süre elestirel dogasindan ötürü devletler tarafindan tepkiyle karsilandi, hatta yasaklandi. 1971 yapimi film ülkemizde ancak 1996`da gösterilebildi. Film müzikleri de müthis. Beethoven`in 5 ve 9. senfonileri ile Singing in the Rain filmdeki önemli eserlerden. Özellikle 9. senfoninin önemli yeri var filmde. Bu hafta bu filmi secmemin nedeni ise, yakin zamanda Sanatlog`da film hakkinda müthis bir yazi okumamla istahimin kabarmasi. Toplamak gerekirse; Kubrick`in dehasini bastan sona hissettiginiz, müthis carpici kelimenin hakkini fazla fazla veren enfes bir basyapit. Hala izlemeyenler 1 dakika kaybetmesin derim.

30 Kasım 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 12


Yann Samuell`in yazip yönettigi 2003 yapimi filmin basrollerinde Guillaume Canet ve gecen yil aldigi Oscar ile artik herkesin yakindan tanidigi Marion Cotillard var. Film Türkiye`de, Ingilizce`ye cevirilen ismi baz alinarak "Cesaretin Var mi Aska" adiyla gösterildi. Orijinal adi olan Jeux D`enfants ise Fransizca`da "Cocuk Oyunlari" anlamina geliyormus. Filmi izleyen biri icin sasirtici degil tabi. Büyük bir aski La Vie en Rose sosuyla konu aliyor film. Bunu yaparken diger ask filmlerinden farkli bir yol tutturmus elbet. Masalimsi ve büyük keyif veren bir anlatim yolu secmisler. Ayrica film epey akici. Su yaziyi yazmadan önce söyle bir hatirlamak icin filmi actigimda bir türlü basindan kalkamadim ve bir kez daha büyük keyifle seyrettim. Dedigim gibi filmde masalsi bir anlatim var, onun icin aslinda biraz gercek üstü filmdeki ask. Yalniz bu noktada vermek istedigini gayet basarili vermesine engel olmuyor bu durum. Askin ne denli büyük bir tutku oldugunu ve tek basina diger herseyden daha agir tarttigini insanin gözüne gözüne sokuyor film. Ayrica cok begendigim bir Adem-Havva göndermesi var ki her izleyisimde zevkten dört köse oluyorum. Yine film boyunca izleyeni sasirtan sahneler cokca var. Tüm bunlari yaparken diger ask filmlerinden kendini hep ayri tutmayi basarabilen film, elbette ki finaliyle de "ve birbirlerini cok sevip sonsuza dek mutlu yasarlar" ask filmlerinden kendini ayri tutuyor. Tüm filme yakisan basarili bir finalle bitiyor. Ask filmlerini sevenler kesin izlesinler demiyorum, keyifli bir 1,5 saat gecirmek isteyen herkes kesin izlesin diyorum. Son bir cift söz de Acun'a: ''Var misin Yok musun'' öyle olmaz böyle olur. Iyi seyirler.

23 Kasım 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 11


Uzun zamandır gerek sınavlar gerekse başka sorunlar nedeniyle yazamadım bloga.Ama bundan sonra düzene girdik artık yazılara devam.Haftanın filmiyle başlayalım o zaman.

Gerçekten de eğlenceli bir yönetmendir Tim Burton. Bu yapımı da onun eğlenceli yönünün bir ürünü zaten. Sinema dünyasında filmin türüne “stop-motion müzikal” diyorlar.(bkz Empire) Fakat sokaktan geçen bir amcaya izletip sorsak “çizgi film” der herhalde.Filmin konusu ise birçok farklı şekilde yorumlanmış fakat bir türlü istenilen başarıyı elde edememiş bir tema: Noel. Fakat film Amerikan Sineması’nın Noel’i satmak amaçlı yapımlarından çok ayrı tutulmalı. Öte yandan ironik bir şekilde film Noel ruhu yerine “kendi ruhunu “ sattı diyebiliriz.Her yerde filmin ürünlerini (Tişört,çanta,ayakkabı vs vs.)görmek kuvvetle muhtemel.Hatta bir ara bu durum Umut Sarıkaya karikatürlerine de konu olmuştu.Bu kadar sık karşılaşılınca da filme önyargıyla yaklaşmak çok normal.Açıkçası bana da izlemeden önce “Bu ne lan? Her yerde yok Jack yok Sally yok filmden bi kare.Yeter artık” dedirtmişti.Fakat izleyince bütün bu yargılar kaybolup yerini tatlı bir tebessüme bıraktı.Bağımlısı olduğum şarkılarını kaç kere dinlediğimi ben de bilmiyorum.Balkabağı Kralı Jack’le inanılmaz keyifli bir müzikal maceraya girmek isteyenler için şiddetle tavsiye edilir.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 10

2005 yapımı, Andrew Niccol tarafından yazılıp yönetilen Lord of War, dünya üzerindeki güçlü hükümetlerin fakir Afrika ülkelerini silah kaçakçılığıyla nasıl yönettiğini, silah kaçakçılığının günümüz dünyasında ne kadar büyük bir ticari kar sağladığını gösteren bir film. Başrolde Nicholas Cage, yardımcı rollerde de Ethan Hawke ve Jared Leto'nun oynadığı film, diğer Hollywood yapımlarının aksine kendi ülkesini ve politikalarını eleştirerek bu konuda diğerleriden ayrılıyor.

Filmde Nicholas Cage Ukraynalı bir ailenin büyük oğlu olarak Amerika'ya çalışmaya geliyor ve çalıştığı lokantada silahlı çatışma sonucu birbirini öldüren insanlar görmesiyle hayata bakışı değişiyor. Bu andan itibaren bir silah kaçakçısı olarak, silah kaçakçılığının nasıl yapıldığını, ne gibi prosedürleri olduğunu, alıcıları satıcıları hepsini gözler önüne seriyor. Bunu yaparken de silah kaçakçılığının kötü birşey olmadığı izlenimi veriyor seyirciye.

Filmle ilgili en çarpıcı ve filmi özetleyen cümle ise şu belki de; "Here are over 550 million fireams in worldwide circulation. Thats 1 firearm for every 12 people on the planet. The only question is how do we arm the other 11?"

Dünya üzerindeki savaşlar, silah kaçakçılığı ve insan hayatının nasıl harcandığı konusunda harika bir film. Kaçırmamanızı öneririz, iyi seyirler.

9 Kasım 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 9

Frank Miller’ın aynı isimli çizgi romanından yola çıkılarak çekilen 2005 yapımı Sin City`nin konusunun da önüne geçen bir kadrosu var. Bruce Willis, Mickey Rourke, Clive Owen, Jessica Alba, Benicio del Toro, Brittany Murphy, Elijah Wood, Rosario Dawson, Michael Clarke Duncan, Josh Hartnett gibi isimler yer aldığı filmin konusuna gelirsek; film 3 temel hikayeye dayalı 6 bölüm şeklinde geliyor karşımıza. Birinci ve beşinci bölümlerde içinde Bruce Willis ve Jessica Alba`nın yer aldığı “that yellow bastard“ (şu sarı p.ç), ikinci bölümde Mickey Rourke`un yer aldığı “The Hard Goodbye” (Zor Veda) ve son olarak üçüncü ve altıncı bölümlerde Clive Owen ve Rosario Dawson`lı “Big Fat Kill” (Büyük Şişman Ölüm) adlı Frank Miller hikayeleri anlatılıyor. Hikayelerin ortak noktası ise karakterlerin hepsinin Sin City yani Günah Şehri’nde yaşıyor olmaları. Şiddetin ve suçun inanılmaz derecede etkili bir biçimde anlatıldığı filmin yönetmenliğini ise, Tarantino’yla ortak projelerinden tanıdığımız Robert Rodriguez ile Frank Miller birlikte yapıyor. Filmde Tarantino tarzı şiddet sahneleri biraz rahatsız edici olabilir, uyarmadı demeyin. Fakat o sahnelere katlanabilirseniz filmin üzerinizdeki etkisi bir kat daha artıyor. Çizgi romanı okumadım; ama okuyanlardan edindiğim yorumlara göre film orijinal hikayeyi çok güzel yansıtmış. Genelde iyi bir romanı beyazperdeye taşımak çok zor bir iştir. Bu sebeple filmin bu başarısı da dikkate alınmalı. Özetle film, Günah Şehri’nin kasvetli ve kirli ortamını çok iyi yansıtmış ve sarsıcı hikayelerin başarılı oyunculuklarla birleştiği bir şahesere dönüşmüş. Serinin ikinci filmi ise şu an çekim öncesi hazırlıklarını tamamlıyor. 2010`da vizyona girecek filmde Antonio Banderas ve Johnny Depp`in de yer alacağı söylentileri ortalıkta dolaşıyor. Bekleyip göreceğiz.

2 Kasım 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 8


Donnie Darko 2001 yapimi bagimsiz bir film. Hollywood filmi degil yani. Yönetmen Richard Kelly`nin ilk uzun metrajli filmi ayrica. Basrolde Jake Gyllenhaal var. Marry McDonnell, Drew Barrymore ve Patrick Swayze gibi ünlü isimler de filmde rol aliyorlar. Müthis sürükleyici, düsündürücü, duygusal ve hepsinden öte inanilmaz bir kurguya sahip film. Filmin bir kismini cözmesi icin seyirciye birakan diger filmlerden kesinlikle farkli. Digerlerindeki gibi bazi kisimlar tamamen bos birakilarak yapay bir merak uyandirma yoluna gidilmemis. Hersey filmin icinde. Sadece görmek ve anlamak gerekiyor. Filmi izliyorsunuz, bu film bayagi iyiymis diyorsunuz; ama genel hatlariyla kavramis da olsaniz aklinizda bircok soru isareti kaliyor. Sonuc itibariyle film o derece keyif veriyor ki insana, muhakkak en kisa zamanda tekrar izliyorsunuz ve cok daha dikkat ediyorsunuz herseye. Ben aksam yatmadan önce izlemistim, sabah kalkinca yeniden izleme ihtiyaci duydum acikcasi. Sonuc olarak müthis keyif verdi. Süper diyaloglar, birbirini nefis tamamlayan bir öykü, aklin tam olarak alamadigi bircok konuda sorgulama, düzene müthis elestiriler, harika bir soundtrack ve carpici bir son. Öyle dolu dolu ki film, bitirdikten sonra sabaha kadar beraber izlediginiz arkadasinizla sikilmadan keyifle tartisabilirsiniz. Tamam, epey seveni de var; ama acikcasi yine de fazlaca görmezden gelinmis bir film bana göre. Zamanla kesinlikle hak ettigi degeri alacak ve bir klasik haline gelecektir diye düsünüyorum.

Son olarak yine yönetmen Richard Kelly`nin S. Darko adinda Donnie Darko`nun devami olan bir film cektigini belirteyim. Ayrica filmi izledikten sonra hikayeyi tam olarak cözmeye yardimci olmasi icin filmin sitesine de misafir olabilirsiniz. Ben cok icli disli olmadim; ama sitesi cok meshurdur, insanlar bu siteye bayiliyorlar. Kisaca müthis bir film diyorum rahatlikla, iyi seyirler.