29 Haziran 2009 Pazartesi

Haftanın Müzik Listesi - 38


Tool - Right in Two

İki hafta olmuş biz hala haftanın müzik listesini yapmamışız. Sınavlar falan çok müthiş olduğu için her birimizin, bu tür şeyler aksayabiliyor böyle. Neyse efendim kısaca tanıtayım şarkıları. Right in Two şu günlerde en çok dinlediğim şarkılardan. Tool gerçekten inanılmaz işler yapıyor, saygım sonsuz onlara. Supergirl ise enteresan bir şarkı. Enteresanlığı şöyle; her kız bu şarkının kendisi için yazılmış olduğunu düşünüyor, nerde duysalar hemen bi tribe falan giriyorlar bişeyler. Kızların bu gereksiz tribine rağmen hakkaten çok iyi şarkıdır, gerçek "Supergirl"lere gelsin. Camel'a acayip sardım. Geleneği bozmuyor ve bu hafta da bir "Camel" eseriyle süslüyorum listeyi. Dinlediğim en iyi enstrumental parçalardan diyebilirim "Stationary Traveller" için. "Shackled" isimli parça çok sevdiğim bi arkadaşımın tavsiyesi, bir iki kere dinledim baya güzel bi parçaya benziyor, sözler falan iyi hep. Son parçamız Love is Gone ise listeyle pek bi alakasız olsa da tamamen benim şu günlerde elektronik müziğe merak salışımdan mütevellit listeye girdi. Kendimi kaybediyorum dinlerken. Bi de klibi de iyi baya bence ne bileyim kız falan çok güzel.

Dipnot: Aslında Micheal Jackson anısına falan bir liste de hazırlanabilirdi de zaten msn'de "şu an ne dinliyorum" özelliği sayesinde anladım ki herkes MJ dinliyor şu günlerde, kasetleri de inanılmaz satıyormuş. Zaten dinliyorsunuz bi de listesini yapmayayım dedim, samimiyetsiz olur gibi geldi. MJ'e saygımız sonsuz gene de.

27 Haziran 2009 Cumartesi

Haber Diye Buna Derim

Geçenlerde Milliyet.com.tr de rast geldim.

Eşcinsel penguen çift bebek evlat edindi


Humboldt türü iki erkek eşcinsel pengueni, kendi türlerinden bir bebek pengueni böyle evlat edindi Almanya’nın kuzeyindeki Bremerhaven kenti hayvanat bahçesinin Humboldt türü iki erkek eşcinsel pengueni, kendi türlerinden bir bebek pengueni bizzat kendileri kuluçkaya yatarak evlat edindi. Hayvanat bahçesinin internet sitesinde yapılan açıklamaya göre, çatlamadan önce biyolojik anne-babası tarafından reddedilen yumurta, veterinerlerin asıl ailenin yuvasına yeniden yerleştirmek için ısrarlı girişimlerine rağmen, penguen ailesi tarafından kabul edilmedi. Veterinerler, bunun üzerine yumurtayı, “doğru besler ve büyütürler” diye hayvanat bahçesinin üç eşcinsel penguen çiftinden birinin yuvasına bıraktı. İki penguen, yumurtayı büyük bir sevinçle kabullendi ve severek yumurtanın üzerinde kuluçkaya yattı. Yumurtanın çatlamasının ardından eşcinsel çiftin gerçek anne-baba gibi davrandığını, dört hafta boyunca yavru penguenin tuvalet eğitimiyle ilgilendiğini ve onu balıkla beslediğini belirten hayvanat bahçesi yetkilileri, web sitesinde, “Hayvanlarda eşcinsellik alışılmadık bir durum olarak görülmemeli. Bu dünyada çiftleşme illa ki üremeye bağlı değil” ifadesini kullandı. Şili ve Peru kıyılarında yaşayan Humboldt penguenlerinin sayıları, son yıllarda özellikle balıkçılık endüstrisinin balık stoklarını tüketmesi yüzünden büyük ölçüde azaldı.

Eşcinsellik karşıtı homofobik bir insan değilim, yalnış anlaşılmasın. Eşcinsel arkdaşları tenzih ederim de bence burada sorumluluk tamamen dişi penguenlere ait. Çünkü aynı insan dünyasındaki bu hayvanlarda da (biraz sert olacak o yüzden rahatsız olan(olacak) arkadaşlardan şimdiden özür dileyerekten) bu "verme" işi çok önemli bir meseleymiş gibi ele alınıyor. Örneğin bizim yurdun çevresi güvercin dolu. Ara sıra da besliyoruz .Şöyle biraz bakınca sürekli bazı güvercinleri kovalıyor bazılarını da kaçar halde görüyorum.Öndeki sanırsam dişi ve ısrarla kaçıyor.Arkada kabarmış bir şekilde beliren erkekse inadına kovalıyor. Ya neyine kaçıyorsun arkadaş zaten çok fazla alternatifin yok. Uğraştırmasan ne olur sanki. Kısıtlı biyoloji bilgime sığınarak sallıyorum ve dönüp dolaşıp gene İsviçreli Bilim Adamları na o güzel insanlara soruyorum." Vermeme" geni var mıdır? Bunun cevabını verecek arkadaşa Kahramanmaraş Göksun Değirmendere kasabasında tam bir hafta tatil imkanı.

26 Haziran 2009 Cuma

Bir Kutu Çikolata - 4


Bugün son yazdığım "bir kutu çikolata" yazısında bahsedilen olayın hemen akabinde gerçekleşen kısımları anlatacağım. Okumamışsanız eğer bugünkü hikayenin öncesini şuradan okuyabilirsiniz.

Çiçekçi çocuğun "abi sevgiline bi gül almaz mısın?" şeklinde beyanatlarıyla heder ettiği arkadaşım yine de pes etmedi. Kızla o akşam yürümeye devam ettiler. Gece bitmişti ve kızı evine bırakacaktı. Kızın evi de biraz uzak olduğu için dolmuşla gitmeleri lazım. Saat baya bi geç olduğu için de son dolmuşlar var. Benim bu arkadaşım adeta bir sinsi gibi bir kurnaz gibi plan yapmaya başladı. Plan şu: "olabilecek en son dolmuşla kızla beraber gitmek, sonra gece o saatte geri dönmek sıkıntı olacağı için kızın evinde kalıp son kozunu oynamak". Arkadaşım çakaldı, arkadaşım ileri görüşlüydü.

Yine de Tanrı bazen çok acımasız olabiliyor. Tam kızla beraber dolmuşa binecekleri sırada kız bi arkadaşını gördü. Kızla bu çocuk sarıldılar "napıyosun ne ediyosun" diye ayak üstü bi muhabbet ettiler. Kız çocuğa "bende kalsana bugün" dedi. Daha sonra kız olan biteni son derece hüzünlü ve şaşkın bakışlarla izleyen arkadaşıma dönüp: "senin gelmene gerek yok beni eve o bırakır, hadi sen de git evine geç olmadan" dedi. Arkadaşım da hala vazgeçmeyerek adeta duyarlı gibi düşünceli gibi: "tamam o zaman eve vardığında haber ver" dedi. Bi saat geçti mesaj gelmedi. Arkadaşım dayanamayıp mesaj attı "vardın mı?" diye, mesajdan iki buçuk saat sonra cevap geldi: "vardım vardım, mesajını şimdi gördüm duymamışım."

Hayat bir kutu çikolata gibidir; kapanın elinde kalır.

Popun Tanrısı



Güle güle, kralı falan değil popun tanrısı. İnanamıyorum hala. Şok böyle bir şeymiş demek ki. Yaşım ne Freddie Mercury'nin ne de Jim Morrison'ın acısına yetişti. Böyle adamları kaybetmek ne demekmiş şimdi anlıyorum. Sadece bir yolculuk gibi onlarınki aslında. Ölüm uğramaz yollarına. Dünya döndükçe o müzik çalacak çünkü. Kimse çalmazsa ben çalıcam. Güle güle.

25 Haziran 2009 Perşembe

Şair Ceketli Çocuk


Şarkılarla geçtin aramızdan...

Not: İkinci fotoğraf bizzat Kazım Koyuncu'nun mezarında, 2006 yazında çekilmiştir.

Wimbledon 2009


Wimbledon başlamış, biz Svety'nin de dediği gibi anca kitaplarla sevişiyoruz. Gönül istemez miydi ipimle kuşağım tadında geçen bir günün ardından akşamları burada maçlardan bahsedelim. Yazarlarınız kelimenin tam manasıyla birer tenis aşığıdır görüldüğü gibi.

23 Haziran 2009 Salı

Evans Geri Döndü

2-3 hafta önce Spicoli tüm suçu Evans'a yükleyerek Brazzaville'ın dağıldığı haberini vermişti. O süreden beri hayranlar olarak gönderdiğimiz mailler işe yaramış ve Brazzaville dağılma kararından vazgeçip geri dönmüş. O zaman çok üzmüşlerdi şimdi ise çok sevindirdiler. O mailleri atan herkese ve kararı alan David Baba'ya teşekkürler bizden gitsin. İşin güzel tarafı yayınlardaki bildiride sonbaharda Türkiye'ye gelmekten bahsetmiş. Hadi bakalım hayırlısı.

*******

BRAZZAVILLE REBORN!

I had no idea that so many people would be upset by the “Goodbye from Brazzaville” letter I sent out a while back. So I would like to revisit the subject for a moment. I’ve always been a bit melodramatic. I think I was being hasty when I sent out my letter about the end of Brazzaville. All I really wanted to say was that I would be releasing my next album under the name David Arthur Brown. Brazzaville doesn’t have to die in order for that to happen. So, I take it back. Both Brazzaville and David Arthur Brown will be peacefully co-existing. The name of the David Arthur Brown album is Teenage Summer Days and it will be coming out first in Russia in July/August of this year. It features 11 new tracks plus a couple of bonus tracks. It even has a song that I wrote in Catalan called Barcelona. I will be looking for a good label to release this album in the US and Europe as well.

On the Brazzaville side of things, the record that I recorded in Turkey with Deniz Cuylan from Portecho has been picked up by DoubleMoon, a Turkish label with world-wide reach. It was voted one of the 10 best labels in Europe last year. Somehow it makes sense that Brazzaville’s first real global release will be through a Turkish label!

This album features classic Brazzaville songs played by Turkish musicians. I think it’s going to be a very interesting project.

Also, there is a Brazzaville DVD that will be released in Russia in 2009. It features live footage, TV shows, music videos, rehearsal footage and some photo montages set to music.

Also on the Brazzaville front, there is a Chinese company that will be releasing 21st Century Girl as well as a “China Only” compilation CD of classic Brazzaville tracks. They are planning on bringing us over there for a 7 city tour in the fall which will be filmed and turned into a DVD as well.

There are lots of shows planned for the fall. As Brazzaville, David Arthur Brown or the Turkish version of Brazzaville, I will be traveling to Russia, China, Turkey, Ukraine and maybe even the USA in the autumn of 2009.

So, I’ll leave it there for now. Brazzaville is not dead. And I don’t think it ever will be as long as there are people in the world who want it to exist.

Yours faithfully,

David Arthur Brown

22 Haziran 2009 Pazartesi

Zor İşler

Svetlin;


sedürt;


Spicoli;


Bu sıralar blogda hiç yeni yazı olmuyor. Neden? Yukarıdaki kitaplar yüzünden. Birebir aynısı olmasa da canımıza okuyor bu dersler. Tabi bunlar en çok öne çıkanlar oldukları için sahneyi de kaptılar. Tek bi ders olsa keşke. ksp napıyor derseniz, onu bile arayıp soracak vakit yok inanın ki. En son onda da durumlar pek iyi değildi, sonra da haber alamadık. Kendisinin daha aktif olmasını bekliyorum şu günlerde heh heh. Blog sana emanet oğlum.

16 Haziran 2009 Salı

Şampiyon

Sıkıntılarla dolu sezon şampiyonlukla noktalandı. İstanbul'da 50 kişilik bir Lakers topluluğu ile yeri göğü inleterek kazandık üstelik. Görebildiğim şampiyonlukların içinde en kıymetlisiydi şimdiye kadar. Fazla lafı uzatmak istemiyorum, sadece keyfini çıkarmak gerek zira. Tüm Lakers'lıları kutluyorum burdan. Hepimize kutlu olsun, şimdi sıra three-peat'lerde.


Bu da Lakers'lı duruşudur, Mehmet Topuz'a gelsin. Yürü be Mbenga. Seviyoruz.

14 Haziran 2009 Pazar

Haftanın Müzik Listesi 37


  • Tom Jones - Green Green Grass of Home
  • Camel - Lady Fantasy
  • The Rolling Stones - Angie
  • Jefferson Airplane - Somebody to Love
  • Iron Maiden - Aces High
Bu hafta listeyi Sedürt ile hazırladık. Zamanının yakışıklılarından, Galli Tom Jones abimizin klasikleri arasında en sevdiğim Green Green Grass of Home. Tatlı Mary'si ile gezişini, çocukken oynadığı ağaçtan bahsedişini dinlerken, kazın ayağının sanıldığı gibi olmadığı anlaşılınca tokatı yiyoruz. Sonraları Sex Bomb olaylarına falan girse de benim gözümde o siyah beyaz videolardaki muhteşem sesli adam olarak kalacak. Şimdilerde yaş 70'i kilo da tahminen bir 90'ı bulmuş olsa da vaktiyle çok can yakmış olan Grace Slick'in grubu Jefferson Airplane'den Somebody to Love. Jim Carey dahil (Cable Guy) söylemeyen de kalmadı bu şarkıyı zaten. Benim bile evde amatör bir çalışmam var yani. Ve benim son seçimim de Aces High. İstanbul'a yanıma ziyarete gelen Svetlin'in 55 kaymeye bana mısın demeyip, daha önce sinemada izlediği Flight 666'in dvdsini alması üzerine eve gelir gelmez oturduk izledik. Kudurduk. Papua Yeni Gine'ye bile gitmişler lan. Getirin şu adamları. Nice koç yiğide yazıktır. Camel'ı pek bilmem ama Angie için de uzatmadan bir şey söylemiş olayım. Baba, kim bu Angela, yemin olsun ben kahroldum.

Dedi Spicoli; gecenin bir yarısı, çok kısa zaman içinde kendisine
'yarble'larıyla 'devotchka' tokatlarcasına 'in and out' yapacak finallerine aldırmadan.*

*:Urban Dictionary

12 Haziran 2009 Cuma

Kürk Mantolu Madonna


Uzun zaman olmuş bir kitap incelemesi yapmayalı. Bu yüzden bu sene okuduğum kitaplardan beni en çok etkileyenini hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak sizler için inceledim.

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali'nin yazdığı aşk üzerine bir roman. Her ne kadar pek hakkı teslim edilmemiş olsa da bence Türk roman tarihinin en önemli eserlerinden birisidir bu kitap. Dili biraz eski kelimelerin kullanılmış olmasından dolayı ağır olsa da anlatımdaki akıcılık kitabın bir çırpıda okunmasını sağlıyor.

Kitap Almanya'ya meslek öğrenmek için giden Raif Bey ile Almanya'da bir tablosunu görüp aşık olduğu Maria Puder isimli ressamın aşk hikayesini anlatıyor. Daha doğrusu önce aşık olup sonra perişan olan Raif Bey'in hikayesi demek lazım. Kitapta ikili ilişkiler üzerine öylesine güzel tespitler var ki insan sürekli olarak kitabı bırakıp düşüncelere dalıyor.

Hikaye Raif Bey'in ağzından anlatılıyor. Dolayısıyla tamamen erkeğin kafasının içindekiler var hikayede. Bana kalırsa bir erkeğin nasıl aşık olduğunun, kafasının içinden neler geçtiğinin en iyi anlatıldığı kitaptır Kürk Mantolu Madonna. Dolayısıyla kitabın biz erkeklerin üzerinde çok daha fazla vurucu etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Hemen her erkeğe oldukça tanıdık gelecek olaylar ve hisler var çünkü(Bu arada kitabı okuyup çok etkilenen emektar bayan arkadaşlarımızı tenzih ediyorum). Ufak bir alıntıyla sonlandırayım yazıyı.

“ “Bunun böyle olmaması lazımdı” diyordum. Demek ki beni bir türlü sevemiyordu. Hakkı vardı. Beni hayatımda hiç, hiç kimse sevmemişti. Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı. Bütün hatıralarımı toplayıp bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyodum. Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilemeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara üzülüyor ve bunlar ona aşk çehresi altında gözüküyordu.”

9 Haziran 2009 Salı

Suçlu Bulundu: Testosteron


Tarantino'nun ''Rezervuar Köpekleri'' filmini bilenleriniz bilir..
Samimidir.. Bizdendir..
Olaylar silsilesi yerine bir olaydaki durumlar silsilesidir..
Bu filmi bilenleriniz için hoş bir tebessümle başlayacaktır ''Testosteron''..
Oyun, filmin başındaki kahvaltı sahnesiyle karşılıyor seyircilerini..
Plazmalardan o kahvaltı sahnesi izleniyor ve ses yavaş yavaş kısılıyor..
Ve oyuna geçiliyor..
Oyunun metninde, bu film sahnesi yok..
Ama 7 erkeğin bir araya gelip..
Bir olayı değişik gözlerden..
Bambaşka bakış açılarıyla değerlendirmesi esasına dayalı oyun..
Bu rezervuar açılışıyla oldukça uyum göstermiş..
Benim Oyun Atölyesi'nde izlediğim oyun..
Asıl olarak kadın-erkek farklılığından kaynak alan bir eser..
Ve yazarının deyimiyle ''Doğru düzgün sosyolojik bir ders'' niteliği taşıyor..
Peki kimlerin gözünden bakılıyor duruma..
Bir baba ile onun hukukçu ve kuşbilimci 2 oğlu..
Bir gazeteci, bir garson, bir mikrobiyolog ve bir baterist..
İşte bu 7 erkek, Kuşbilimci Kornel'in evlilik sonrası partisi için..
Bir barı kapatmıştır..
Fakat o bar, düğün sonrasına değil..
Nikah sırasında, düğünü haber yapan gazeteciye kaçan gelin nedeniyle..
Büyük bir kargaşaya dönüşmüş düğün sonrasına, ev sahipliği yapmaktadır..
Bardaki garson ile 7 kişi olan, düğünün erkek ekibi..
Salaş ve bitap bir halde durum değerlendirmesi yapmaya başlarlar..
Sinirli olan baba, ne yapacağını bilemeyen damat, pısırık bi abi..
Olayın eğlencesindeki baterist, olaylara anlam katmaya çalışan mikrobiyolog..
Onların isteklerini yerine getirmeye çalışan garson..
Ve hepsinin ortasında hayatta almaya çalışan, gelinin kaçtığı gazeteci..
Bu durumun içinden çıkmaya çalışan karakterler..
Dallanıp budaklanan hikayelerle, konuyu kavramaya çalışıyolar..
Kavga ve dövüşün az olmadığı oyunda..
Kan kırmızısının, küfrün ve pudra şekerinin havalarda uçuştuğu dakikalarda..
Konu erkeklik simgesinin boyutlarına kadar gelip..
O kadar erkeğin bulunduğu oyunda, seyirciyi şaşırtmıyor..
Kadınlarla ilgili tespitlerse can yakıyor, kahkahalara boğuyor..
Sonundaysa suçlu bulunuyor..
Ve kahkahalar başlıksız kalmıyor..
Polonyalı yazar Andrzej Saramonovicz'in kaleminden çıkan oyun..
İlk olarak 2002'de Varşova'da gösterilmiştir..
Ve 7 yıllık kahkaha tufanı böyle başlamıştır..

Bay Ö.

Editörün Notu: Sevgili Bay Ö.ye ricamı kırmayıp, alışılmışın dışında tarzıyla bu güzel yazıyı yazdığı için teşekkür ederim.

Editörün 2. Notu: Editörmüş, kıçımın kenarı dediğinizi duyar gibiyim. Keh keh keh.

7 Haziran 2009 Pazar

Doktor Civanım

Sigara yasağı başlamadan ( Ya da başladı mı ), eski reklamlardan. Nedendir bilinmez ancak doğruluk payı var, temin ederim.

Not: Foto şuradan arak, affola.

6 Haziran 2009 Cumartesi

Lanet Olsun Evans


Bazen sebepsiz yere müthiş bir agresyon içinde buluyorum kendimi. Dişlerimi gıcırdatıyorum. Parçalamak istiyorum bir şeyleri. ''Manyak lan bu'' demeyin, arada olur insana. Az evvel yine hasta düşünceler içinde çırpınıp sadist hayaller kurduğum o anlardan birine tutulunca, deli gibi Brazzaville dinlemek istedim. Biliyordum, sakinleştiriyordu. Açtım hemen Aquamarine, The Sun, Clouds in Camarillo derken sıra sıra dinledim, hakkaten de bir güzel rahatladım. Sonra döndüm bakayım ne yapıyormuş çocuklar diye. Bir de ne göreyim. Resmi sitede David Brown imzalı bir mektup. Grubu dağıtmışlar. 1 ay olmuş. Şok. Ölmüşler ağlayanları yok. Bir süre dinlemeyip, sonra aniden içten gelen büyük bir istekle sarılıp, ''Oh be seviyorum bu adamları, bir daha aksatmıyım ben bunları '' demenin hemen ardından böyle bir haber almak iyice sarsıyor. Güzel olan şeyleri hep dağıtın zaten.

David Brown bundan sonra solo çalışmalarına devam edecekmiş. Et anasını satayım. O aralarda tatlı tatlı Rusça konuşan abimiz ne olacak, ha peki o ne olacak. Neyse, geriye Brazzaville etiketiyle bıraktıkları 6 albümleri kaldı. Aklımda 5 ay önce izlediğimiz konserleri. Bilsek öyle mi izlerdik. Son sözlerim bir dosta. Cemcim yeni haberin oluyorsa geçmiş olsun. Haberin vardı da bana söylemediysen de alacağın olsun.

5 Haziran 2009 Cuma

Benim de Tavsiye Edeceklerim Var - 2


Bugün Facebook'ta rastgeldim bu kısa filme. Kısa filmlere zaten özel bi sevgim vardır, final dönemiydi, dersti dinlemeyip izledim. Hem de defalarca.  

Filmin adı "Skhizein". Nasıl söylendiği hakkında en ufak bir fikrim yok filmin adının. Bir Fransız yapımı animasyon filmi. Senaryosunu yazan ve yönetmenliğini yapan kişi Jeremy Clapin. Neyse kısaca filmden bahsetmek istiyorum.

Film üzerine bilmem kaç bin tonluk meteor çarpması sonucu kendisinden 91 cm uzaklaşan bir adamın hikayesini anlatıyor. Hikaye fazlasıyla sıradışı. Ama bana hissettirdikleri oldukça inanılmazdı. Filmi buradan izleyebilirsiniz.

----spoilerlar olabilir izledikten sonra gelin bu kısıma nolur nolmaz----

Film hakkında internette çokca yapılmış yorum bulamadım açıkcası. Yani insanlar izlerken ne hissetmişler benim kurduğum bağlantıları kurmuşlar mı bilmiyorum. Ben şahsen filmdeki olaylara, adamın sözlerine falan fazlasıyla anlam yükledim. Bana baya baya aşk acısı çeken ya da terkedilen(meteor çarpması) bir adamı anlatıyormuş gibi geldi. Gerek psikoloğun "astroidle ilgili sonra konuşalım" şeklinde beyanatlarına "o bir astroid değil meteordu" diye cevap vermesi ya da yine aynı psikoloğun "fiziksel hiçbir hasar yok değil mi?" şeklinde ısrarlı soruları böyle düşündürdü. Ve de en önemlisi filmin sonunda karakterimizin sarfettiği cümleler bunları düşündürdü bana. Sizin filme dair farklı yorumlarınız farklı bakış açılarınız varsa dinlemek isterim mutlaka.

4 Haziran 2009 Perşembe

Ustalara Saygı Kuşağı - 7

Goran Ivanisevic - Mr. Ace

Çoktandır bu seriyi unutmuştuk. Roland Garros izlerken aklıma geldi Ivanisevic. En sevdiğimi tenisçidir bugüne kadar. Acayip servis atardı, zaten lakabından da belli ne acayip attığı. Hatta kendisi hakkında şöyle bir yorumu var; "In every game I play there are three players in me that could surface anytime, Good Goran, Bad Goran, Crazy Goran! They can all serve aces."

2001 yılında hiç unutmam o zamanlar ne bilgisayar bilirdik ne de İnternet. Yazın sıcak günlerinde öğlen saatleri geçmek bilmezdi. Televizyonda da izleyecek bişey olmadığından kardeşimle TRT 3'de sanırım Avni Küpeli'nin sesinden Wimbledon tenis turnuvası izlerdik. İşte o zamanlar Goran Ivanisevic efsanesiyle tanıştım ilk kez. Otun tekniği, bilgisi yüksek değildi üst düzey tenisçilere böre fakat o inanılmaz servisler beni benden almaya yetmişti. Rakibi servisi geri çevirse puanı alacağını bilirdi büyük ihtimalle ama çeviremezdi işte çoğu zaman. Hatta topa müdahele edemediği bile olurdu çok defa.

2001 Wimbledon şampiyonluğu hariç büyük bir Grand Slam kazanmamış Goran. Wimbledon'da 4 final oynamış birisini Andre Agassi'ye, diğer ikisine de bir başka efsane Pete Sampras'a kaybetmiş. 92'de ilk kez finae çıktığında rakibi Agassi. İki oyuncu da ilk kez finale çıkmış kariyerinde. 5 setlik inanılmaz bir maç sonrası Agassi şampiyon olur fakat Goran o turnuvada toplamda 239 ace ile turnuva rekoruna kırarken, Agassi'nin toplam turnuvada attığı ace sayısı olan 37'yi sadece finaldeki 39 ace ile geride bırakır. Hatta şöyledir ki Agassi artık servis kıramayacağını anladıktan sonra ilk kez servis kırdığında ağlamaklı olur.

Ondan sonraki finalinde ise rakip Sampras'dır artık 94'de. 7-6 biten ilk iki set sonrası moral olara çöken Goran sonraki seti de 6-0 kaybeder ve yine ikincilik tabağına mahkum olur. 98'de yine final ve yine rakip Sampras olur Goran için. Rakibine bu kez 5 sette boyun eğen Goran için artık Wimbledon bir saplantı haline gelmiştir. Her seferinde finale kadar gelip ikincilik tabağını almak zorunda kaldıktan sonra Goran 2001'de ev sahibi Tim Henman'la yaptıkları ve yağmur yüzünden 3 gün süren inanılmaz maç sonrası şöyle diyor; "Wimbledon'da yeniden final oynayabilirim, fakat bu sefer o lanet ikincilik tabağını almayacağım." Bu müthiş yarı finalden sonra finalde de 5 setlik bir maç sonrası Patrick Rafter'i mağlup ederek ilk ve tek şampiyonluğuna ulaşır. Goran Ivanisevic o yıl turnuvaya katılma hakkı elde edemez normal
şartlarda, çünkü dünya sıralamasında 125. sıradadır ve turnuvaya wild vard hakkı ile özel olarak davet edilir. Tarihte Wild Card ile katılıp bu turnuvayı kazanan tek sporcudur aynı zamanda.

Wimbledon'u kazanan Goran'ı ülkesi Hırvatistan'da yüzbinlerce insan karşılar. O da bu insanların karşısına bir başka Hırvat efsanesi Drazen Petrovic formasıyla çıkar ve bu şampiyonluğu ona adar. Bir başka efsane Hırvat futbolcu Zvanimir Boban ise Goran'ı yaşayan en büyük Hırvat ilan eder. Basketbol efsanelerinden Dino Radja ise bu zaferin 89'daki Avrupa şampiyonluğundan bile daha değerli olduğunu belirtmiş Hırvatistan için. Gerçekten Hırvatistan ve Goran Ivanisevic için büyük bir zaferdir Wimbledon.

Ivanisevic daha sonra bir kaç kez daha Wimbledon'a katılsa da gerek sakatlıklar gerekse de arada askerlik görevini yerine getirdiğinden formunu yakalayamaz ve ilk turlarda veda eder turnuvaya. Fakat bugün bile herkes onu inanılmaz servisleri ve 2001'de Cinderella hikayesiyle hatırlamaktadır.


Ivanisevic tenis dışında futbol ve basketbol da oynamıştır kısa da olsa. 2001'de Hajduk Split için mücadele etmiş kısa süreliğine. 98'de Hırvat milli takımının uluslarası yıldızlar karması ile yaptığı maçta da forma giymiş. Ve son olarak da 2002'de Boban'ın jübile maçında Boban'ın yerine oyuna girerek attığı golle maçı beraberliğe götürür. Büyük oyuncuydu, şimdi izleyince her gün biraz daha özlüyorum bu adamın maçlarını, servislerini...

Festival Notları Gibi Ama Tam da Değil

Sene başından beri gerek spicoli'yi gerekse svetlin'i ilgiyle ve bir o kadar da kıskançlıkla takip ediyorum. Adamlar kah sinema festivallerine gidiyor, kah tribute pink floyd gecelerine katılıyor sonra da burada anlatıyorlardı. Benim gibi üniversite hayatını anadolunun küçük bir şehrinde geçiren bi insan için çok acaip şeyler bunlar. Ama bugün benim sıram.

Geleneksel 9. Afyonkarahisar jazz müzik festivali vuku buluyor şu günlerde burada. Hiçbir şeyden eksik kalmayayım diye aldım yanıma iki arkadaşımı gittim hemen festivale. Festival alanı şahaneydi öncelikle, çimenlere yayılıp geniş geniş izledik konseri. Yaklaşık 80-100 kişi falan vardı en fazla. Ses sistemi ışık falan iyiydi hep güzeldi yani bence.

Şimdi şöyle bir şey var; jazzla uzaktan yakından ilgim yok. Jazzla ilgili bildiklerini anlat deseler zorla bir iki cümle söyleyebilirim ancak. Sahne alan gençler(grubun adını da bilmiyorum) iyilerdi baya güzel çaldılar yani bence. Davul, saksafon, gitar bi de bas vardı enstrüman olarak. Vokal yoktu. Doğaçlama üzerine bi konsermiş öyle anons edildiler. İkinci şarkının bass rifleri çok iyiydi, bi de sonlara doğru çok güzel bir şey daha çaldılar. Saksafoncu güzel çalıyordu ayrıca baya. Enstrümanla sevişircesine.

Konser alanı şehrin birazcık böyle kuytu taraflarındaydı. Konser alanında koşuşuturup duran mahallenin çocukları olayı bir jazz konserinden çok kardeşler düğün salonundaki bir düğüne çevirseler de keyfimizi kaçırmaya yetmedi. Önümden koşarak geçip duran bi çocuğu yakaladım kaçtı elimden arkasından boşa tekme savurdum, “senin annen baban yok mu len?” dedim duymadı gitti.

Bu jazz konserine gittiğim arkadaşlar da jazz hakkında hiçbir fikir sahibi değiller. Dedik uyum sağlarız heralde bu ortama bunca yıllık iyi kötü bi müzik kültürümüz var sonuçta jazz bilmesek de. Böyle samimi hislerle gittik ama yeterli birikim olmayınca altını dolduramadık tabi bu samimiyetin. Yapabildiğimiz yorumlar “gitar iyi abi” “saksafoncu güzel yardırdı”dan öteye gidemedi. Bir iki “kültür mozağiği” falan gibisinden laflar ettik sonra ama kelime dağarcığı da zayıf olduğu için tıkandık. Arkadaşımın “biraz bilindik bir şeyler çalsalar da kopsak” demesinden sonra gitme kararı aldık ve hemen orayı terk ettik.

İşte sizlere bir festivalden notlarımı aktardım. Tam olmadı gibi ama idare eder bence. Konuya daha vakıf olduğum bi festival olunca daha güzel notlarla geleceğim karşınıza.

3 Haziran 2009 Çarşamba

Haftanın Müzik Listesi 36


Çok karışık liste oldu bu hafta; kafama eseni koydum. Eski punk gruplarından The Stranglers'dan geriye kalmış en değerli işlerden biri, harika bir pop şarkısı. Golden Brown'ı birçoğunuz da Snatch'den anımsayacaktır. Wave Machines ilk albümünü 15 gün sonra piyasaya sürecek bir İngiliz grubu, müthişler. Repler yine yeni yeniden Hafif Müziğe. Baktım bizim Svety bile bilmiyormuş bir kez daha vereyim linkini dedim. Girin görün acayip şeyler var. Pearl Jam'in yaklaşık 20 yıl önce çıkardığı debut albümü Ten'den Black'e gelince. Sanırım insanoğlunun yapıp yapabileceği en sarsıcı şarkılardan. Ya da Eddie Vedder son 4'lükte inlerken, o en içten haykırışı ve isyanı koyverirken sadece benim boğazıma bir şeyler düğümleniyor, gözlerim kararıyor. Daha vurucu şarkı yapılması yasaklansın. Bu ne lan, bütün gün ağlayalım mı. All Along the Watchtower Dylan'ın müthiş bestesi. Ben Hendrix versiyonunu daha çok severim. Bu şarkı, izleyenler bilirler, Battle Star Galactica'da da önemli yer tutuyordu. Değişik versiyonlarıyla az canımızı yakmadı. Bir de yine çok sevdiğim Sam Mendes şaheseri American Beauty'nin soundtrack albümünde güzide yer tutar. Filmde de güzel abimiz Kevin Spacey'nin garajında vücut çalışıp içkisini yudumladığı güzel sahnede arkadan çalar. Son olarak 70'lerin sonu 80'lerin başında dünyanın ağzına bir parmak bal çalan The Police'in en güzide eserlerinden Can't Stand Losing You. Sting de Bob Marley kadar reggae yapıyor işte, hayat süprizlerle dolu. Müziğe kaptırırsanız oynatır, ne diyo lan bu diye dinlerseniz ağlatır. Kafa karıştıran şarkıların hastasıyım.

Hediye

Blog yazarı sevgili kardeşlerim ve burayı okuyup beni bilen arkadaşlar. Tarihi biliyorsunuz, bugüne kadar yapmadığınızı yapın, affettirin kendinizi heh heh. Alın lan bana bu koltuğu doğum günü hediyesi diye. Hem Lakers Hido'yu yine yüzükten ettiğinde şampiyonluk hediyesi de sayılır. Bekliyorum. 

1 Haziran 2009 Pazartesi

The X-Effect

Mtv'de yeni bi program başlamış The X-Effect diye. Geçen arkadaşım söyledi, anlatınca garip olduğunu anlamıştım ama dün zaplarken denk gelip izleyince iyice fark ettim. Garipler ötesi bi programmış. Hani Cıngılbört'ü bilenleriniz vardır, hah işte tam öyle abilere ve ablalara göre. Hani bizim Acun da abi bu program tuttu biz de yapalım aynısını deyip alıp getirse ilk programda ağızlar burunlar dağılır, silahlar patlar. En medeni insanımız, en Cıngılbört'ümüz bile dayanamaz harcar yani herkesi.

Program nasıl bişey mi? (Programın başına kaçırdım ama sanırsam şöyle oluyor, yanlışım varsa düzeltin) 2 çift sevgili birlikte tatile gidiyorlar bir otele hafta sonu için. Fakat bu çiftlerden bir kız ve bir erkek eski sevgili. Daha sonra bu eski sevgililer bi çeşit dalavere ile aynı odada kalıyorlar macburiyettenmiş gibi sanki. Otel yönetimi falan bişeyler yapıyor oraları kaçırdım dediğim gibi, ama asıl nokta burası değil. Bi şekilde eski sevgililer aynı odada kalmaya zorlanıyor yani, oda da balayı süiti hani şimdi boru değil. Bunların o anki sevgilileri de bi odada birlikte bunların yaptıklarını seyrediyor. Odanın her yerinde gizli kameralar, ses dinleme cihazları falan var ama eski sevgililerin bundan haberi yok. Odanın her yerine de bunların eski anılarını hatırlatan eşyalar yerleştirilmiş. Doğruluk mu cesaret bile oynuyolar derken tabi eski günler devreye girince yeni sevgililerin pek de izlemek istemeyeceği şeyler çıkıyor ortaya. 

Eski günlerin hatrına sevişenler mi dersin, soluk soluğa kalanlar mı dersin. Kısacası eski günler baya bi yad ediliyor yani. O sırada da yeni sevgililer izlenibelecek kısımları izliyor, izlenilemeyecek kısımların da sadece seslerini duyabiliyorlar. Nefret kusuyorlar sevgililerine. Sürtükler, orospular, hainler havada uçuşuyor. Bu ilişki bitti, bu yaptığı çok saygısızca falan diye veriyorlar gazı birbirlerine. Programın sonunda işi pişiren eski sevgililere 2 gün boyunca yaşadıklarının yeni sevgilileri tarafından tüm ayrıntılarıyla takip edildiği bildiriliyor. Sonra bu kaçamakçı eski sevgililer yeni sevgilileriyle buluşuyorlar işte. Yeni sevgililer o hain dedikleri sevgililerini karşılarken bir Cıngılbört gibi sarılıyor, gülümsüyor falan bir sürü iş. Yabancılık zor tabi. Sonra da yaptıklarının iğrenç, saygısızca olduğunu falan filan anlatıp iki tane taş veriyor eline sevgilisinin. Beni seçiyosan bunu, eski sevgilini seçiyosan şunu tutacaksın elinde diye. Medeniyete bak anasını satıyım. Hala seçme hakkı var yani helal olsun. Aynı olayı diğer çift de yapıyor falan, bazen eski sevgililer yeniden barışıyor diğerleri yoluna devam ediyor. Bazen de eski sevgililerden biri geri dönmek istiyor fakat diğeri aynısını yapmayınca eldekinden de olmuş oluyor. 

Şimdi sonuca geliyorum arkadaşlar. Soruyorum size şöyle bi yarışma memleketimiz de olsa ve eski sevgilileri balayı süitinde sevişirken dinlemek zorunda kalsa yurdum insanı, kadın erkek fark etmez, ne yapar? Seçme hakkını mı verir sevgilisine yoksa  susup, avukatını isteme hakkını mı kullanır?

Ben olsam ikisinin de ağzını burnunu dağıtırım, sonra da gidip böyle program mı yapılır lan diye yapımcıların da ağzını burnunu dağıtırım. Sonrasında neler olur bilmem ama iyi şeyler olmaz. Medeniyet medeniyet de bi yere kadar yani  dimi? Cıngılbört müyüz biz?