"Duvar, yastığın üzerine konmuş kara sineği seyrediyordu. Yastık, -cansız varlık olduğundan mıdır bilinmez- sinekten rahatsız olmuşa benzemiyordu. Üzerindeki kılıf eskimiş olmasına rağmen temizdi. İşte bu temizliği lekeleyen küçük pislik, duvarın midesini bulandırmaya yetti. Pütürlü yüzü bir anda buz kesti, soğuk soğuk terlemeye başladı.
Şaşkın şaşkın, duvarın sarı teninden yere akan tere bakan sinek: “Ne oldu, neyin var?” diye sordu ürkekçe.
Öfkeyle cevapladı duvar:
-Neyim mi var? Neyim mi var? Midemi bulandırıyorsun küçük pislik. Serseri gibi dolaşıp, konduğun her yere pislemen beni hasta ediyor.
- Ama... ama ben... ne yapabilirim ki? Öyle aylarca kımıldamadan durmamı beklemiyorsun herhalde?
“Ne yapabilirim ha? Beyninin vücudunla doğru orantılı olması ne büyük talihsizlik, dur bakalım düşünelim, ne yapabilirsin? Hah buldum, defolup gidebilirsin.
- Ne?
- Duydun işte defol diyorum. Murdar bedenine daha fazla tahammül edemem.
- Kendimi bildim bileli buradayım. Nereye gidebilirim? Yol bilmem, iz bilmem
- Eğreti cümlelerin tebessüm etmemi sağlasa da, diyaloğun yersiz yere uzaması hastalığımı azdırıyor. Bak her yer terimden sırılsıklam oldu. Canım parkeler kabaracak; ama beyefendinin umurunda mı, yol-iz bilmezmiş. Dışarıdaki sineklerin hepsinin kıçında navigasyon cihazı takılı sanki? Defol diyorum def-ol, buraya ait değilsin.
Çaresizlik... Yapacağınız hiçbir şeyin olmaması.. Bugüne kadar, kimse nereye ait olduğunu söylememişti küçük kara sineğe. Sinek de bir an olsun düşünmemişti oraya ait olup olmadığını, hem bu aidiyet duygusu da neyin nesiydi. Yaşamak için, bir yere bir şeye ait olmak mı lazımdı illa.
Sesini çıkarmadı, sadece nasıl gidebilirim diye sordu.
Duvar, sorudan memnun; ama umursamaz bir ses tonuyla
- Tam karşındaki kapı yardımcı olacaktır sana....
Küçük kara sinek, daha duvar sözünü bitirmeden; kapının koluna kondu ve “gitmek istiyorum açılır mısın?” dedi.
Kapı, kilitli olduğunu lakin üzerindeki anahtarın onu açabilecek kudrete sahip olduğunu söyledi.
Sinek altı bacağından birini kafasına koyup düşündü. Ne tuhaf şeydi şu yaşam. Koskoca kapıyı açma kudreti, küçücük anahtara verilmişti. Düşünmek... Olur olmaz yerde, olur olmaz şeyler üstüne... Neden böyle olur hep? Yapılması gereken onca iş varken önemsiz ayrıntılara takılır bir tarafımız. Ve her seferinde öbür yanımız ”Bırak şimdi bunu, yapılacak onca iş varken sırası mı? ” diye uyarır onu. Yaşam boyu sürüp giden bu iç çekişmeden kim galip çıkar sonunda? Küçük kara sinek öbür yanının baskısına dayanamadı, -ne de olsa mendebur duvardan bir an önce kurtulmalıydı- anahtara, kapının açılması için yardımına ihtiyacı olduğunu söyledi.
Anahtar, kendi etrafında bir kere döndükten sonra “şimdi kapı açılabilir” dedi.
Bu dönüş o kadar hoşuna gitmişti ki, bir daha dönmesi için yalvardı. Anahtar, sadece ters yöne dönmesinin mümkün olduğunu, isterse bunu yapabileceğini anlattı. Sinek bunun onu çok mutlu edeceğini söyledikten sonra anahtar bir kez daha döndü. Muhteşem nümayiş karşısında gözleri kamaşan Küçük kara sinek teşekkür edip, kapıya yöneldi.
-Açılabilir misin?
Tok sesli kapı bağırdı: “Ahmak herif, ben hala kilitliyim”
Az şaşkın, daha çok memnuniyetsiz küçük kara sinek, anahtara seslendi,
-Duydun mu? Kapı hala kilitliymiş.
-İlk döndüğümde kilit açılmıştı, ama ikinci kez dönerek kapıyı tekrar kilitledim.
Sinek hevesle bir kez daha dönüp dönemeyeceğini sordu.
Anahtar, bezgin gözlerini sineğe çevirdi ve “Hayır” dedi. “Maalesef şansını kaybettin”
- Saçma, alt tarafı bir kez daha döneceksin, ne çıkar bundan?
Anahtar oralı olmadı. Sinek de vızıldanarak uzaklaştı oradan.
Olanı biteni usulca seyreden duvara dönüp, “görüyorsun işte, kapı gitmeme izin vermedi” diyen sinek, duvarın sözleri karşında ürperdi.
-Meraklanma küçük pislik, gitmek istiyorsan her zaman bir yol daha vardır, zaten senin gibiler için ideal çıkış kapı değil, baca deliğidir. Hem kimseden izin almana da gerek yok.
-BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU- "
i.p
Konuk Yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Konuk Yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 Aralık 2011 Cuma
29 Kasım 2011 Salı
Bir Sokak Köpeğinin İzdüşümleri
Otogardan eve yürürken ne erişkin ne yavru, alabildiğine kirli bir köpek takıldı peşime... Acıktığını düşünüp 1-2 kraker attım önüne... Vicdanımı rahatlatmak ama daha çok gecenin ayazında peşimde dolaşmasından kurtulmak ümidiyle... Şöyle bir kokladı tekinin bile tadına bakmadan yoluna devam etti... Durdum durdu. Karşıya geçtim. Geçti. Sağa döndüm. Döndü. Evin önüne vardığımda poşettiki kekin kokusunu aldığını düşünerek çıkartıp koydum önüne. Kokladı. Yine ağzına sürmedi. Bu sefer kızdım.”Şu etrafına bir bak onca köpek açlıktan sürünürken sen yemek beğenmiyorsun Yaptığın nankörlüğün daniskası ...... git” deyip kovaladım. Zile bastım. Kapı açıldı. Girdim içeri. Kapattım kapıyı. Merdivenlerden çıkarken patileri kapının demir parmaklıklarını tırmalayan köpeğin ağlama sesi kulaklarımdaydı. Ne istiyordu bu köpek?
Bayramın son günü babannemdeydim sağdan soldan laflarken “Memuriyetten istifa ettiğini kimseye söylemedim” dedi “Ne yapıyor” dediklerinde “Ne yapsın Çalışıyor.” Diyormuş. Niye dedim. “Aman millet başlar şimdi söylenmeye “Bunca insan İşsizlikten kırılırken senin şu torunun yaptığı düpedüz nankörlük” diye”
"Dün gece uyuyamadım. Babannem geldi aklıma... Sosyal statüm onu kaygılandırıyordu. Hele günümüz koşullarında iyi denilebilecek bir işi bırakmış olmam bir türlü aklına yatmıyordu. Bana olan sevgisinden bir an olsun kuşku duymadım. Dünyada seni seven tek insan var deseler; hiç düşünmeden “Babannemdir” derim. Lakin biliyorum ki için için kızıyor bana... Peki ne yaptım ben?
Bu sabah sokak köpeği düştü aklıma... Kimbilir daha önce kimlerin peşine takılmıştı? Kimlerin önüne attığı kemiklerle yetinmemişti? Başka kimler hor görüp aşağılayıp “Daha ne istiyorsun altı üstü itin tekisin” deyip kovalamışlardı? Kaç kapı suratına kapanmıştı? Kaç tanesi daha kapancaktı? Ne farkı vardı diğer itlerden? Neyin peşindeydi? Niye yetinmiyordu önüne atılanlarla... Şu koskoca dünyada bir it neyi değiştirebilirdi ki? Bu yaptığı kendisine acı çektirmekten öteye gitmiyordu. Oysa diğerleri gibi o da kabul etseydi, itilip kakılmalara aldırmadan gayri safi kemik sayısından payına düşeni maksimize etmeye çalışsaydı; daha pragmatik olmazmıydı? Ama yapmıyordu işte. Bir türlü aklım ermedi. Ne istiyordu bu it! "
i.p.
Bayramın son günü babannemdeydim sağdan soldan laflarken “Memuriyetten istifa ettiğini kimseye söylemedim” dedi “Ne yapıyor” dediklerinde “Ne yapsın Çalışıyor.” Diyormuş. Niye dedim. “Aman millet başlar şimdi söylenmeye “Bunca insan İşsizlikten kırılırken senin şu torunun yaptığı düpedüz nankörlük” diye”
"Dün gece uyuyamadım. Babannem geldi aklıma... Sosyal statüm onu kaygılandırıyordu. Hele günümüz koşullarında iyi denilebilecek bir işi bırakmış olmam bir türlü aklına yatmıyordu. Bana olan sevgisinden bir an olsun kuşku duymadım. Dünyada seni seven tek insan var deseler; hiç düşünmeden “Babannemdir” derim. Lakin biliyorum ki için için kızıyor bana... Peki ne yaptım ben?
Bu sabah sokak köpeği düştü aklıma... Kimbilir daha önce kimlerin peşine takılmıştı? Kimlerin önüne attığı kemiklerle yetinmemişti? Başka kimler hor görüp aşağılayıp “Daha ne istiyorsun altı üstü itin tekisin” deyip kovalamışlardı? Kaç kapı suratına kapanmıştı? Kaç tanesi daha kapancaktı? Ne farkı vardı diğer itlerden? Neyin peşindeydi? Niye yetinmiyordu önüne atılanlarla... Şu koskoca dünyada bir it neyi değiştirebilirdi ki? Bu yaptığı kendisine acı çektirmekten öteye gitmiyordu. Oysa diğerleri gibi o da kabul etseydi, itilip kakılmalara aldırmadan gayri safi kemik sayısından payına düşeni maksimize etmeye çalışsaydı; daha pragmatik olmazmıydı? Ama yapmıyordu işte. Bir türlü aklım ermedi. Ne istiyordu bu it! "
i.p.
Kelimeler
"Matbaada ruhlarını kazanmadıkça anlamlı bulmuyorum kelimeleri. Kağıt kokusu olmayınca suni geliyor harfler bana... Bedenleri olduğunu inkar edemem. Lakin ruhsuzlar... Böyle oluncada çürüyüp gidiyorlar.
Bloglar yapaylaştırıyor sözcükleri. Hissizleştiriyor. Acımasızlaştırıyor. Yepyeni anlamlar yüklüyor her birine... Ve ben her anlamaya çalıştığımda şekil değiştiriyorlar. Kandırılıyorum... Belki de yeterince saygı göstermiyorum onlara. Pek de önemli değillermiş gibi üstünkörü okuyup geçiyorum. Bir yazar için tehlikeli değil mi sizce? Durun hemen kendimi bi halt sandığım yok... Lakin düşünmeden edemiyorum Dostoyevski, Steinbeck, Dickens blog yazsaydı ne olurdu? Raskolnikov ile bilgisayar ekranlarında tanışsaydık; yine de öldürür müydü o tefeci kadını...
Anlaşılır olmaya çalıştıkça bayağılaştığımın farkındayım. Kızmayın lütfen. Hepsi bu yapay sözcükler yüzünden. Kocaman kocaman anlamlar yüklüyorum üstlerine. Kaldıramıyorlar. Kalıbının adamı değiller. Bilhassa İzbandut gibi olanları seçiyorum. Yine de olmuyor. Ufak bi esintide savruluyorlar etrafa... Devasa bir balon gibi... Bir muzır çıkıp iğneyi batırıyor. Pufff... Yok olup gidiyorlar..."
i.p
Bloglar yapaylaştırıyor sözcükleri. Hissizleştiriyor. Acımasızlaştırıyor. Yepyeni anlamlar yüklüyor her birine... Ve ben her anlamaya çalıştığımda şekil değiştiriyorlar. Kandırılıyorum... Belki de yeterince saygı göstermiyorum onlara. Pek de önemli değillermiş gibi üstünkörü okuyup geçiyorum. Bir yazar için tehlikeli değil mi sizce? Durun hemen kendimi bi halt sandığım yok... Lakin düşünmeden edemiyorum Dostoyevski, Steinbeck, Dickens blog yazsaydı ne olurdu? Raskolnikov ile bilgisayar ekranlarında tanışsaydık; yine de öldürür müydü o tefeci kadını...
Anlaşılır olmaya çalıştıkça bayağılaştığımın farkındayım. Kızmayın lütfen. Hepsi bu yapay sözcükler yüzünden. Kocaman kocaman anlamlar yüklüyorum üstlerine. Kaldıramıyorlar. Kalıbının adamı değiller. Bilhassa İzbandut gibi olanları seçiyorum. Yine de olmuyor. Ufak bi esintide savruluyorlar etrafa... Devasa bir balon gibi... Bir muzır çıkıp iğneyi batırıyor. Pufff... Yok olup gidiyorlar..."
i.p
Ben.
"
Az önce 7-8 sene evvelki beni çağırdım... Utana sıkıla geldi... Öylesine mahcup ki ne söylesem kırılacak... Havadan sudan konuştuk ... Memnun musun dedim gelecekteki hayatından... Ne dese beğenirsiniz... “Nasıl bilebilirim ki bir gün bile yaşamadım geleceğe dair. Sana sormak lazım” Gülümsedim... “Sahi ne iş yapıyorsun” Kem küm ettim. “Çalışmıyorsun değil mi?” Ya evet ama deyip sebebini söylerken susturdu. “Bana beni anlatma” Yine güldüm. Bu sefer küçümser bir edayla... Ne biliyorsun ki hakkımda? Sanıyor musun ki ben hala senim... Sustu... “Beni özlüyor musun?” diye sordu utanarak. Pek değil dedim... Alındı... Biliyorum çok mahcup... Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyor... Acıdım. Yardım etmek istedim... Kabul etmedi. Hani böyleleride pek gururlu oluyor... Lafı hikayeye getirdim... Söylesene niye yazmıştın bunu? Ne anlatmak istemiştin? Bu kadar bayağı olmaya ne itmişti seni ? “Kelimelerle aram senin kadar iyi değil” dedi... Hoşuma gitti... Üstünlüğümü kabul ettirmiştim... Yüzümdeki aşağılayıcı tebessümü fark etti. O an yanıldığımı anladım. Nasıl olmuştu da yenilgiyi bu kadar kolay kabulleneceği gafletine düşmüştüm. Düştüğüm çetrefilli durumu fark ederek vurucu darbeyi indirdi... “Lakin sende olmayan bir şeye sahibim.” Kızdım ama belli etmemeye çalıştım. Bende olmayan neye sahip olabilirdi ki... İçimi kemiren meraka yenik düştüm... Pek üstünde durmaya değmezmişte lütfedip soruyormuşçasına bir tavır takınarak “Çok merak ettim kuzum bende olmayıp sende olan ne acaba” dedim. Öyle bir güldü ki... Oracıkta öldürmek istedim onu... Sinirden avucuma geçirdiğim tırnaklarımın arasından süzülen kana bakarken yok oldu ortalıktan. Bağırdım “Saygısız herif. Buraya gel çabuk.... Bende olmayıp sende olan ne var? Korkak it... Hep böyleydin zaten. Sıkışınca kaçıp giderdin. Sinsi köpek. Bir de utanmadan soruyor beni özlüyor musun diye... Zerre kadar özlemiyorum seni... Bir daha gelme... Defooollll...” Daha neler söyledim garibanın ardından lakin tek yanıt alamadım... O kadar ağır konuştum ki; bundan sonra çağırsam da gelmez. Beni zihnimi kemiren bu kurtçukla baş başa bıraktı ya... Alacağı olsun... Biliyorsanız siz söyleyin ne olur... Bende olmayıp onda olan ne var? "
i.p.
Az önce 7-8 sene evvelki beni çağırdım... Utana sıkıla geldi... Öylesine mahcup ki ne söylesem kırılacak... Havadan sudan konuştuk ... Memnun musun dedim gelecekteki hayatından... Ne dese beğenirsiniz... “Nasıl bilebilirim ki bir gün bile yaşamadım geleceğe dair. Sana sormak lazım” Gülümsedim... “Sahi ne iş yapıyorsun” Kem küm ettim. “Çalışmıyorsun değil mi?” Ya evet ama deyip sebebini söylerken susturdu. “Bana beni anlatma” Yine güldüm. Bu sefer küçümser bir edayla... Ne biliyorsun ki hakkımda? Sanıyor musun ki ben hala senim... Sustu... “Beni özlüyor musun?” diye sordu utanarak. Pek değil dedim... Alındı... Biliyorum çok mahcup... Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyor... Acıdım. Yardım etmek istedim... Kabul etmedi. Hani böyleleride pek gururlu oluyor... Lafı hikayeye getirdim... Söylesene niye yazmıştın bunu? Ne anlatmak istemiştin? Bu kadar bayağı olmaya ne itmişti seni ? “Kelimelerle aram senin kadar iyi değil” dedi... Hoşuma gitti... Üstünlüğümü kabul ettirmiştim... Yüzümdeki aşağılayıcı tebessümü fark etti. O an yanıldığımı anladım. Nasıl olmuştu da yenilgiyi bu kadar kolay kabulleneceği gafletine düşmüştüm. Düştüğüm çetrefilli durumu fark ederek vurucu darbeyi indirdi... “Lakin sende olmayan bir şeye sahibim.” Kızdım ama belli etmemeye çalıştım. Bende olmayan neye sahip olabilirdi ki... İçimi kemiren meraka yenik düştüm... Pek üstünde durmaya değmezmişte lütfedip soruyormuşçasına bir tavır takınarak “Çok merak ettim kuzum bende olmayıp sende olan ne acaba” dedim. Öyle bir güldü ki... Oracıkta öldürmek istedim onu... Sinirden avucuma geçirdiğim tırnaklarımın arasından süzülen kana bakarken yok oldu ortalıktan. Bağırdım “Saygısız herif. Buraya gel çabuk.... Bende olmayıp sende olan ne var? Korkak it... Hep böyleydin zaten. Sıkışınca kaçıp giderdin. Sinsi köpek. Bir de utanmadan soruyor beni özlüyor musun diye... Zerre kadar özlemiyorum seni... Bir daha gelme... Defooollll...” Daha neler söyledim garibanın ardından lakin tek yanıt alamadım... O kadar ağır konuştum ki; bundan sonra çağırsam da gelmez. Beni zihnimi kemiren bu kurtçukla baş başa bıraktı ya... Alacağı olsun... Biliyorsanız siz söyleyin ne olur... Bende olmayıp onda olan ne var? "
i.p.
24 Aralık 2010 Cuma
Sessiz Bir Ölüm
"
Sessiz bir olum
Simone de Beauvoir in o kisa ve vurucu öyküsünün ismi bu. Annesinin kalça problemi nedeniyle hastaneye yatırılıp teşhisinin kanser yönünde degişmesi ve 30 gün sonra gelen ölümüyle ilgili gerçekçi ve içten bir kitap.
Hastanede hep dışarıdan baktigim olum olgusuna bu defa iceriden bakmis oldum diyebilirim. Hastanelerde olum soguk ve siradandir ve genelde surpriz degildir. Olum daha cok tibbin bir basarsizligi gibi algilanir. Biri "ex" oldugunda ondan hic bahsedilmemeye, o hic
varolmamis gibi davranilmaya calisilir. İlla "olu" hakkinda konusulmasi gerekiyorsa kısık sesle ve imalarla yapilir. Ceset odadan cikarilir ve oda hemen temizlenir, yeniden steril ve parlak bir yerdir artik orasi. Yeni hastalar ve ziyaretcileri icin uygundur. Ölumuz ise haftalik/aylik/yillik istatistik raporlarinda yerini alacaktir. Hakkinda ust duzey akademik yorumlar yapilacak ve eklenecektir: elimizden geleni yaptik.
Gercekten de modern tibbin gerektirdigi her sey her zaman yapilir. Varsa aci dindirilmeye calisilir, hasta maksimum steril ve olabildiğince uzun yasatilmaya calisilir. Bazen yakinlara 'bazi seyler' ima edilir. Uzun donem bakim alan hastalarin yakinlarinda oluşan hakim duygu ise bıkkınlıktır. Hasta ne kadar sevilen biri olursa olsun bu degismez. Cunku hastaligin aksattigi hayatlar ve surekli hatirlanan bir olum olgusu vardir. Tabi bu yazdiklarim yasli ve terminal donem hastalari icin gecerli. Hasta gencse ve terminalse hissedilen aci daha da buyur. Olum yaslilar icindir sadece.
Hastanin cektigi aci buyudukce onun olmesi gerektigine olan inanc artar. Yatak yaralari ile kapli, zorlukla nefes alan, kimi zaman "canliligi surdurmek" icin makinelere bagli olan hastalar gercekten urkutucudur. Her insanin aklina şu gelir, "ölse de kurtulsa".
Acaba ölüm gerçekten de kurtuluş mudur ya da gerçekte ölüm kimi kurtarır?
Tip Simdiki haliyle 95 yasinda kanser hastalarini ameliyat edipyasamlarini 2-3 yil uzatmanin pesinde. Öyle kanserler varki tedavi edilmediginde tahmini omur 5 ay iken tedavi ile yasam 2-3 yil daha uzayabilir ama tedavinin zorlugu ve aldigi zaman hasta icin bazen cok daha yipratici olabilir.
Ben şahsen basima boyle bir sey gelse tedavi olmam diyorum hemen - en yuzeysel halimle -. Ama gercek kapimizi caldiginda en sahici duygularimizın / isteklerimizin ortaya cikacağını da biliyorum. Sonucta minicik bir lenf sisligi icin butun aksam kitap-internet karistiran, asistan pesinde kosturan da yine ayni benim, ama bu sefer daha derin yaşama ve kendimi koruma icgudumle… "
yazar : mavi
Sessiz bir olum
Simone de Beauvoir in o kisa ve vurucu öyküsünün ismi bu. Annesinin kalça problemi nedeniyle hastaneye yatırılıp teşhisinin kanser yönünde degişmesi ve 30 gün sonra gelen ölümüyle ilgili gerçekçi ve içten bir kitap.
Hastanede hep dışarıdan baktigim olum olgusuna bu defa iceriden bakmis oldum diyebilirim. Hastanelerde olum soguk ve siradandir ve genelde surpriz degildir. Olum daha cok tibbin bir basarsizligi gibi algilanir. Biri "ex" oldugunda ondan hic bahsedilmemeye, o hic
varolmamis gibi davranilmaya calisilir. İlla "olu" hakkinda konusulmasi gerekiyorsa kısık sesle ve imalarla yapilir. Ceset odadan cikarilir ve oda hemen temizlenir, yeniden steril ve parlak bir yerdir artik orasi. Yeni hastalar ve ziyaretcileri icin uygundur. Ölumuz ise haftalik/aylik/yillik istatistik raporlarinda yerini alacaktir. Hakkinda ust duzey akademik yorumlar yapilacak ve eklenecektir: elimizden geleni yaptik.
Gercekten de modern tibbin gerektirdigi her sey her zaman yapilir. Varsa aci dindirilmeye calisilir, hasta maksimum steril ve olabildiğince uzun yasatilmaya calisilir. Bazen yakinlara 'bazi seyler' ima edilir. Uzun donem bakim alan hastalarin yakinlarinda oluşan hakim duygu ise bıkkınlıktır. Hasta ne kadar sevilen biri olursa olsun bu degismez. Cunku hastaligin aksattigi hayatlar ve surekli hatirlanan bir olum olgusu vardir. Tabi bu yazdiklarim yasli ve terminal donem hastalari icin gecerli. Hasta gencse ve terminalse hissedilen aci daha da buyur. Olum yaslilar icindir sadece.
Hastanin cektigi aci buyudukce onun olmesi gerektigine olan inanc artar. Yatak yaralari ile kapli, zorlukla nefes alan, kimi zaman "canliligi surdurmek" icin makinelere bagli olan hastalar gercekten urkutucudur. Her insanin aklina şu gelir, "ölse de kurtulsa".
Acaba ölüm gerçekten de kurtuluş mudur ya da gerçekte ölüm kimi kurtarır?
Tip Simdiki haliyle 95 yasinda kanser hastalarini ameliyat edipyasamlarini 2-3 yil uzatmanin pesinde. Öyle kanserler varki tedavi edilmediginde tahmini omur 5 ay iken tedavi ile yasam 2-3 yil daha uzayabilir ama tedavinin zorlugu ve aldigi zaman hasta icin bazen cok daha yipratici olabilir.
Ben şahsen basima boyle bir sey gelse tedavi olmam diyorum hemen - en yuzeysel halimle -. Ama gercek kapimizi caldiginda en sahici duygularimizın / isteklerimizin ortaya cikacağını da biliyorum. Sonucta minicik bir lenf sisligi icin butun aksam kitap-internet karistiran, asistan pesinde kosturan da yine ayni benim, ama bu sefer daha derin yaşama ve kendimi koruma icgudumle… "
yazar : mavi
9 Haziran 2009 Salı
Suçlu Bulundu: Testosteron

Tarantino'nun ''Rezervuar Köpekleri'' filmini bilenleriniz bilir..
Samimidir.. Bizdendir..
Olaylar silsilesi yerine bir olaydaki durumlar silsilesidir..
Bu filmi bilenleriniz için hoş bir tebessümle başlayacaktır ''Testosteron''..
Oyun, filmin başındaki kahvaltı sahnesiyle karşılıyor seyircilerini..
Plazmalardan o kahvaltı sahnesi izleniyor ve ses yavaş yavaş kısılıyor..
Ve oyuna geçiliyor..
Oyunun metninde, bu film sahnesi yok..
Ama 7 erkeğin bir araya gelip..
Bir olayı değişik gözlerden..
Bambaşka bakış açılarıyla değerlendirmesi esasına dayalı oyun..
Bu rezervuar açılışıyla oldukça uyum göstermiş..
Benim Oyun Atölyesi'nde izlediğim oyun..
Asıl olarak kadın-erkek farklılığından kaynak alan bir eser..
Ve yazarının deyimiyle ''Doğru düzgün sosyolojik bir ders'' niteliği taşıyor..
Peki kimlerin gözünden bakılıyor duruma..
Bir baba ile onun hukukçu ve kuşbilimci 2 oğlu..
Bir gazeteci, bir garson, bir mikrobiyolog ve bir baterist..
İşte bu 7 erkek, Kuşbilimci Kornel'in evlilik sonrası partisi için..
Bir barı kapatmıştır..
Fakat o bar, düğün sonrasına değil..
Nikah sırasında, düğünü haber yapan gazeteciye kaçan gelin nedeniyle..
Büyük bir kargaşaya dönüşmüş düğün sonrasına, ev sahipliği yapmaktadır..
Bardaki garson ile 7 kişi olan, düğünün erkek ekibi..
Salaş ve bitap bir halde durum değerlendirmesi yapmaya başlarlar..
Sinirli olan baba, ne yapacağını bilemeyen damat, pısırık bi abi..
Olayın eğlencesindeki baterist, olaylara anlam katmaya çalışan mikrobiyolog..
Onların isteklerini yerine getirmeye çalışan garson..
Ve hepsinin ortasında hayatta almaya çalışan, gelinin kaçtığı gazeteci..
Bu durumun içinden çıkmaya çalışan karakterler..
Dallanıp budaklanan hikayelerle, konuyu kavramaya çalışıyolar..
Kavga ve dövüşün az olmadığı oyunda..
Kan kırmızısının, küfrün ve pudra şekerinin havalarda uçuştuğu dakikalarda..
Konu erkeklik simgesinin boyutlarına kadar gelip..
O kadar erkeğin bulunduğu oyunda, seyirciyi şaşırtmıyor..
Kadınlarla ilgili tespitlerse can yakıyor, kahkahalara boğuyor..
Sonundaysa suçlu bulunuyor..
Ve kahkahalar başlıksız kalmıyor..
Polonyalı yazar Andrzej Saramonovicz'in kaleminden çıkan oyun..
İlk olarak 2002'de Varşova'da gösterilmiştir..
Ve 7 yıllık kahkaha tufanı böyle başlamıştır..
Bay Ö.
Editörün Notu: Sevgili Bay Ö.ye ricamı kırmayıp, alışılmışın dışında tarzıyla bu güzel yazıyı yazdığı için teşekkür ederim.
Editörün 2. Notu: Editörmüş, kıçımın kenarı dediğinizi duyar gibiyim. Keh keh keh.
12 Mayıs 2009 Salı
Banksy

Fast food çılgınlığımın bir gün beni - yedikten sonra - bu denli bahtiyar edebileceğini hiç düşünmemiştim. Burger kingten yurda sipariş vermiş, yemiş doyuma ulaşmışken kese kağıdımsı poşetin içinde WHOP diye bir dergi bulmuştum. Kendisi Burger King'in aylık popüler kültür dergisiymiş, adını da en sevilen ürünleri ‘whopper’dan alıyormuş. İşte o dergiyi ne var ne yok diye karıştırmam Banksy ile tanışmama vesile olmuştu.
Banksy kimliğinin gizli oluşuyla ilk etapta gizemli bir hava yaratıp ilgi toplamayı başarıyor. Savaşa ve kapitalizme çok yerinde olan protestosu, sokaktan geçen yüzlerce insanı her gün adeta uyanmaya çağırıyor. Bunu yaparken aynı zamanda göze hitap edip, bir durup düşündürtmesi, 'vay be' dedirtmesi onu bence son zamanların gerçek toplum sanatçısı kılıyor. Banksy'nin de düşündüğü gibi çok da söze gerek yok aslında.
Not: Tanışmanın da bu kadar ironiği..
by Pek Sevgili Frambuas
31 Mart 2009 Salı
Dünya Gerçekten Küçük

Kanıtlandığını öğrenince çok mutlu olduğum bir teoriden bahsederek sizi de mutlu etmek istedim. Gerçi teorinin salt varlığını bilmek bile beni yeterince sevindirirdi ama varlığını ve kanıtlandığını öğrenmem bir olmuştu.
Küçükken, bütün insanlar birbirinin bir şekilde busunun şusunun bişeyi tarzında zincirleme bağlanabilir mi acaba diye düşünürdüm. Bunu başkalarıyla paylaştığımda karşılaşıp durduğum anlamsız yüz ifadeleri kendimi bu konuda yapayalnız hissetmeme neden olmuştu. Oysa bilim adamları 1960`tan beri böyle bir teori üzerinde çalışıyormuş. Önceleri mektuplaşma yoluyla yaklaşık 300 kişiyle yapılan çalışma, teknolojinin sunduğu büyük nimetler sayesinde evrensel bir boyuta taşınmış. Microsoft araştırmacılarından 2 kişi, 2 yıl boyunca 180 milyon kişinin 30 milyar yazışmasını inceleyerek teoriyi kanıtlamayı başarmışlar. Messengerda yazışan her 2 kişi tanıdık kabul edilerek, herhangi iki kişinin ortalama 6.6 kişi aracılığıyla temasa geçebileceği görülmüş. En fazla 29 kişiyle tamamlanan tanıdıklar zinciri teorinin kanıtlanmasına engel olamamış. Bundan sonra çok büyük tesadüfler sandığımız "bir arkadaşımızın alakasız bir arkadaşımızın da arkadaşı çıkması" olayına bilimsel olarak şaşırmamamız gerekiyor; eee ne de olsa dünya küçük..
by Cok Sevgili Frambuas
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)