24 Aralık 2010 Cuma
Sessiz Bir Ölüm
Sessiz bir olum
Simone de Beauvoir in o kisa ve vurucu öyküsünün ismi bu. Annesinin kalça problemi nedeniyle hastaneye yatırılıp teşhisinin kanser yönünde degişmesi ve 30 gün sonra gelen ölümüyle ilgili gerçekçi ve içten bir kitap.
Hastanede hep dışarıdan baktigim olum olgusuna bu defa iceriden bakmis oldum diyebilirim. Hastanelerde olum soguk ve siradandir ve genelde surpriz degildir. Olum daha cok tibbin bir basarsizligi gibi algilanir. Biri "ex" oldugunda ondan hic bahsedilmemeye, o hic
varolmamis gibi davranilmaya calisilir. İlla "olu" hakkinda konusulmasi gerekiyorsa kısık sesle ve imalarla yapilir. Ceset odadan cikarilir ve oda hemen temizlenir, yeniden steril ve parlak bir yerdir artik orasi. Yeni hastalar ve ziyaretcileri icin uygundur. Ölumuz ise haftalik/aylik/yillik istatistik raporlarinda yerini alacaktir. Hakkinda ust duzey akademik yorumlar yapilacak ve eklenecektir: elimizden geleni yaptik.
Gercekten de modern tibbin gerektirdigi her sey her zaman yapilir. Varsa aci dindirilmeye calisilir, hasta maksimum steril ve olabildiğince uzun yasatilmaya calisilir. Bazen yakinlara 'bazi seyler' ima edilir. Uzun donem bakim alan hastalarin yakinlarinda oluşan hakim duygu ise bıkkınlıktır. Hasta ne kadar sevilen biri olursa olsun bu degismez. Cunku hastaligin aksattigi hayatlar ve surekli hatirlanan bir olum olgusu vardir. Tabi bu yazdiklarim yasli ve terminal donem hastalari icin gecerli. Hasta gencse ve terminalse hissedilen aci daha da buyur. Olum yaslilar icindir sadece.
Hastanin cektigi aci buyudukce onun olmesi gerektigine olan inanc artar. Yatak yaralari ile kapli, zorlukla nefes alan, kimi zaman "canliligi surdurmek" icin makinelere bagli olan hastalar gercekten urkutucudur. Her insanin aklina şu gelir, "ölse de kurtulsa".
Acaba ölüm gerçekten de kurtuluş mudur ya da gerçekte ölüm kimi kurtarır?
Tip Simdiki haliyle 95 yasinda kanser hastalarini ameliyat edipyasamlarini 2-3 yil uzatmanin pesinde. Öyle kanserler varki tedavi edilmediginde tahmini omur 5 ay iken tedavi ile yasam 2-3 yil daha uzayabilir ama tedavinin zorlugu ve aldigi zaman hasta icin bazen cok daha yipratici olabilir.
Ben şahsen basima boyle bir sey gelse tedavi olmam diyorum hemen - en yuzeysel halimle -. Ama gercek kapimizi caldiginda en sahici duygularimizın / isteklerimizin ortaya cikacağını da biliyorum. Sonucta minicik bir lenf sisligi icin butun aksam kitap-internet karistiran, asistan pesinde kosturan da yine ayni benim, ama bu sefer daha derin yaşama ve kendimi koruma icgudumle… "
yazar : mavi
18 Aralık 2010 Cumartesi
3 Aralık 2010 Cuma
American Gangster
21 Kasım 2010 Pazar
The Man Who Wasn't There
Bildiğiniz, ya da bilmediğiniz, gibi 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali dün itibariyle sona erdi. Biz de bir kez daha sebeplendik kendisinden. Bu yıl nispeten tantanalı, protestolu, üstelik biraz da öksüz geçti festival denilebilir özetle. Emek Sineması'nın yokluğunun ruhen bir şeyler eksilttiğine katılıyorum, ancak eksilttiği tek şey de bu değildi. Emek Sineması'nın yanılmıyorsam 875 kişilik devasa ve diğer festival sinemalarına oranla çok daha iyi diyebileceğimiz salonu olmayınca, festivalin hem toplam seyirci kapasitesi, hem de efektif seyirci kapasitesi düştü. Efektif derken şöyle ki, Emek olmayınca insanlar mümkün olduğunca Atlas'a yoğunlaşmış. Hak vermemek de mümkün değil. Aynı filmin hem Atlas'ta, hem Beyoğlu'nda (sabote edicem lan bu Beyoğlu Sineması'nı artık. Her yer kapanıyor, bi bunlar kapanmadı.) gösterimi varsa haliyle kim olsa Atlas'ı seçer.
Bu yıl en önemli değişikliklerden biri de izleyici profiliydi. Çevrede okuduğum kadarıyla da herkes bu durumdan şikayetçi. Hakları da var. Bu yıl festival izleyicisi resmen bok gibiydi. İzleyici de nasıl bok gibi olabilir derseniz şöyle anlatayım. Ben 'Na Putu' filmini yan koltuğumda sürekli ''Aa, hayret bişey ya'', '' Kaç kızım kaç'' gibi canlı yorumlarla izledim. Yanımdaki insan filme tek başına gelmişti. yani arkadaşıyla konuşsa yine bir elle tutulur yanı var derim. Üstelik 20li yaşlarda gayet de genç bir insandı. Bütün film keyfimin içine etti. Kimse kimseyi uyarmak zorunda değil kardeşim, kocaman insansın, ben mi söyliyim sana sessiz olun diye. Dahası da var, ben şahit olmasam da filmde telefonunu açıp konuşan teyzeler. Kahkaha atan hanım kızlarımız. Bir festival klasiği olan, ki en masumu onlar bence, yiyişen ergenler. Gayet alışık olduğumuz ve artık sindirdiğimiz, canı sıkılınca salonu terk ederek bütün salonun konsantrasyonuna tecavüz edenler. daha bu liste uzar da uzar. Güzel tarafı bu yıl filmleri epey beğendim ben. Unutmadan bir de Sinepop, Kadıköy ve City's eklendi festivale salon olarak. City's e gitmedim; fakat Kadıköy ve Sinepop'a ilk kez bu festival minvalinde gittim. İkisi de vasatın altı. Sinepop'un tuvaletleri güzel ve temizdi en azından. Üstelik eminim tüm festival izleyicilerinin gözleri yaşarmıştır ama bedavaydı tuvalet. Yine de ekranı ufak, salon çok uzundu. Yeni Rüya tadındaydı yani o da. Kadıköy Sineması'nın ise 40 yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir özelliği var. Salonun içindeki duvarlar beyaza boyanmış! Aydınlıkta izledik resmen filmi.
15 Kasım 2010 Pazartesi
İki Film Arasındaki 7 Farkı Bulun!
Dikkat! Birazdan okuyacağınız yazı çok uzun ve yer yer kopuk metinler içermektedir. Yazıdan sıkılma olasılığınız 1 e çok yakındır. O yüzden " özet geç piç " demeniz tavsiye edilmese de yerinde olacaktır. Okumayı içselleştirememiş olan fakat sağda solda bulunduğu ortamı etkileyebilmek için yazılardan bir kaç şey satmak ve prim yapmak isteyen okuyucularımız! lütfen son paragrafa ininiz.Saygılar.
İki çeşit yönetmen vardır. Birincisi bir filmi görüp çok beğenen ve o yönetmen gibi filmler çekmek isteyen. İkincisi ise piyasada bu kadar kötü filmin nasıl barınabildiğine şaşırıp daha iyisini çekebileceğini düşünerek bu işe giren. Galiba New York'ta 5 Minare yi izleyen bir çok olası yönetmen adayı sektöre ikinci tür olarak giriş yapmak isteyecektir.
Beş Minare ye geçmeden önce başka bir filmden Çoğunluk tan bahsetmek istiyorum. Yönetmeni Seren Yüce bu işin "mutfağından" derler ya gerçekten de oralardan basamak basamak gelmiş. Bence oralarda kazandığı en önemli tecrübe bir filmin iyi olması için şatafatlı olmasına hiç mi hiç gerek olmadığı düşüncesi. Çünkü bu düşünceyi Çoğunluk'a çok belirgin ve iyi bir şekilde yansıtmış ve sonuç olarak ortaya iyi bir film çıkmış. Film anlatmak istediği ana düşünceyi olabildiğince saklıyor. Bu da benim filmlerde en sevdiğim ve aradığım özelliklerden biridir. Özellikle gerçekten anlatmak istediği bir konu olan yönetmenlerden izleyici salak yerine koymamalarını beklerim. O yüzden yönetmen, ana düşünceyi kendine has bir metodla sunmalı. İşte Seren Yüce nin bu filmde başvurduğu metod : Tekrarlar olmuş. Bazı sahneleri belki 6-7 kere kullanmış. Film anında bunlar sizi rahatsız edebilir ve filmin temposunu düşürdüğünü düşünebilirsiniz. Fakat filmden çıktıktan sonra, özellikle son sahneden sonra ne kadar etkili bir yöntem olduğunu anlıyorsunuz. İşte Çoğunluk filmi bu gibi özellikleri nedeniyle New York'ta Beş Minare ile taban tabana zıt bir film.
Tamam anlattıkları konular epey farklı (aslında bir iki ortak noktası da var ya neyse) Benim asıl değinmek istediğim nokta yönetmenlik becerileri ve kurgu olacak. Çoğunluk'taki sahneler ne kadar sade ve ne kadar basit mekanlarda çekilmişse Beş Minare de bir o kadar şatafatlı ve gösterişli mekanlar ve teknikler kullanılmış.
Bütün önyargılarımı saklayarak ve önceki iki filmin eleştirilerinden dersler çıkaracağını umarak gittiğim Beş Minare nin beni en çok hayal kırıklığına uğratan kısmı ise kurgusu oldu. Fakat sağda solda okuduğum insanlar "müthiş kurgu müthiş akıcı" gibi ifadeler kullanınca acaba benim atladığım noktalar mı oldu diye filmi tekrar kafamda bir gözden geçirdim.Ve inanılmaz bir şekilde, filmin (benim tahminimce) en büyük para harcanan bölümü olan girişteki çatışma sahnesini tamamıyle unutmuşum! Evet filme belki 2-3 milyon harcayarak bir sahne koyuyorsun ve giriş sahnesi yapıyorsun ve izleyici bunu unutuyor!O senin dangalaklığın da diyebilirsiniz ama emin olun öyle değil ,keşke öyle olsaydı.İşte böyle bir kurgu var filmde.
Hele ki anlatmak istediği konular... Gerçekten bir şeyler anlatmak istemiş fakat bu düşünceleri öyle bir vermiş ki sanki 5 tane mini dizi hatta trt belgeseli izlemiş gibi hissettim kendimi. Sabah programlarında çocuğa anlatır gibi tane tane. "Bak bu adamlar eeh, bunlar cici" "Bak bir de böyle düşünceler böyle insanlar var, ama bunların konumuzla bir ilgisi yok!" Mahsun gerçekten de bu işi kıvıramıyor. Yani film bittikten sonra hiç baştan sona oturup izlememiş gibi. Çoğunluk'ta ise işte bu olayın tam tersini görmekteyiz.Biri insanın gözünü çıkarıyor, diğeri gözünü açıyor.
Ayrıca Amerika'da çekilen sahnelerin filmle ne ilgisi olduğunu anlayabilen beri gelsin.Yani "Bak biz büyüdük Amerikalarda bile film çekebiliyoruz, oluyo yani parayı verince!" demek içinse eyvallah! Ama filmde anlatmak istediğin birşeyi anlatmak istemişssen olmamış, yapamamışsın, kalsiyumu potasyumu eksik. " Acaba okyanus ötesinden birilerini mi anlatmak istiyor onu mu eleştiriyor ya da onu mu övüyor " demek istiyoruz ama diyemiyoruz. Çünkü elimizde hiç bir şey yok. (sadece saç şekli var :)
Filmin konusundan bahsetmek de istemiyorum ama radikal islami terörist bir grubun liderine bir kaç dini bilgi verererk başını öne eğdirten, bu terör örgütlerinin arkasındaki büyük silah pazarını ve bütün bir siyasi konjünktörü göz ardı etmemizi sağlayan ve sanki her şeyin bu kadar basit şeyleri bilmemekten kaynaklandığını ve cahillik olmasa herkes kardeş kardeş oynar ki gibi bir düşünceyi çocuk oyunu gibi anlatan Haluk Bilginer abimizin canlandırdığı Hacı karakterine ve bu sahneyi yazan ve yöneten "Lo Lo Mahsun" a teşekkürü bir borç bilirim.
Bir de işin oyunculuk kısmı var ki zaten eğreti Mahsun un yanında bir de Mustafa sandal'ı sanki kendisi hiç Mustafa Sandal olmamış hiç " bize gidelim beyler" hayatı yaşamamış gibi görmek hem garip oluyor hem komik oluyor.
Eleştirmediğim , itin götüne sokmadığım bir-iki yer kalmıştı o da görüntüleri ve filmin ismi. Onları da iki dakkada halledivereyim hemen. Görüntü konusunda Mahsun a pay çıkarmak ancak maddi bazda olabilir. Bastırmış parayı getirmiş adamı.Görüntü yönetmeni John de Borman ' a sevgiler.Filmin ismi ise en gereksiz ve izleyici en çok kandıran şey galiba. Bunu söyleyince büyüsü kaçıcak ama Mahsun ve Haluk Bilginer'in oynadığı karakterler Bitlis li. O yüzden filmin ismi beş minare. Başka da hiç bir geyiği metaforu cartı curtu yok.
Yani anlayacağınız kopuk,anlatmak istediğini komik ve göze batan bir şekilde anlatan, Amerika ve silah sahnelerine ve Amerikalı aktör kardeşlerimize gereksiz yere para akıtan,reklamı bol,kendisi dar,gömleği geniş bir filmle karşı karşıyayız. Sakın para falan vermeyin. İlla izlemek istiyorsanız , ya da kötü filme bir ölçüt arıyorsanız interneti bekleyin hatta DC ye bi düşssün ben size ulaştırırım.
Not: Zaten filmin kötü olduğunu Taha Akyol un milliyetteki yazısını okuyanlar hemen anlayacaktır. Zira kendileri beğenmiş! E daha fazla yoruma mahal vermiyor zat-ı alileri.
11 Kasım 2010 Perşembe
Nostradamus
- Hayrola Nostradamus daldın?
5 Kasım 2010 Cuma
November 5
29 Ekim 2010 Cuma
Bir Kutu Çikolata - 6
27 Ekim 2010 Çarşamba
Nba'de Yeni Sezon
25 Ekim 2010 Pazartesi
Müzik Köşesi-44
Eskiden haftanın müzik listesi olarak geçen bu seriyi artık müzik köşesi olarak değiştirsek daha güzel olur diye düşündüm. Zira en son listeyi yaptığımızda tarih 9 şubat'mış. Bir yıla yakın olmuş nerdeyse, yazık bize. Neyse listeye geçeyim, bundan sonra da haftadan haftaya yapma baskısı olmasın üzerimizde.
Pala Remzi
17 Ekim 2010 Pazar
15 Ekim 2010 Cuma
Jackie Earle Haley
Come on Lords!
17 Eylül 2010 Cuma
Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-28
Şimdi burada haftanın filmi yazıyor ama "yılın filmi" falan da desek yalan olmaz herhalde.(kaç hafta geçmiş lan aradan?) Neyse gelenek bozulmasın: Bu haftanın filmi Motosiklet Günlükleri!
Politikayla ilgilenen ilgilenmeyen, küçük,büyük,ihtiyar,kızlar,delikanlılar ve sevimli çocuklar (oha kandemir konduk! s.kmişsin bilinçaltımı, ezberden okudum lan!) neyse hemen herkesin ismini en azından bir kez duyduğu bir kişiliktir : Che Guevera
İşte bu film de şimdiye kadar sayısısız t-shirt e malzeme olan,milyonlarca kişiyi etkilemiş Che Guevera'nın değil, tıp öğrencisi Ernesto nun hayatını anlatıyor.
Ernesto ve Biyokimyacı arkadaşı Alberto'nun kötü bir motosikletle yapacakları 8000 km lik Latin Amerika turunu konu alan enfes bir "yol" filmi Motosiklet Günlükleri. 1952 yılında geçen film aynı zamanda dönemin Latin Amerika'sına ayna tutuyor ve Ernesto'nun kendi iç yolculuğunu,siyasi görüşlerini nasıl kazandığını, kısaca nasıl "Che" olduğunu insanın gözüne sokmadan üstü kapalı bir biçimde anlatıyor. Filmin mizahi yönü de hem zekice hem de bu tarz dramaların keyfini artıracak cinsten.
Filmin bu kadar etkileyici olmasında Alberto rolünde izlediğimiz Rodrigo de la Serna 'nın ve tabi ki Ernesto rolündeki Gael Garcia Bernal'in muhteşem oyunculuklarının payı büyük. Zaten Garcia Bernal, her zaman izlenmesi keyifli bir oyuncu olmuştur.
Filmin bence bir diğer artısı da İspanyolca olması. Hem bölgenin dili olması hem de oyuncuların performansını artırması açısından önemli bir hamle .
Eğer benim gibi uzun bir yolculuktan gelip de bu filmi izlediyseniz filmin etkisi son derece sarsıcı ve uzun süreli olabilir.Film size "Yolda" olmanın,düşüncesinin bile, ne kadar etkileyici olduğunu anlatacak. Şimdiden iyi seyirler..
16 Eylül 2010 Perşembe
Nooooooooo!
RTE Anadolu'nun sen yüce bir dağısın!
Tayyip Tayyip üstüne kurdum Erdoğan'ı!
Re Teyli tala tula da tambırleyli Tayyip!
Ve son olarak:
Birruh! Birdem! nefdik ya Tayyip!
Dip not: Bu post taki olaylar ve kişiler tamamen
hayal ürünüdür. Ya da... nihahaha (kötü adam gülüşü ama çizgi filmlerde olanlarından)
Bütün bir post için( bkz. Eric Fromm- Sahip Olmak ya da Olmak - kavramlar: "Boş Zaman Pasivitesi" )
Crticker!
sigarayaniklari yazdı bir kez de ben buradan söyleyeyim. Bu criticker olayını ben çok tuttum. Bir ara facebook uygulaması olarak kullanılmak istenmişti aynı sistem, fakat başarısız olmuştu. Bu kez hem veri tabanı olarak hem de uygulama genişliği ve kolaylığı olarak çok üst düzey bir oluşum olarak karşımıza çıkıyor. İsteyen beni de ekleyebilir. nickim aynı : ksp.
15 Eylül 2010 Çarşamba
Kara Tarih: 12 Eylül
1980 yılının 12 Eylül sabahının ilk ışıklarıyla birlikte Türkiye karanlık bir sürece ilk adımını attı. Kenan Evren bildiriyi okurken ben daha toprakta mineraldim. Fakat o bildiri bütün bir hayatımı etklileyecek bambaşka bir insan olarak büyüyecektim.Fakat bu tarihin bizim için bu kadar karanlık olmasının sebebi bu değil.
Bundan tam 9 yıl ve 1 gün önce ABD de yaşanan terör olayları ABD halkının görüşlerini ve tutumunu baştan aşağı değiştirdi.Bu saldırı sonrası Irak ve Afganistan da bulunan milyonlarca kişinin hayatı geri döndürülemmez biçimde değişti.Fakat karanlığın sebebi bu da değil.
Ve 12 Eylül 2010: Önce tarihimizde ilk kez, belki de son kez, çıktığımız Dünya Şampiyonluğu finalini kaybettik. İnsanlar başarı dedi fakat belki de bir daha asla yakalayamayacağımız bir ortamı ve bir fırsatı teptik.
Ardından referandum sonuçlarının RTE'yi tartışmasız bir konuma getirdiği ve belki de "diktatörlüğünün" başlangıcı olacak başkanlık sisteminin önünü açtığı için 12 eylül yine karanlık bir gün olarak ilan edildi.
Fakat bunların hiçbirinin önemi yok. Bugün karanlık bir gün dostlarım. Çünkü bugün , tam da bugün, "spicoli" den bir tek klavye tıkırtısı dahi duymayalı tam 1 yıl oldu. Evet 1 yıl boyunca ne "ekoseler geri döndü" ne " notlar " geldi festivallerden. Ne bir ses ne bir tık! Yoksa banane kılıçdar dan referandumdan!
Arada gölgesini hissettik.Fakat tatmin etmedi bizi. Belki de unuttu . Kaan Sezyum'un babası! daha çekici geldi ona . Parlak ışıklar kör etti gözünü. Aldandı . Tutsağı oldu hedonizmin!
Özlemedik mi?! Özledik. Sedürt'le oturup "olm blogtan atalım lan!" diye tartışmadık mı?! tartıştık. Fakat yine de atmadık. (Fırsat olmadı lan. Üşendik.) Bekledik. Bekliyoruz. Ekim 'de dönücem yazmış. Buradan son bir kez sesleniyorum:
"Gelirsen Ekim'e, gelmezsen..., bekleriz :P"
Not: Sen yine de gel lan, bak ekoselerin boynu bükük...
1 Eylül 2010 Çarşamba
30 Ağustos 2010 Pazartesi
Moraller Gayet İyi!
Coştum artık bir kere beni durduramazsınız! Yok lan şaka şaka okullar başlayınca durulurum.Hatta hiç yazmam merak etmeyin.( İç ses: -Savcı zaten okuyan yok sen kime dert anlatıyon , Ben : -Sıs lan! )
Sonuç olarak bugün Rusya'yı da yendik.Açıkçası maçtan önce bende bir korku vardı. Rusya'nın sert savunması bizi yıldıracak ve geleceğe yönelik ümitlerimizi de baltalayacak diyordum. Tam tersi oldu, bizim savunmamız karşısında Rusların kötü hücum gücü iyice bocaladı ve skor üstünlüğünü aldık. Fakat bu sefer de paranoyak bünyemi başka bir korku saldı : Polonya 2009!
Hatırlarsanız orada da grup maçlarında süper maçlar çıkarmış hatta turnuvada daha sonra şampiyon olacak olan İspanya'yı ve onun finaldeki rakibi Sırbistan'ı yenmiştik. Fakat ikinci turda en pis, en kötü ,en sevmediğim takımla eşleşmiştik. Bize en ters gelen sistemi, iyi ve uzun guardlarıyla Yunanistan'a kılpayı boyun eğmiş ve turnuvaya veda etmiştik.Şimdi rakip yine Yunanistan.
Bizim bu gruptan lider çıkmamız gerçekten çok önemli. Çünkü lider çıkarsak çok büyük bir ihtimalle bir sonraki turda Kanada-Yeni Zellanda- Lübnan üçlüsünden biriyle karşılaşacağız ve Çeyrekte ABD ya da Arjantin den de kaçmış olacağız. Öte yandan liderliği kaçırır 4., 3. hatta 2. bile olsak bir sonraki turda İspanya-Fransa-Litvanya üçlüsünden biri gelecek ve bir erken veda çok muhtemel görünüyor. Hasbelkader bir şekilde bu turu geçsek bile çeyrekte ABD nin kucağına düşeceğiz. Yani anlayacağınız bir sonraki Yunanistan maçı bizim için en az final maçı kadar önemli çünkü bütün turnuva geleceğimizi belirleyecek. Bakalım bu sefer şeytanın bacağını kırabilecek miyiz? Seyirci desteği basketbolda inanılmaz etkili bir faktör. Ben Milli takımı hiç olmadığı kadar şanslı görüyorum Yunanistan karşısında. (bkz. Murat Kosova: Tsakalidis'i denize döktü! :P)
Ney ney?
"yagmur oglum!
bugun tam bir bucuk yasindasin. vasiyetnameyi bitirdim, kapatiyorum. sana bir resmimi yadigar olarak birakiyorum. ogutlerimi tut, iyi bir turk ol.
komunizm bize dusman bir meslektir. bunu iyi belle. yahudiler butun milletlerin gizli dusmanidir. ruslar, cinliler, acemler, yunanlilar tarihi dusmanlarimizdir.
bulgarlar, almanlar, italyanlar, ingilizler, fransizlar, araplar, sirplar, hirvatlar, ispanyollar, portekizliler, romenler yeni dusmanlarimizdir.
japonlar, afganlilar ve amerikalilar yarinki dusmanlarimizdir.
ermeniler, kurtler, cerkezler, abazalar, bosnaklar, arnavutlar, pomaklar, lazlar, lezgiler, gurculer, cecenler icer(de)ki dusmanlarimizdir.
bu kadar cok dusmanla carpismak icin iyi hazirlanmali.
tanri yardimcin olsun!
nihal atsiz
4 mayis 1941 "
Vay ben cahil kalaydım da böyle bir adamın varlığından haberim olmayaydı.Atsızcıları da duymayaydım. Ama öğrenme isteğim maalesef yine bana ihanet etti ve bunları okumak zorunda kaldım. Açıkçası bu tiplerin varlığından haberdar olmamak elde değil de ben asıl nasıl bir çatı altında toplandıklarını merak ediyordum.Amele forumlarında sağda solda görünen çapulcu tipler zannediyordum. Meğersem baya baya oluşumları varmış.Öğrenmiş olduk yine de. Arada neşe kaynağımız olsun.Moralimiz falan çok bozuk olduğunda ya da hayatta kendimizi başarısız hissettiğimizde ya da statümüzden endişe duyduğumuzda bunları okur kendimize geliriz. Halimize şükrederiz. Ulan gece gece siz beni güldürdünüz Allah da sizi güldürsün. Tanımak isteyenler buyrun buradan
KPSS İstatistikleri!
29 Ağustos 2010 Pazar
28 Ağustos 2010 Cumartesi
Sıçtın Be!
Türkiye'nin en güvenilir! kurumlarından biriydi ÖSYM sözde. Bu KPSS olayıyla tamamen dibi gördüler. Şimdi kimi kesim "Tekrar edilsin!" diyor haliyle. E diyelim edildi, kopya çekmeyen iyi puanlıların suçu ne? Ondan daha büyük skandalı ise Eylül'de okulların başlayacak olması fakat hala öğretmen atamalarının gerçekleşememesi! sadece öğretmenler değil tabi ki devletin bütün kurumlarında kadrolar boş kalacak işler aksayacak, tekrar sınav yapılacak onun maliyeti olacak külliyen zarar, çok büyük skandal!
Bir de bu kopyayı çekenler var! Araştırılınca şüpheler hep aynı noktada çakışıyor. O kesimin ise hiç sesi soluğu çıkmıyor. Şaibe yoktur zaten diyemiyolar da çıt çıkarmıyorlar be abi! "Sus, sus çaktırma unutulur belki" mi diyorlar acaba? Gitsen sorsan kendilerine büyük ihtimal vicdanları rahattır. Çünkü bunlar o kadar iğrenç insanlar ki kendilerine o kadar iğrenç bir mantık kurmuşlar ki sözde "ulvi" amaçları için böyle "küçük" ayrımcılıkların gayet mübah olduklarını düşünüyorlardır varsan baksan.
Eskiden beri belirli cemaatler bu işleri yapar ya da yapmaya çalışırdı. Herkes adamını kayırırdı yani. Ama bu işler bayağı uğraştırırdı ve yine de gizli kapaklı yapılan işlerdi. Şimdi insanın gözünü çıkarıyorlar bir de üstüne tükürüyorlar! Bu ülkenin insanları yapıyor bunu! İşte o insanlar,sizden gerçekten iğreniyorum...
26 Ağustos 2010 Perşembe
Les Grandes Equipes
Bursa şampiyonlar ligindeki tek temsilcimiz. Bugün de kuraları çekiliyor. Açıkçası ben epey heyecanlıyım.sonuçta İstanbul dışında bir yerde ilk kez en az 3 şamp. ligi maçı oynanacak. Peki grubu ne olacak? Bursa'ya Messi mi gelecek yoksa Çağdaş Atan mı!
Torbalar şu şekil :
1. TORBA
Inter (ITA)
FC Barcelona (ISP)
Manchester United (ING)
Chelsea (ING)
Arsenal (ING)
Bayern Münih (ING)
AC Milan (ITA)
Olympique Lyon (FRA)
2. TORBA
Werder Bremen (ALM)
Real Madrid (ISP)
AS Roma (ITA)
Shakhtar Donetsk (UKR)
Benfica (POR)
Valencia (ISP)
Olymp. Marsilya (FRA)
Panathinaikos (YUN)
3. TORBA
Tottenham Hotspur (ING)
Glasgow Rangers (ISK)
Ajax (HOL)
Schalke 04 (ALM)
FC Basel (ISV)
Sporting Braga (POR)
FC Kopenhag (DEN)
Spartak Moskova (RUS)
4.TORBA
Hapoel Tel-Aviv (ISR)
MSK Zilina (SLO)
FC Twente (HOL)
Auxerre (FRA)
Rubin Kazan (RUS)
CFR Cluj (ROM)
Partizan Belgrade (SRB)
Bursaspor (TUR)
Benim grup tahminim ise : Chealsea-Valencia-Ajax-Bursa
Bence bu ton çok kötü değil tabi ki gönül ister Lyon- Pana- Kobhenag-Bursa fakat kaderde İnter-Real Madrid-Tottenham-Bursa da olabilir. Yarın büyük bir gün olacak...
25 Ağustos 2010 Çarşamba
Büyüğümsün!
24 Ağustos 2010 Salı
Maksim Bir Delioğlan
11 Ağustos 2010 Çarşamba
7 Ağustos 2010 Cumartesi
31 Temmuz 2010 Cumartesi
26 Haziran 2010 Cumartesi
Haziran Sayısının Kapak Kızı Gene BEN!
Aslında takipçi sayımız 100 e ulaşınca bir yazı yazayım, atayım tutayım diyordum ama uzun süre 99 giden sayı bugün 98'e düşünce , kapıldığım umutsuzluk hezeyanından bu satırlar çıktı ortaya...
Yok yok açıkçası 100 e 98 e pek bakmıyorum. Canım yazmak istedi sadece.
İlk gündem ; isner-mahut maçı .Rekor falan bunlar güzel şeyler de asıl üzüldüğüm nokta birisinin 1. turda isner in de bugün 2. turda set alamadan elenmesi. Ulan madem niye kastınız o kadar! İsner çiftler maçından da çekilmiş. Programı da bozdunuz. Ancak ileride Kim 500 Milyar İster 'de 16 Milyarlık soru olursunuz. Onu da Murat Bardakçı gibi bi herife denk gelirsiniz herifi 16 milyardan da edersiniz. En azından şu Dünya Kupası'na bir alternatif oldu bu Wimbledon yoksa durumlar çok kötü.
Gelelim Dünya Kupası'na: Maçlar çok sıkıcı geçse de izlemekten kendimi alamıyorum.Hele son maçlar iyice çığrından çıkarttı olayı. Kaleye gitmemeler üstüne gelmemeler... Ömer Üründül bile "enteresan" diyemedi o derece. Neyse ki Perşembe Aşk-ı Memnu vardı da ne Üründül gördüm ne vuvuzela.
"Oha lan Aşk-ı Memnu mu izledin!?" diyeni terlikle dövücem artık. Yüzde 73 oran çıkmış lan reytinglerde! Twitter da en meşhur ikinci konu olmuş. Muhafazakar demokrat ülkeme bak sen!
Muhafazakar deyince geçen gün yolda muhafazakar güvercin gördüm. İki tane güvercin telin üstünde "aşk yapıyordu". İktidar yanlısı ince bıyıklı(tam göremedim ama sanki var gibiydi lan ince bıyık, cidden bak) 3. bir güvercin hızlı hızlı gelip resmen bunları kovaladı. Bildiğin kovaladı ya garipleri... Ben adam toplayıp linç etmediklerine şükrettim gerçi.
Son olarak , 100. takipçiye sürpriz hediyeler olduğunu buradan açıklamak isterdim ama , maalesef ancak hurma veriyoruz. Kendisine afiyet olsun(Tabi günün birinde ulaşırsak o sayıya, bak bunu hiç düşünmemiştim)
5 Mayıs 2010 Çarşamba
20 Nisan 2010 Salı
Paylaşmak İstedim - 14
Sınavların bitmesiyle memleket hasreti doldu yine içime. Gidip görmek, çeşmeden sularını içmek, anamın babamın elini öpmek, kuzuların melemesini(kuzu mu!) dinlemek farz oldu. Böyle pastoral bir giriş yaptığıma bakmayın aslında tam tersi şeylerden bahsedeceğim.
Dönüş yolu biraz çetrefilliydi. TCDD nin yol bakım çalışmalarından dolayı Eskişehir'e kadar otobüsle gelmeye çalıştık.Çalıştık diyorum çünkü otobüsümüz Eskişehir'in girişinde bozuldu. Aslında ben tam o anda muavinden "Bundan sonrasına katırlarla devam edeceğiz " esprisi bekliyordum ama yapmadı. İnsanlar gerildi, kimileri otobüsün tamir olmasını beklemeden taksi çağırıp kendi imkanlarıyla trene yetişmek istedi. Ben bekledim. Hem taksiye para vermemek hem de herhangi bir aksaklık sonunda cingar çıkartmak istiyordum.Sonra nasıl olduysa şöförle muavin bir şekilde otobüsü tamir ettiler de , Yüksek Hızlı Tren'imize ulaşabildik.
Sanki bir yarım saat önce otobüsü bozulan rezil topluluğun bir üyesi değilmişim gibi YHT nin içine girince kendimi bir anda metropol insanı gibi hissetmeye başladım. Buram buram teknoloji kokuyordu içerisi. Evet belki ben "economy" tarafındaydım,fakirdim, fakat içinde "Business" bölümü barındıran bir aracın içerisindeydim ve bu da bana yetiyordu. Mutluydum.
Hemen oturup kulaklıklarımı taktım, çalan Fransızca şarkı beni iyice havaya sokmuştu. Şöyle etrafı kolaçan edince sağımda akademisyen olduğunu zannettiğim bir kadının tam göremesem de yabancı dilde bir dergi okurken buldum. Onun önündeki adam laptopunu açmış işlerini hallediyor, benim önümdeki şık giyimli çift ise gazetlerini(Washington Post ya da New York Times tarzı gazetler)açmış, okuyorlar. O anda gözüm YHT nin monitörüne takılıyor.Ekranda 250,6 km/h yazısını görüyorum. Camdan dışarı bakıyorum. Önümden büyük bir hızla akan modern tarıma elverişli tarlaları izlerken yüzüme o metropol insanının tebessümünü takınıyor ve kendi kendime "İşte!" diyorum.
İşte! tam bu anda burnuma çok kötü ve tanıdık bir koku geliyor. Kokuyu duyar duymaz sarsılıyorum.Hatırlıyorum bu kokuyu.Eski günlerden,eski kötü karanlık günlerden.Derinlerden bulup çıkarıyorum nereden olduğunu : Karesi Ekspresinden! Dönüp arkama baktığımda bir de ne göreyim ! Her tren yolculuğunda yumurta ve domates yiyen yaşlı çift de burada! Tam arkamda bitmişler. Kaçamamışım.Kaçmam da mümkün değil zaten!
Kafamı sağa çevirdiğimde akademisyen tipli kadının aslında normal bir ev kadını görüntüsünde olduğunu ve okuduğu derginin de yabancı dilde falan değil bildiğin TCDD nin bastığı "Railway" gibi bir ismi olan saçma dergi olduğunu farkediyorum. Hemen önündeki laptoplu adam ise işlerini halletmek ,maillerine bakmak şöyle dursun bildiğin "solitare" oynuyor. Önümdeki şık çift ise şık falan değil. Hatta epey rüküş diyebiliriz. Gazetlere gelince; adamın elinde kocaman bir "Bilica" kafası kadında ise Sabah'ın "Günaydın" eki. Son bir umut olarak kafamı cama çeviriyorum. Ne tarla var ne tarım. İşte o anda kulaklıktaki şarkı da değişiyor. Audioslave söylüyor :
"Be yourself!"
15 Nisan 2010 Perşembe
Holy Mother of God!!
Polis, olaya el koydu ve aygırın sahibini bulmak için çalışma başlattı. İnciraltı Atlı Spor Tesisleri'nin sahibi Mustafa Akın, en az 100 bin lira zararı olduğunu belirterek, "Doğacak atlar safkan olmayacak. Kızımın doğacak taylarının babaların soyu beli olmayacağı için kimlik çıkaramayacağım" dedi.
5 AT İLE İLİŞKİYE GİRDİ
İlginç olay, İnciraltı semtinde, İnciraltı Atlı Spor Tesisleri'nde meydana geldi. Çiftçilik yapanların da bulunduğu bölgede, bağlı olduğu yerden ipini koparan binek atı bir aygır, Atlı Spor Tesisleri'ne gelip çiti yıkarak, dişi atların bulunduğu bölümü girdi. Çapkın aygır, aralarında Türkiye'deki yarışlarda koşan şampiyon İngiliz atı Dinyeper'in yavrusu olan Happy Girl'in de bulunduğu beş kısrakla çiftleşti. Sabah saatlerinde tesise gelen 33 yaşındaki Mustafa Akın, gördüğü manzara karşısında şok oldu. Akın'ın haber vermesi üzerine polis, çapkın aygırın sahibini bulmak için çalışma başlattı.
"YORGUN DÜŞÜNCE DIŞARIYA ÇIKARDIK"
Çapkın aygırın gece yarısı atlarımın bulunduğu arazideki çiftleri yıkırak içeriye girip, 5 atımla da ilişkiye girdiğini belirten Mustafa Akın, "Sabah geldiğimde çiftleşmeye devam ediyordu. Güçlükle ayırmaya çalıştım ama bana karşı koydu. Ancak öğlen saatlerinde yorgun düşünce üç arkadaşla birlikte dışarıya çıkarmayı başardık" dedi.
"YAVRULARA KİMLİK ÇIKARTAMAYACAĞIM"
İncirlatı Atlı Spor Kulubü'nün açılışını yapmayı büyük bir heyecanla beklerken, sorumsuz bir at sahibinin bunu kendisine zehir ettiğini dile getiren Mustafa Akın, atın sahibinin bulunması durumunda kendisinde şikayetçi olacağını ve 300 bin lira tazminat davası açacağını belirtti. Bu aygırın bütün hayallerini alt üst ettiğini belirten Akın, "Aygırın çiftleştiği atlar arasında önümüzdeki günlerde yarışlarda koşturmaya hazırladığımız ve büyük umutlar beslediğimiz Happy Girl de bulunuyordu. Bu attın soyunun safkanlığını da bozdu. Çiftleşmeden dolayı doğacak tayların hiçbirine kimlik çıkatamayacağım. Çünkü doğacak tayların babaların soyu beli olamayacak" dedi. Hipodromdan veterinerler gelip DNA testi yapacaklarını belirten Mustafa Akın, "Olumsuz rapor verilmesi halinde atımın yarış hayatı bitirebilir" dedi.
TEK ÇİFTLEŞMEDE AT GEBE KALABİLİR
Veteriner Hekim Kadir Keser, atların tek çiftleşmede hamile kalabileceğini belirterek, "Bunun garantisi yok. Ancak bir çiftleşmede atlar hamile kalabileceği gibi 10 çiftleşme sonucunda da hamile kalmayabilir. Bunun için bir sey söylemek zor" dedi.
Dip Not: Üzülerek belirtmeliyim ki zaytung haberi değil.
Dip Not 2: Atlardan birinin adı "Happy Girl" imiş. Yorum Cüneyt Özdemir'den geldi: " Acaba hala öyle mi?"
12 Nisan 2010 Pazartesi
Yazı-Yorum= Yazıyorum
Evet dostlar. gördüğünüz gibi dibi gördük. An itibariyle bittik galiba. Burası artık eski şaşalı! günlerinden(hangi şaşa diyenleri duyuyorum vardı bi ara öyle günler şimdi, kabul edin) çok uzakta, kelime esprisi ve açıklamasıyla başlık atılabilen bir blog haline geldi. Dünya için küçük ,bizim için.. aslında bizim için de çok da büyük kayıp olmadı. Yani pek etkilenmedik. Başlarda heyecanlıydık. "Kaç yorum alıcak beğenilecek mi?" Sonradan tırt olduğumuzu anlayınca , çoktan "gönder gelsin" e dönmüştük. Neyse ben aslında başka şeylerden bahsedecektim
Bugün ilk sınavlar bitti. Evet yanlış duymadınız 2 haftada sadece 6 sınava girerek 3 ün 2 sinin ilk sınavlarını bitirebilirsiniz.Hatta hemen ararsanız sınavların yanında süpriz quizlere de hediyemiz. O değil de daha önümüzde bunların 2. sınavları bi de finalleri var ki eyvah eyvah. Neyse hallolur.Beklersek olur.Belki olur.
Bir de bu aralar bölüme bulaştırdığım bir virüs sayesinde her sınavdan sonra topluca band hero ya gidiyoruz. Fakat çaldığımız yer o kadar saçma ki, iki TV yan yana bir tarafta adamlar nothing else matters girişini ağlatmaya çalışırken diğer tarafta benim boru gibi sesimin "sörçiiiiiiin, sik end distroy!"(böyle yazınca da ayıp oldu biraz ama) diye inlemesi bütün sinirleri geriyor. Sürekli iki taraf birbirinin sesini kısması için mekandaki görevliye gidiyor. Bu döngü sonucu iki tarafın da sesi tamamen kısılıyor ve oyun sadece gelen butonlara basmaya dönüşüyor.(zaten o değil mi diyenler görüyorum, yapmayın!)Bi de bu aralar başka bir derdim daha var dostlarım. Benim çok eski bir telefonum var(2005 in En İyi Telefonu -Samsung D500) Yani 2005 deyince o kadar eski gelmeyebilir ama sonuçta elektronik dünyasında yıllar "e" üzeri şeklinde gider. Yani e yaklaşık 2.7182.. gibi bir şeyse benim telefon tam 148 yıllık. E haliyle deforme oldu. Bir de beni bilen bilir elektronik alete karşı biraz kabayım.Kendisine yüklü para verdiğimden ,artık onun efendisi olduğumu gösterme isteği kaplıyor içimi, hor kullanıyorum. Sonuç olarak artık sadece aşağıdaki fotoda olduğu gibi şarj olabiliyor.Resmen her şarj girişimimde bantlarla düzenek kuruyorum. Bütün bunların üstüne bir de "ma cherié" ye IPHONE alındığı haberi gelince, tek kelimeyle yıkıldım. Hayır dostlarım kıskançlık değil bu,(biraz gıpta desek yerinde olur gene de) sadece erik gibi kütür kütür ayfon ortaya çıkınca benim telefon bu acıya daha fazla dayanamayıp infilak edecek diye korkuyorum.Acaba şu fotoyu samsung a yollasam bana acıyıp yeni bi telefon yollarlar mı? Bence yollarlar.
Ayrıca iphone alsam,ya da daha doğrusu alınsa, bu kez de ben kullanamıcam. Çünkü beni yine bilen bilir, benim parmaklar dolma gibi,maşallah. E hal böyleyken o iphone un dokunmatik olayına giremiyorum.Bi kaç kere arkadaştan nete girecek oldum, bi google yazana dek ne terler döktüm anlatamam.G den başka her harf çıktı gözünün yağını sevdiğim ekranında. Yok yok benim telefon iyi gene tuşlar basmıyo falan ama yine de konuşabiliyosun cayır cayır.
Bi de bu yaşlı insanlara alınan (torunları ya da çocukları tarafından) cep telefonları var ya. Hah işte beni en çok hüzne boğan elektronik eşya türü o telefonlardır. Çünkü telefon bütün gücüyle Mozart'tan Ala Turca yı çınlata çınlata çalsa da genelde yaşlı tarafından duyulamaz. Duyulsa bile bir türlü doğru "yeşil" tuş bulunup basılamaz. Yaşlının karar vermesini bekleyemeden biten çağrı sonucu yaşlıdaki çöküntü ve "aha gitti", "açamadım" bakışı başka bir yazının konusu olsun. Ayrıca bu telefonlar genelde Nokia nın dev 5110 3310 gibi bol bataryalı az masraflı mütevazi modellerindendir fakat , maalesef, telefon evde sürekli bataryada tutulduğundan kendi kendin yer ve zırt pırt kapanmasıyla meşhurdur. Telefondaki bir başka hüzün kaynağı ise Mesaj bölümüdür. Hiç bir yaşlı telefonunda bu bölüm kullanılmaz.Yeni Mesaj yazan yere ancak arada sırada eve uğrayan torunlar tarafınan girilmiştir. İşin daha vahim boyutu ise gelen kutusudur. Gelen kutusu hep ağzına kadar doludur(ki içeriğini genellikle bayram,kandil ve Ykm bilmem ne indirim mesajları oluşturur.) ve hiç bir mesaj okunmamıştır. Arada tek tük okunan olmuşsa bile hiç bir şekilde silinmemiştir. Bu telefonun hem yaşlıya hem kendine tek hayrı arada bir gittiği 50 mt ötesindeki komşuda çalması ve büyük bir şansla açılması sonucu komşuların yanında torunla konuşabilme havasının atılabilmesidir.O da denk gelirse.
Yazının sonunda buradan beni seven herkese şöyle sesleniyorum:
kolumda üç beş jilet yarası
kalbimde aşk yarası
beynimde yılların anısı
seveydin nolurdu be canısı!
ODTÜ den Yaralı Stayla... yo yo . (Apaçi forevır)
6 Mart 2010 Cumartesi
Ben Yazmazsam Olmaz: Oscar 2010
Oscar tahmini için epey geç kaldık.Evet bu noktadan sonra yapılacak tahminler için tüyo aldığımız bile düşünülebilir.(hoş hiç biri tutmayınca gerçek anlaşılacaktır) İşte belli başlı kategorilerde 2010 Oscar ları (bence tabi)
İlk olarak En İyi Film:
Bu sene 10 Aday var. İlk aşamada Up, Up In The Air, A Serious Man, Blind Side ve District 9 ı eleyerek adayları 5 e indiriyorum.
Up animasyon furyasında ne çeksek izliyolar diye hazırlanmış bir film değil fakat Oscar adaylığı:Orada durun sayın abim!
Up in The Air; ilginç bir konuyu ele almaya çalışmış gibi görünse de aslında alamamış. Daha doğrusu işin bir boyutunu gösterip asıl büyük resmi saklayan Holywood yapımlarından. Film maalesef belirli klişelerden kurtulamamış. O yüzden ilk elenenler arasında.
Blind Side ise; konusunun gerçek bir öyküye dayanıyor olması ilginç gelse de Holywood bu tarz kötü muhitten yetenekli saf çocuk ve ona yardım eden insanlar temasını milyon kez işledi. Buradaki tek fark ,yardım edenlerin üst sınıf bir beyaz hristiyan ailesi olmasıysa evet çok farklı!
District 9 ise gerçekten farklı bir konuyu ele alıyor: Uzaylılar! Yok bu konuda ciddiyim , çünkü ilk olarak gemi New York a ya da California ya gelmiyor. Johannesburger e Güney Afrika'ya inmesi bile işin boyutunu tamamen değiştiriyor. Ve uzaylılar Dünya yı işgal edip bizi esir almıyor, biz uzaylıları toplama kampına yerleştiriyoruz. Bütün bunlar gerçekten çok iyi de ah o sondaki Holywood hamaseti! Alamıyorsunuz di mi kendinizi o eski günlerinizden!
Gelelim The Hurt Locker'a. Neyin tantanası bu anlamadım. Irak savaşıyla ilgili vardı zaten daha iyi filmleriniz. In the Valley of Elah vardı mesela ne bileyim.Öncelikle filmde anlatılmak istenen ne? biri bana söylerse sevinicem gerçekten. Askerlerin duyguları desen; yetersiz. Bomba imha görüntüelri mi? Öğrendiğim kadarıyla kolpaymış.Yani ABD Irak'ta öyle şeyler yapmıyormuş.E film ne Amerikan Propagandası yapıyor ne Savaş Karşıtlığı. E o zaman niye çektin bu filmi sevgili Kathryn.?! Sırf eski kocana gıcıklık olsun diye mi? Eğer amacın sadece deneysellikse evet ulaşmışssın.
Gelelim eski kocasına ve asıl meselemize: And the Oscar goes to .. kısmı. The Basterds çok iyiydi. Kimileri beğenmedi burun kıvırdı falan ama gerçekten güçlü bir filmdi.Özellikle 3 farklı dil kullanılması filmi güçlü kılan etmenlerdendi. Fakat Akademi Tarantino ya bu onuru bir kez daha verir mi? Hiç beklemesin derim.Bu sene Oscar Avatar'a gider. Gitmeli de zaten.Evet film laçka oldu farkındayım.Fakat popülaritesi kalitesinin önüne geçse bile Akademi bunu göz ardı edecektir ve devrim denen bu sinema olayını mutlaka ödüllendirecektir diyorum. Yani cevabım Avatar.
Yönetmene gelirsek, çabuk geçicem burayı. Çünkü bir filmi iyi ya da kötü yapan bir çok etmen olsa da asıl olay ve pastanın en büyük dilimi yönetmene aittir. Bu da şu demek.En İyi Film = En İyi Yönetmen. Bence tabi. Tebrikler James Cameroon (Akademi de bunun farkında ki son 20 yılda sadece 4 kez En iyi film ve yönetmen ödülleri paralellik göstermemiş)
Gelelim oyunculara:
En İyi Yardımcı Erkek: Tartışmaya hiç yer bırakmayan performansıyla : Christoph Waltz. Bu sene en garanti tahmin kesinlikle odur.
En İyi Yardımcı Kadın: Up in The Air in 2 kadınının da alamayacağını düşünüyorum.Hoş Amrikanlar filme daha bir sempatiyle yaklaşabilirler sonuçta onların yaşam tarzına cuk oturan bir film.Ve o filmin oyuncuları da ödüllendirilebilirler.Ama bence yanlış olur. Penolepe desen daha geçen sene aldı, her sene her sene vermezler, Oscar o kadar da yağlı kapı değil. Mo'nique geçen sene olsa Obama şovla kesin alırdı Mo'nique ,bu sene de bence favori ,Maggie Gyllenhaal da plase.
En iyi Erkek: Jeremy Renner, Colin Firth, George Clooney: İyi performanslardı ama maalesef. Sizden birine verilemeyecek kadar değerli o ödül desem bana kırılmazsınız di mi? (Piuu, adamlar şimdi şurada olsa ne taraflarıyla güleceklerini bilemezlerdi şu söze) Ama alamasınız. Gelelim üstadlara. Morgan yine yaptın yapacağını.Geçen yaz ölüyodu bi de bu adam. Nelson Mandela rolü için fazla uzunsun farkındayım ama inanılmaz kıvırmışsın be üstad. Heyhat bu sene rakibin dişli.Her yerde bu ödül için tek bir isim geçiyor : Jeff Bridges. 5 adaylığın ardından bu kez çok yaklaştı.Akademi bu fırsatı tepmeyecektir. Jeff Bridges e hayırlı olsun
En İyi Kadın: İşte en zor yer burası. Sandra Bullock Altın Küre yi aldığında henüz Blind Side ı izlememiştim.Dibim düştü o anda. Sandra Bullock dediğin ,öyle saçma rollerin insanı, nasıl olur? dedim kendi kendime. Filmi izleyince epey yumuşasamda Oscar o kadar kolay gitmemeli. Verirlerse ayıp ederler. Helen Mirren ve Meryl Streep siz hemen her sene adaysınız zaten. Laf yok. Carey Mulligan sen de çok gençsin ama olur mu olur, şahsen benim gönlümden geçen isimsin. Precious? Yok ya olmaz herhalde öyle bir şey..
Son olarak Animasyon: İki film arasında geçecek: Mr. Fox ve Up. Ben ilkini daha çok beğensem de (en azından daha deneysel bir yapımdı) ikincisi daha yakın duruyor hele ki en iyi film adaylığından sonra.
Benim diyeceklerim bu kadar. Güzel bir tören olması dileğiyle..
1 Mart 2010 Pazartesi
Sometimes I Say Stupid Things
24 Şubat 2010 Çarşamba
Mew
22 Şubat 2010 Pazartesi
20 Şubat 2010 Cumartesi
17 Şubat 2010 Çarşamba
Kıza Film
- Abi kıza film değil, kısa film...
Dip not: Bu projeyi gerçekleştirirken bana büyük! destek olan anneme çok teşekkürler. Zira çekimler esnasında aramızda şöyle bir diyalog geçmiştir:
Annem : Napıyon sen?
Ben: Film çekiyom.
Annem: Bu dağınıklıkta film mi çekilir?
Ben: ....
10 Şubat 2010 Çarşamba
Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış-27
Woody Allen üstaddır. Saygıda kusur etmeyiz.Fakat ma cherié nin üstada olan aşırı sevgisi beni tedirgin ediyor dostlarım. Woody Allen da sağlam ayakakbı değil.75 yaşına falan bakmayıp kendi evlatlığına sarkan adamdan her şey beklenir. Neyse benim asıl anlatmak istediğim şey başka tabi ki. Bir Woody Allen filmi : Zelig.
Filmde Woody Allen Leonard Zelig isimli fantastik bir kişiliği canlandırıyor. 1920 lerin bir fenomeni olarak sunulan bu hayali kişiliğin özelliği ise şu: O bir insan bukalemun. Evet,Zelig girdiği her ortamda baskın olan kişiliklerin özelliklerini aynen alıyor,hatta onların şekillerine bürünüyor. imdb de filmin anahtar sözcüklerine tıklarsanız Nazi,Yahudi,Vatikan,Uçak Kaçırma,Beyzbol vs gibi bir çok birbiriyle alakasız kelime görebilirsiniz.Varın hikayenin tamamını siz hesap edin.
1983 yılında gösterime giren bu absürd hikaye ile Woody Allen,Leonard Zelig'in hayatının üstünden çok geniş bir modern toplum eleştirisi yapıyor. Zelig'in hayatı hakkında bir belgesel şeklinde olan bu filmde de Mia Farrow ,Allen'ı yalnız bırakmıyor. (bkz. Bir Woody Allen Klasiği)
Kısacası şiddetle tavsiye edeceğim,çok zekice ve ince eleştirilerle sizi çok şiddetli gülmelere gark ettirecek bomba gibi bir film ; Zelig. Bir okuyucu yorumuyla hem yazıyı bitireyim hem de durumu özetleyeyim :" Woody Strikes Back"
Şimdiden iyi seyirler.
Dip not: sukullaci ye sevgilerle.(Bu arada, naptın lan geçtin mi?)