30 Nisan 2009 Perşembe

İroni #1


Resim Ekle

Bir Zamanlar 1 Mayıs

Geçen gün Bobiler ' de rastladım. İlk bakışta "montaj bu" dedim ama altındaki tamamen gerçek yazısına takıldı gözüm. İçimde yine de bir soru işareti olsa da epey ilginç bir foto olmuş. Yazılar tam okunmuyorsa ; yazılı olanlar soldan sağa : Şevki Yılmaz, Kadir Topbaş, İ.Melih Gökçek, Tayyip Erdoğan, M.Ali Şahin

Haftanın Müzik Listesi - 32


  • Oi Va Voi - Yesterday's Mistakes
  • Keane - Bedshaped
  • Mark Knopfler - Punish the Monkey
  • Gogol Bordello - Start Wearing Purple
  • Foo Fighters - Best of You
Oi Va Voi'yi belki bilmeyenler olabilir. Folk-caz karışımı müzik yapan çok sesli kalabalık bir İngiliz grubu. Şarkılarında çokça doğu ezgisi de mevcut. Bu Londralı tayfa bu topraklarda da çok seviliyor ve 21-22 Mayıs'ta da Babylon'dalar. Kaliteleri muhakkak. Biletler bitti biter, bir göz atın derim. Bedshaped'in klibi bir harika. Mark Knopfler'dan solo kariyerinin özeti gibi harika bir şarkı. Kill to Get Crimson'ın en iyilerinden; sakin ve insanı yakalayan bir melodi. Çingeneler müziğin olmazsa olmazları. Start Wearing Purple, Rock n Coke 2006'nın süpriz golcüsü Gogol Bordello'nun en başarılı işlerinden. Son olarak müzik piyasasında bir şekilde tutunmanın belki de en parlak örneği olan eski Nirvana davulcusu Dave Grohl'un vokalleri yaptığı grubu Foo Fighters'dan 'catchy' sıfatının hakkını fazlasıyla veren müthiş bir şarkı. 

Not: Fotoğraf 13 Haziran 2008 Mark Knopfler İstanbul konserinde, o hengame ve coşkuda tuşa basmayı akıl edebildiğim ender anlardan birinde çekilmiştir.

Aboneyim Abone


Nuri Bilge Ceylan Cannes'da yerini yapmış dostlar. Adeta abone olmuş durumda. Ya ödül alıyor ya ödül veriyor, boşu yok. Şaka bir kenara Fatih Akın ve Orhan Pamuk'un ardından Cannes Film Festivali'nde jüri üyeliği yapacak 3. Türk oldu Ceylan. Aslında hem yarışma filmleri hem de jüri açıklanalı 1 hafta kadar oldu; fakat şu sıralar değil bir şeyler yazmak interneti bile pek kullanamadığımdan epey geriden geliyoruz. Yavaştan toparlarız. Neyse, bu yıl yarışacak filmlere bakınca özellikle Avrupalıların sayıca ağır üstünlüğü ortada. Avrupalılar arasında  Almodovar, Bellocchio, Loach, Resnais, Haneke, Campion, Trier gibi tanınmış yönetmenler var. Asyalılar arasındaki en dikkat çekici isimse Oldboy ile hem gönüllerin sultanı olmuş hem de 2004'te jüri özel ödülünü kazanmış Chan Wook Park. O da son filmi Thirst ile adaylar arasında. O yılın jüri başkanı ve Park'ın Old Boy ile ödülü almasında ısrarcı tavrı ile önemli yeri olan Quentin Tarantino ise Inglourious Basterds ile bu kez Park'ın rakibi. 2006'da Brokeback Mountain ile oscarı kucaklamış Ang Lee de adaylar arasında. Neyse uzatmadan bu yıl Altın Palmiye için yarışacak adayların listesi şöyle:

Broken Embraces, Pedro Almodovar (İspanya) 
Fish Tank, Andrea Arnold (Britanya) 
A Prophet, Jacques Audiard (France) 
To Conquer, Marco Bellocchio (İtalya) 
Bright Star, Jane Campion (Yeni Zelanda) 
Map of the Sounds of Tokyo, Isabel Coixet (İspanya) 
In the Beginning, Xavier Giannoli (Fransa) 
The White Ribbon, Michael Haneke (Avusturya) 
Taking Woodstock, Ang Lee (Tayvan) 
Looking for Eric, Ken Loach (Britanya) 
Spring Fever, Lou Ye (Çin) 
Kinatay, Brillante Mendoza (Filipinler) 
Enter the Void, Gaspar Noe (Fransa) 
Thirst, Park Chan-wook (Güney Kore) 
Wild Grasses, Alain Resnais (Fransa) 
The Time That Remains, Elia Süleyman (Filistin) 
Inglourious Basterds, Quentin Tarantino (ABD) 
Vengeance, Johnnie To (Hong Kong) 
Face, Tsai Ming-Liang (Malezya) 
Antichrist, Lars von Trier (Danimarka)

Jüri başkanı ise bu onura erişen 4. kadın olan oyuncu Isabelle Huppert. Diğer oyuncu jüri üyeleri Robin Wright Penn, Shu Qi ve Asia Argento. Amerikalı, Asyalı ve Avrupalı dengesi korunmuş 3 aktris. James Gray, Lee Chang Dong ve Nuri Bilge Ceylan ise yönetmen 3lüsü. Yazar olarak ise Pakistan asıllı İngilliz Hanif Kureishi  kadroda. 1'i başkan olmak üzere jüride 4 kadın bulunması bakalım bu yılki seçimleri nasıl etkileyecek. 

Hadi burda İstanbul'du, Emek'ti, bazı şeyler kalıcıydı falan iyiydik de bir de Cannes falan var, acayip şeyler. Keyif yine senin keyif Cannes halkı. Ne diyelim, umarım biz de tez vakitte bu filmleri görürüz.

27 Nisan 2009 Pazartesi

NBA Playoffs 2009

Nba de playoff lar başladı ve ikinci tura adını yazdıran ilk takım da Cleveland oldu.Süpürdüler Detroit'i.Sevgili dostum Svetlin şimdiden tırsmaya başladı mı acaba final serisi için ya da "oraya kadar daha çok var Leibram ın bu gitmeleri gitme değil" mi diyor? Bir diğer kadim dostum Spicoli'ye de "Spurs kümeye" diyerekten saygılarımı ve sevgilerimi sunarım. An itibariyle iyi öteliyoruz. İnşallah bi terslik çıkmaz.

26 Nisan 2009 Pazar

Güle Güle Geocities


Ne günlerdi. İlk bilgisayarım eve geldiği gün Dünya tamamen değişmiş zannetmiştim. Eğer o zamanlar küresel ısınmanın ve küreselleşmenin ne demek olduğunu bilseydim onların bile bittiğini , insanların artık el ele tutuşup kırlarda barış şarkıları söylediğini sanırdım. Yıl 1998 idi. Gelen Beko Bilgisayarı heyecanla açtık bilgisayarcıyla.O bir şeyler anlattı şöyle yap böyle yap gibisinden ama dinleyen kim. O zamanın parasıyla çok yüklü miktarda nakdi gömmüşlerdi annemle babam bu bilgisayar için. Fakat benim için bunun da hiç önemi yoktu.Zira nispeten rahat bir çocukluk geçirmiştim ve paranın nasıl kazanıldığı hakkında hiç bir fikrim yoktu. Benim için o anda en önemli ve tek gerçek şey 2 hafta önce bir arkadaşımda görmüş olduğum FIFA 99 u alıp oynamaktı. O zamanlar internetin varlığından bile haberim yoktu.Var deseler bile tahayyül bile edemezdim o çocuk aklımla. Fakat babamlar başvurmuşlardı bile Superonline a. İnternetin nelere kadir olduğunu yavaş yavaş çözmeye başlıyordum artık.Daha google bile yeni kurulmuştu. İşte o zamanlar en çok duyduğum adreslerden biri Yahoo diğeri de Geocities idi. O zamanlar tam olarak işlevini kavrayamamıştım fakat girip" Game" e falan bastım mıydı oyun falan çıkartıyordu.İyi bir şey olmalıydı. Çok sonra Yahoo Geocities i almış dediler. Bugün okuduğuma göre o tarih 2001 imiş. Tam 3.6 milyar dolar saymış Yahoo Geocities için. Yine bugün okuduğum bir haber diyor ki Yahoo Geocities i kapatıyor. İlk kişisel web alanı sağlayıcısı olan Geocities gelişen blog dünyasına ayak uyduramadı ve kapanıyor. Yani Google yine yaptı yapacağını. (Zaten şu yahoo ne çektiyse google dan çekti ya ,neyse) Ama etme bulma dünyası.Gün olur Blogger'ı da Google 'ı da birileri kapanmaya zorlar belki.

Geocities ile hiç bir zaman doğru dürüst bir yakınlaşmam olmadı dediğim gibi. Fakat insan yine de hüzünleniyor, sanki çocukluğunda top oynadığın arsaya apartman dikilmiş gibi hissediyor kendini.Ne diyelim hayırlısı olsun.Huzur içinde yat geocities bu internet çöplüğünde.

23 Nisan 2009 Perşembe

Mr. Mojo Risin


Fotoğraf The Doors'un 9 Aralık 1967'de New Haven Arena'da verdiği konserden. Bu Jim Morrison'ın ne ilk ne de son tutuklanışı olsa da, bir müzisyenin sahnede tutuklanması açısından bir ilktir. Daha sonrasında herhangi birinin başına benzeri bir vaka gelip gelmediği konusunda ise bir bilgim yok. Hikayesine gelince;

Kadınlara ve zevkine çokça düşkün olduğu yedi düvel tarafından bilinen Jim Morrison, konser öncesinde soyunma odasında bir kızla tanışır. İşler biraz ilerler. Jim'in deyişine göre kızla henüz sadece konuşurlarken bir polis içeri girer ve ayrılmalarını söyler. Jim de grubun üyesi olduğunu ve basıp gitmesini buyurur polise. Biraz itiş kakışın ardından polis Morrison'ı coplar ve tutuklamak ister; ancak kalabalığı verebileceği tepkiden çekinir. Daha sonra grubun diğer elemanları gelir ve Jim'in grubun lideri olduğunu anlatırlar. Polis de özür dileyerek orayı terk der. Konserin son şarkısını söylerken Morrison kalabalığa konser öncesi yaşananlardan bahseder. Bunun üzerine polisler sahneye çıkar ve müzik tarihinde bir ilk olacak şekilde Morrison'ı fotoğrafta da görüldüğü gibi sahneden indirir, tutuklamaya direnmek ve ahlakı bozmaktan alıkoyarlar. Ertesi gün suçlamalar düşer ve Morrison serbest kalır.

23 Nisan'lar Artık 'Bayram' Olsun

23 Nisan sayesinde güzel bir tatil yaşıyoruz. Yaşıyoruz da bundan 3-4 sene önceki 23 Nisan'lar daha doğrusu milli bayramlar aklıma geliyor da nasıl sinire kesiyorum bilemezsiniz Cumhuriyet Çocukları. Sözde 23 Nisan bayramdır, çocuklara armağan edilmiştir. Bu ne demek; çocukların en güzel günlerinden biri olacak, çocuklar mutlu olacak, gezecek tozacak; sokaklarda kızkaçıran uçurup mantar tabancası patlatıcak demek. Ama bizdeki hangi çocuğun bayramı böyle geçti bi deyiverin bana. 

Aslında bugün 23 Nisan diye sürekli 23 Nisan'dan gidiyorum. Esas rahatsızlığım milli bayramlarımızın tamamı. Ama lise yıllarımda çektiğim asıl çile 19 Mayıs'lardaydı. 23 Nisan'larda yine rahattık bir nebze orta okul çocuğu olmadığımızdan. Bizdeki bayram çocuğa, gence değil de valiye, il milli eğitim müdürüne, okul müdürlerine vs. Yalansa yalan deyin. 

19 Mayıs tecrüblerimden bu bayramların nasıl kutlandığını kısaca bir hatırlatayım da bayram mı değil mi görelim hep birlikte. Çok az bir öğrenci nüfusuna sahip olduğumuz için okuldaki hemen hemen her öğrencinin bu kutlamalara bir şekilde katılması zorunluydu. Ya bando takımı, ya yürüyüş grubu ya da bilmem ne. Bunlardan kaçış yoktu. Mayıs ayının başı gibi çalışmalar başlardı. Derslerden kaytarmak için güzel olsa da o sıcağın alnında mal gibi evet mal gibi yürü babam yürü, vur davula üfle boruya şeklinde geçerdi bayramlarımız, hala da öyle. Yürüyüş takımında da sol sol sol sağ sol ile geçerdi milli bayramlar. Çoşku ile kutladığımız o güzel bayramlar. En pislik tarafı da prova günleridir bu bayramların. Aman bayram sabahı valiye rezil olmayalım, jandarma komutanına güzel gözükelim o güzelim çocukların gençlerin analarını ağlatırlardı. O sıcağın altına ceketlerle birlikte yaklaşık 3 saat kadar rahat susuz yemeksiz güneşin altında beklerdik. Gerekli düzenlemeler yapılsın da vali beye rezil olmayalım diye. Bu işi bütün okullar takmazdı aslında bu kadar ama bizim takıntılı müdür fen lisesini temsil edeceksiniz orda ona göre falan diye verirdi gazı hocalara. Hocalar da canımıza okurlardı. 3 saat boyunca ayakta dikilirdik, çömelmek bile yasaktı, aman müdür bakıyor ayağa kalk derdi hemen biri ordan. Peki ya bayramın hediye edildiği gençler, çocuklar böyle eziyet çekerken kodamanlar napardı. Otururlar güneş gözlükleriyle protokol tribününe. Bir yanda su, kola, limonata diğer yanda pasta börek çörek, aman değmeyin keyfime. Bayramı kutlayan onlar, bayramın esas sahipleriyse kul köleydi.

Bayram sabahı da sabahın köründe herkes kalkar okulu temsil için stada girer. Provaya göre daha kısa süren bir törenle bayramı kutlardı. Ama vali ve protokolün önünde geçerken ayakları yere iyi vuracaksın, en sağ sıra ileri bakacak sol üç sıra da valiyi selamlayacak. Borazanlar kaldıracak falan bişeyler işte. Hep düşünürdüm bu amına koduğumun valisini ve protokolü niye selamlıyoruz diye. Sanırsın ki memleketi bu ibneler kurtarmış da onları selamlıyoruz. Benim bayramım lan bu kalk da sen selamla beni. Senin neyine selam veriyorum ben? Hani bu bayramlar çoşkuyla kutlanacaktı çoluk çocuk sevinecekti? Bu gibi kutlamalar yüzünden cumhuriyetten de bayramdan da soğudum her bayram gününde. 

Muhtemelen kutlamalar her yerde böyle yapılmıyordur ama bunlar Türkiye genelinde çoğunlukla diye tahmin ediyorum. Herşeyden öte bana ait olan bir bayramda güneşin altında saatlerce bana beklememi kimse açıklayamaz. Tüm bunların içinde hasta ruhlu bir okul idaremizin de etkisi çok büyük tabi ama onun da üstlerinden aldığı talimatlar böyle. Bizim müdürümüz yarın öbürgün öğretmenevinde iki tane kodamana hava atıcak yine harap olup giden nice koç yiğitlerin hesabını kim vericek? 

Bugün 23 Nisan, çocuğun birini koltuğa oturtacaklar yine. Başbakan olmak nasıl bişey, ülkede ilk neyi değiştireceksin ehe mehe diye sorular soracaklar. Valiler yine protokollerde keyfine bakarken, köle gençler onları eğlendirmek için yürüyüşler, gösteriler yapacak. Akşama da haberlerde '23 Nisan tüm ülkede çoşkuyla kutlandı' diye haberler geçecek. Bir milli bayram daha böyle geçip gidecek. Yarın çocuklara sorsan 23 Nisan sizin bayramınızdı nasıldı diye çoğu yoruldum abi ne olsun diye cevap verecek. E o zaman koyayım böyle milli bayrama ben de. Neyse ki 30 Ağustos tatile denk geliyor yoksa kalıbımı basarım ki bayılıp komaya girenler, ölenler bile olurdu. Çoşkuyla kutlardık ama yine de. 

22 Nisan 2009 Çarşamba

Haftanın Müzik Listesi - 31


  • Janis Joplin - Mercedes Benz
  • Emerson&Lake and Pulmer - Lucky Man
  • Yavuz Çetin - Cherokee
  • The Doors - Break on Through
  • Johnny Cash - Ring of Fire
Janis Joplin'in hastasıyım. O nasıl bir güzellik, o nasıl ses. Her zaman 1 numara kalacak. Elp'in popüler işlerinden, savaşa giden bir adamın yitirdikleri. Yavuz Çetin'den görmemiş zengin takımına tokat gibi, Platin saçlı karıların altında, Grand Cherokee. Bu aralar çok sık söylüyorum. Tramvay da platin saçlı bir hanıma ayıp oldu, altında chrokeesi olmasa da alındı sanırım. Jim Morrison ve tayfasından çıldırtacak bir parça daha, everbody loves my baby! Son olarak country deyince akla gelecek belki de ilk isim Johnny Cash. Hep hayalimde; otobanda gazı köklemişim, fonda Ring of Fire. Ne sahne ama. Elp harici hepsinin kaybedilmiş olması müzik adına çok üzücü; ama geride bıraktıkları da yeter de artar.

21 Nisan 2009 Salı

Festivalden Notlar-5



Festivalin son gününü süpriz film kategorisinde olan ve çok büyük bir hevesle biletini aldığım, yabancı film dalında da büyük süprizle oscarı kapmış Okuribito'yla açtım. 13:30'da Emek Sineması'ndaki gösterimin az da olsa boş kalması hem şaşırttı hem üzdü açıkçası beni. Baş karakterimiz bir çello müzisyeni. Tokyo'da işler pek istediği gibi gitmeyince ayakta kalabilmek için geride bıraktığı memleketine dönmek durumunda kalıyor. Burada tamamen bir tesadüf eseri edindiği yeni işi olan tabutçuluğun hayatında yarattığı etki ve bu sayede yaşadığı değişimleri konu alıyor film.



Film ölümü büyük bir naiflik ve özenle işlemiş. Tabutlama işi bizim geleneklerimizde yer almadığından ötürü de farklı bir deneyim. Japon kültüründe pek hoş karşılanmayan hatta önemli bir tabu olan bu tabutlama işi çok sade ve dingin bir güzellikle aktarılmış. Önemli bir Japon kültürü olan bu tabutlama merasimini daha verimli çekebilmek adına yönetmen Yojiro Takita birçok tabut merasimine katılmış, hakkını verdiğini de söylemek gerek. Genel anlamda ise filmin Japon kültürü hakkında önemli bir kaynak olduğu söylenemez. O açıdan izlerken sıkıntı ya da şaşkınlık yaratacak bir sahne de yok filmde. Bir yere ve bir şeylere aitlik hissi ve ebeveyn ilişkileri hakkında da etkileyici şeyler söyleyen filmin en muazzam yanlarından biri de enfes müzikleri. Karakterimiz bir çello müzisyeni olduğundan muazzam klasik müzik eserleri var filmde. Filmin müziklerini yapan Joe Hisaishi'yi her ne kadar daha evvel yakından tanımıyor olsam da bu filmden sonra daha önceki işlerini derin derin incelemek farz oldu. Film genel anlamda müthiş bir estetik üzerine kurulu ve en sıradan sahnelerde bile -ki yer yer daha kısa olabilirdi bunlar- bu estetik çekimleri, naif anlatımı ve bahsettiğim harika müzikleriyle ilgiyi hiç yitirmiyor. Finalinde de film boyunca uyandırdığı beğeniyi havada bırakmıyor ve etkileyici bir sonla kapanıyor. Genel anlamda, çok beğendiğim harika bir dramaydı diyebilirim.


Okuribito'dan sonra Küçük Beyoğlu'na çıkıp 1 dakikalık yürüyüşün ardından aynı salona girmek biraz garip oldu işin aslı. Saat 16.00'da festivalin benim için son filmi olan Un Conte de Noel, Bir Noel Masalı'ndaydım. Film hakkında anlatacak çok şey var aslında. Gayet hızlı akmasına rağmen 2,5 saat sürüyor. Epey enteresan bir ailenin hikayesi. Birbiriyle çok karmaşık ilişkileri olan ve büyük ölçüde de dağılmış denebilecek bir ailenin annelerinin kansere yakalanması ve ilik nakline ihtiyaç duymasıyla birlikte noelde yeniden bir araya gelişleri ve bu buluşmada yaşananları konu alan film fransız sineması üslup ve akıcılığına fazlasıyla sahip. Konusu itibariyle ağır bir drama olabilecek filmi yönetmen Arnaud Desplechin açık tonları ve aydınlık planları daha yoğun kullanmasıyla ve esprili anlatımıyla yumuşatmayı tercih etmiş.


Oyuncuların her biri rollerinde iyi olsalar da Mathieu Amalric'i ayrı beğendiğimi söylemem şart, harika oynamış. Ünlü aktris Catherine Deneuve'nin de filme ve rolüne kattığı asalet ve duruşa hayran kalmamak elde değil. Tüm yoğun anlatımı ve bir ölçüde esas konusunu dağıtmasına rağmen sonu itibariyle yönetmen filmine sadık kalmış ve başladığı çizginin son noktasını da koymuş. Yine de birçok konunun havada kaldığını söylenebilir ve filmin en büyük eksikliği de bu bana kalırsa. Cannes'da da gösterilmiş olan film orada da çok beğenilmiş ve nitekim özel ödül almış. Festivali kapatmak açısından fena bir seçim yapmamış olduğumu söyleyebilirim. Herkesin ilgisini çekmeyecek olabilecekse de -salonun yarısı boşaldı - rahatlıkla beğendim diyebilirim.


Neticede İstanbul Film Festivali'ni de geride bıraktık. Önümüzdeki yıl da yine güzel filmler gösterilir umarım, biz de seyretmeye doyamayız. Katılmış olan herkes umarım iyi vakit geçirmiştir ve seneye de aynı tadı yakalama şansı bulur.

Not: Bir ihtimal üşenmezsem genel bir değerlendirme de yapabilirim festival için. Türk insanının festivalle imtihanı babında çok eleştiriler yapıldı festival boyunca malum. Bakalım.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Teknolojiye Tepkiliyim

Geçtiğimiz hafta bilgisayar kafayı yedi sonunda benim. Zaten uzun zamandır tost makinesi gibiydi maşallah, koy yumurtayı pişirsin. O derece yani. Bildiğiniz gibi bir sıcaklık değil. Bu arada yazıyı okur okumaz hemen yorumlara girip "olm ben sana dediydim hp alma hahahaha" yazıcak olan Spicoli'yi burda uyarıyorum senin bilgisayarın da ne mal olduğunu gördük, benimki en azından sıcaklık arttı deyip zart diye kapanmıyor. Neyse ne diyordum bilgisayar gitti artık, kaç haftada gelir servisten bilmiyorum. İnşallah 1 ayda yapamazlar da yenisini alırım mis gibi. Sorun ısınma probleminden midir nedendir bilmiyorum da ekran durup dururken anteni bozulmuş gibi tv gibi cızırdamaya başlıyordu en son. Bi kaç kez bişey olmaz geçer dedim, recovery yaptım yine olmadı. En sonunda verdim servise artık.

Buraya kadar geldim hala niye sinirliyim onu söylemedim. Bu bilgisayarı yapan ne kadar mühendis varsa lafım size; adam değilsiniz olm hiçbiriniz. Hayır yapıyosunuz aleti hayvan gibi ısınıyo işte sonra da gidip bunun bi de soğutucusunu yapıyosunuz. Madem var böyle bi imkan ne diye ayrı bi alete para verdirtiyosun bize. Bugün baktım adam gibi bişey 100 kağıt nerden baksan. İşin ekonomik kısmından öte bi insan neden diz üstü bilgisayar alır taşıması kolay olsun, rahat olsun diye. E şimdi ben bu soğutucuyu alsam bi bilgisayar da o zaten. Onları taşımak için ayrı bi adam lazım yani. İş adamı falan değilim sürekli seyhat halinde taşıma durumunda değilim tamam da öyleleri de var. Madem ki o sıcaklığı etkisizleştirecek bi teknolojin var o zaman niye yapmıyorsun arkadaş? Şimdi gidip bir sürü para da ona vericez hava üflesin diye. Kriz var yani. Neyse ki yaz aylarında bilgisayarı kaldırınca surata çok güzel üflüyomuş aletler serin serin klima gibi, vericez parayı üflücek artık napalım. 

Festivalden Notlar-4



Vizeleri bitirince festivalin son 2 gününde birkaç filmin ucundan tuttuk. Cumartesi akşam 19:00 seansında Beyoğlu Sineması'nda Shirin'i izledim önce. Yönetmen Kiyarüstemi bir sinema salonu dolusu kadının yüzlerini gösteriyor sadece film boyunca. Bu kadınlar da çok eski bir aşk destanı olan ''Hüsrev ile Şirin''in bir uyarlamasını izlemekteler bu esnada. Biz esas izleyiciler de arka planda oynayan ve görmediğimiz uyarlamanın sesleriyle destanın hikayesine odaklanıyor ve bir yandan da izleyici kadınların yüz ifadelerini, filme verdikleri tepkileri takip ediyoruz. Deneysel kelimesinin hakkını fazlasıyla veriyor film. 90 dakika boyunca ekranda sadece kadın yüzleri göstererek izleyiciyi filmin içinde tutmak bile başlı başına bir başarı. Üstelik film bunun üstüne çıkıyor ve arkadaki destanın hikayesiyle gerçek bir dramaya dönüşüyor. Yönetmenin asıl başarısı ve özelliği de burda ortaya çıkıyor zaten. Yönetmenliğin yanı sıra fotoğraf ve şiire de ilgisi olan, hatta bu alanlarda galerileri de olan yönetmen hem müthiş bir şiirsellik sunuyor filmde hem de adeta destanın gidişatındaki hisleri mimiklerine taşımış olan 112 farklı kadın fotoğrafı sunuyor izleyiciye. Biri de Juliette Binoche. Çok farklı ve güzel bir çalışmaydı bana kalırsa, tabi bunu bir de film çıkışı gişeye dert yanan yaşlı teyze ve 15 dakika sonra salonu terkeden genç çifte sormak lazım.


Shirin'in ardından 21:30'da Atlas'taki Sunshine Cleaning'teydim. Little Miss Sunshine'ın yapımcılarının filmi olduğunu duyunca insan ister istemez bu herifler gün ışığıyla kafayı bozmuş diye düşünüyor. O filmdeki daha birçok şeyi de bu filmde bulmak mümkün. Tüm o eğlence ve Alan Arkin bunlardan birkaçı. Yer yer sağlam kahkahalar attıran tüm komikliğiyle hüzünlü ve etkileyici sahnelerini çok güzel harmanlamış film. Senaryosu çok güzel yazılmış, ince işçilik. Yapımcılarının açıklamasına göre Rose ve Norah'ın öyküsünü yazarken gerçekten var olan bir çiftin öyküsünden esinlenmişler. Yalnız başına bir çocuk büyütmenin zorluğuyla birlikte kardeşi ve babasına da göz kulak olmaya çalışan genç bir kadının, Rose'un mücadelesini anlatıyor film. Daha kadın odaklı bir film oluşu itibariyle yönetmeninin de bir kadın, Christine Jeffs olması da ayrıca yerinde olmuş. Unutmadan oyunculuklar da başarılı. Amy Adams son dönemde adından sık söz ettirir oldu zaten ve bu filmde de çıtayı düşürmemiş. Emily Blunt'ı ilk kez izledim, o da fena değil. Alan Arkin de filmin hakkını vermiş her zamanki gibi. Küçük çocuk seçimi de yine isabetli, Little Miss Sunshine ile bir benzer yönü daha filmin. Ayrıca film aktıkça öyküye dahil edilen birçok küçük süprizle hem şaşırıyor hem hüzünleniyor insan. Çok uzatıp izleyecek olanların tadını kaçırmak istemem. Çünkü muhakkak izlemek gerek bu filmi. Festivalde en beğendiğim 3 filmden biriydi diyeyim son olarak.

Festivalin kapanış günü olan pazar günününden de muhtemelen yarın bahseder ve festivalden notlara da noktayı koyarım.

17 Nisan 2009 Cuma

D'argent, D'argent, Beaucoup D'argent*

Aslında çok yeni bir haber sayılmaz; ama bir türlü vizelerden fırsat bulup buraya not düşemedim. Yaşayan efsanelerden Al Pacino'nun adı yeni bir filmle anılıyor: Betsy and the Empiror. Aktörün Napoleon Bonaparte'ı canlandırması söz konusu ki bu rol Pacino'nun en büyük hayallerinden biriymiş. 69 yaşındaki aktör 51 yaşında ölmüş Napoleon'u nasıl yapar eder de canlandırır bilinmez ama şurası açık ki son yıllarda Righteous Kill, 88 Minutes gibi tırt filmlerde kendisini görmek beni hayli üzmüştü ve bu ona iyi gelecektir. Kariyerinin sonlarında onu daha iyi filmlerde görmek ister sanırım herkes. Anlaşma henüz kesinleşmiş değil; fakat önümüzdeki sonbaharın sonlarına doğru çekimlere başlanması planlanıyormuş. Yönetmen John Curran pek tecrübeli ve güven veren bir isim olmadığından yine de çekincelerim var. Neticede kimse Righteous Kill'den de o 2 oyuncuya rağmen bu seviyede bir hayal kırıklığı olmasını beklemezdi; ama oluyor böyle şeyler. Umarım proje yeterince heybetli ve başarılı olur da Pacino'yu bir kez daha önemli bir projede görme fırsatı buluruz.

*: Para Para Para

15 Nisan 2009 Çarşamba

Haftanın Müzik Listesi - 30

Hillsborough by George Eisler
  • Elvis Presley - You Will Never Walk Alone
  • Travis - Selfish Jean
  • Lynyrd Skynrd - Tuesday's Gone
  • The Beatles - While My Guitar Gently Weeps
  • Placebo - Protege Moi 
You Will Never Walk Alone'un bin bir coverı var tabi, ama yabancıya gitmesin dedim Elvis'i seçtim. Tuesday's Gone'ı Metallica'dan sevenler bir de buna göz atsın. Selfish Jean'in klibi çok bombadır. E bu hafta Liverpool'dan gittik günün anısına. Haliyle The Beatles'ı da es geçecek değildik. George Harrison az ama öz çalışmış, ne müthiş şarkıdır. Protege Moi de Placebo için favorilerimdendir. Bu güne kadar yer vermemişim, hemen koydum. 

12 Nisan 2009 Pazar

Google'a Kapatma Talebi


"Atatürkçü düşünceyi benimsemiş kişiler" dendiği zaman normal şartlar altında aklıma yenilikçi, modern, çağdaş, okuyan, araştıran insanlar gelmesi gerekir. Ama bazılarını hatta çoğunu görünce ürküyorum gördüğüm manzaradan. Bugün gazetede okuduğum bir haber iyice perçinledi bu hislerimi. Atatürkçü Düşünce Derneği oturmuş girmiş Google'a. Yazmışlar "Kemalizm'in karın ağrısı" diye. Üst sıralarda çıkan sitelerde bir de ne görsünler!! Atatürk'e hakaret içerikli siteler. O zaman müthiş akıl yürütmelerin ve estirilen beyin fırtınalarının akabinde demişler ki "bu böyle olmucak arkadaş biz küçük sitelerle uğraşacağımıza Google'ı kapatalım bitsin gitsin". An itibariyle Google'ı kapatma talebinde bulunulmuş durumda. Talep kabul edilir mi edilir burası Türkiye. Görmedik değil daha önce böyle şeyler. Ama bence Atatürkçü Düşünce Derneği yanlış yapıyorsunuz. Siz internetin kapatılması için başvurun direkt. MSN'de falan mazallah hakaret etseler Atatürk'e sorarım size nasıl göreceksiniz onu? Benzer bi sebepten GSM operatörlerinin de kapatılması talebi de bence Atatürk'ün büyük bir insan olduğunu göstermek için oldukça hayırlı bir girişim olacaktır. SMS'le falan yazmasınlar "Kemalizm'in karın ağrısı" diye. 

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, madde 19:

"Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar."

11 Nisan 2009 Cumartesi

Junko



Yaz sezonu kapıda. Ben genel anlamda çok beğenmesem de artık rahatlığından mıdır nedir, kadınların yazın en çok tercih ettiği modellerden biri babetler. Yine de her üründe olduğu gibi babetlerde de şık modeller var. Aldo Junko da onlardan biri. Farklı bir model. Aldo da zaten farklı isteklere yönelik ürettiği modellerle ön plana çıkan bir firma. Geçen yılın ürünü olan Junko'yu rahatlığı ve çok yönlü kullanılabilirliğiyle tanıtmış Aldo. İstiklal Caddesi'ndeki mağazlarını yakın zamanda kapatmış olsalar da Ankara ve İstanbul'da hali hazırda mağazaları bulunuyor. Klasik tercih edenler için aranan kan. Kadın olsam havada kapardım, ekose bir kere. 



Not: Fotoğraf için Özden'e, modelliği için de Deniz'e teşekkürler. 

10 Nisan 2009 Cuma

Festivalden Notlar-3



Salı Günü'nünden sonra Çarşamba'yı boş geçtim. 1 gün aranın üardından da Perşembe 11 seansında Atlas'ta Nord'u izledim. Daha önce Berlin Film Festival'inde gösterilen film, izleyicilerden büyük ilgi görmüş. Bu ilginin neticesinde de 20 kadar ülkeye şimdiden pazarlanmış durumda. Gösterime gireceği festivaller arasında Robert De Niro'nun başı çektiği New York'taki Tribeca Film Festivali de var. Norveç Yapımı film, yönetmeni Rune Denstad Langlo'nun ilk uzun metraj işi. Aslına bakarsanız çok da uzamamış, 78 dakika film. Başrolde de Norveç'in en başarılı aktörlerinden biri, Anders Baasmo Christiansen var. 


Filmdeki ana karakter, eski bir profesyonel kayakçı olan Jomar Henriksen, 5 yıl önce geçirdiği bir kaza sonucu mental bir problem yaşamıştır ve yaşadıkları sonucunda kız arkadaşını da kaybetmiştir. Umutsuz ve bomboş bir yaşam sürmektedir. Bu boşluk içinde yaşamını sürdürürken uzun zaman önce onu terkeden kız arkadaşından bir çocuğu olduğunu öğrenir, böylece hayatta bir gayesi olmuş olur karakterimizin. Çocuğunu görebilmek için Kuzey Kutbu'nda uzun bir yolculuğa çıkar. Zaten film de Jomar'ın bu yolculukta yaşadıklarını konu alıyor. Yol boyunca uğradığı yerlerde yer yer insanı gülmekten kırıp geçiren, yer yer de hüzünlendiren olaylar yaşıyor Jomar. Film toplamda, anlattıklarından çok anlatmadıklarıyla insanın aklında yer ediyor aslında. Filmde irdelenmeyen, Jomar'ın travmatik kazası, kaza sonrası psikolojisi ve yine filmin dışında bırakılmış olan yolculuğunun neticesi ve yaşanacak olan olaylar epey ilgi çekici olabilirdi. Tabi o durumda bambaşka bir gayeyle çekilmiş bambaşka bir iş ortaya çıkardı. Tüm bunları düşünüyor oluşum da sanırım olası bu konuları barındıran bir filmin şahsen daha çok ilgimi çekecek oluşu. Oysa ortaya çıkan iş, Kuzey'in karla kaplı müthiş doğasının eşliğinde çok da zorlanmadan büyük keyifle izlenecek bir film. Aslına bakarsanız sadece Kuzey Kutbu'nun o müthiş görselliği için bile izlenir. Filmin en dikkat çekici yanı da buydu. 

''Festivalden Notlar'' serimize vizeler sebebiyle malesef 1 hafta kadar ara veriyorum. Festivalden Notlar iyiydi de ''Vizelerden Notlar'' çok sakat duruyor şimdilik. Festivale devam edenlere iyi seyirler.

Borçlu Doğanlar

Ben borçlu doğdum. Hem de çok kutsal(!) bir borçla. Aynı zamanda öyle bir borç ki ülkemde her iki insandan birisi sırtında bu borçla doğuyor. Bu borca sahip olmak için gereken şey ise bir adet penis. Adını vatan borcu koymuşlar.

Hayatımın birkaç ayını adam adam öldürme ve savaş sanatını öğrenerek geçireceğim. Aynı zamanda emir almayı, emre koşulsuz itaati öğreneceğim. Üstelik statü olarak da benden altta olan birinden emir alacağım. Gündüzleri koşacağım, atış talimi yapacağım, sürüneceğim. Geceleri kalkıp nöbet tutacağım. Herhangi bir şekilde saçımı sakalımı da uzatamayacağım tabi ki. Emir öyle çünkü. Her erkek bunu yapacak elbet bir gün.

Şimdi bu vatan borcu denilen şeyi anlamıyorum ben bir türlü. Ülkemde yaşamamın bedeli olarak sürekli vergi veriyorum zaten. Hatta sigara falan da içiyorum inanılmaz vergiler veriyorum ben öyle böyle değil. Böylesine vergi ödediğim bir memlekette, ödediğim vergilerden en büyük payı alan kurumun askeriye olduğu bir memlekette gidip bir de zorunlu olarak askerlik yapmak aklıma bir türlü yatmıyor. Ha diyelim eşek yüküyle verdiğim vergiler karşılamıyor benim penisimin sebep olduğu bu borcu. Desinler ki kamu hizmeti yap ama o da yok. Bu borcu ödeyebilmemin tek yolu komuta altına girip insan öldürmenin temel bilgilerini almak.

Hepimiz sen de askersin sen de mehmetsin diye yetiştirildik. Hepimize önce nasıl savaşçı ve kahraman bir millet olduğumuz anlatıldı. Kazandığımız savaşları saatlerce dinledik, uyguladığımız yanlış politikaları, verdiğimiz yanlış kararları ise dış mihraklara bağlayıp oldukça kısa süren dakikalar içinde geçtik. Almanya yenilince yenildik, ülke içinde ayaklanma olunca kışkırtma dedik üzüldük. Ama her tarih bilgisinin alt metni aynıydı. Sen de askersin sen de mehmetsin.

Ben asker değilim. Bu ülkeye olan borcumu da silah kullanmayı öğrenerek ödemek istemiyorum. Askeriye gayet profesyonel ve maaşlı askerler yetiştirebilir. Tamamen meslekleri bu olan. Vergiyi bunun için veriyoruz neticede. Vatan borcu denen bir şey varsa da bu tüm ülke vatandaşlarından -sadece penisi olanlardan değil- kamu hizmeti olarak alınabilir gayet. Herkes kendi eğitimini aldığı işte ülkesine çok daha iyi hizmet verebilir varsa eğer bir borcu bunu çok daha işe yarar bir biçimde ödeyebilir.

Bir dipnot: işine gelmeyen noktalarda beliren, kadın erkek eşitliği diyen feminist arkadaşlarıma sesleniyorum buradan. Azıcık da “neden bizim vatan borcumuz yok? Hani eşitlik?” deseniz mesela? Alsanız şu yükü sırtımızdan, hafifletseniz biraz? Orta sahada sıkışmış oyunu kanatlara açsanız? Ne dersiniz hoş olmaz mı?

9 Nisan 2009 Perşembe

Haftanın Müzik Listesi - 29


  • Blackmore's Night - Fires at Midnight
  • King Crimson - Epitaph
  • Chris Garneu - Back & Blue
  • Duman - Helal Olsun
  • Müslüm Gürses - Tutamıyorum Zamanı

Bayadır liste yapmıyordum da Blackmore's Night'ı bir tesadüf eseri keşfedince bi heves geldi, ben de yapayım bari bi liste dedim. Listenin asıl amacı Blackmore's Night yani hehe. Blackmore's Night Deep Purple'ın eskilerinden Ritchie Blackmore ve eşi Candice Night'tan oluşan bir grup. Kendi dediklerine göre rönesans müziği yapıyorlar. Çok sakin, güzel ve rahatlatıcı bir müzik. King Crimson'a bugüne kadar yer vermeyerek ayıp etmişiz listelere bakınca anladım, özür mahiyetinde hemen yazdım. Chris Garneu da güzel müzik yapan bir abimiz. Dinleyince hak vereceksiniz. Duman da yeni albüm çıkardı, Helal Olsun en sevdiğim şarkılardan. Last Fm'de eskiden dinlediği Duman'lar gözükmesin diye yeni albümü dinlemeyenlere gelsin. Müslüm Baba da sedürt'ün özel isteği. Son zamanlardaki en favori parçam dedi, yerini aldı. 

8 Nisan 2009 Çarşamba

Festivalden Notlar-2



Pazar gününün ardından Pazartesiyi boş geçtiğim festivale, Salı günü 2 filmle devam ettim. 11 seansında Yeni Rüya'da Fin yapımı Üç Bilge Adam'ı izledim. Finlandiya'da bir Noel gecesinde geçen film erkekler üzerine çarpıcı bir hikaye. Henüz birkaç saat içinde birbirinden travmatik olaylar yaşamış çok eski 3 arkadaşın yolları tesadüf eseri kesişir. Bu Noel'de yapacak daha iyi bir şeyi ya da Noel'i birlikte geçirecek kimseleri olmayan bu 3 eski arkadaş birbirlerine sığınırlar ve bir karaoke barına zoraki de olsa girerler. Gece boyunca burada birçok olay yaşanır. Etkileyici bir konusu olan film epey de sarsıcı. Film daha açılış sahnesinde insanı etkilemeye başlıyor ve kahramanlarımızın travmalarına bir bir şahit oluyoruz. Birbirlerini bulmalarından sonra barda geçen bölümde ise yaşamlarında birer yol ayrımına gelmiş karakterlerimiz yaşadıkları ve hayattan çıkardıkları üzerine yaptıkları konuşmalarda etkileyici bir bölüm sunuyorlar. Bu esnada sırasıyla bomboş barda sahneye çıkıp karaoke yapmaları ise filme ayrıca tat veren unsurlardan. Bu sahnelerden birinde süpriz biçimde bara giren kadını oynayan Irina Björklund ise Finlandiya'nın en ünlü aktrislerinden. Sahne gereği bara beklenmedik bir kadın girmesine şaşıran oyuncular çekimler sırasında gerçekten şaşırmışlar çünkü yönetmen dışında kimsenin Irina'nın filmde rol alacağından haberi yokmuş. Oyunculuklar gayet başarılı. Irina da ayrıca çok güzel belirtmeden geçmeyelim. Baştan sona erkeklerin hataları, başarısızlıkları ve duyguları hakkında etkileyici şeyler söyleyen film gayet başarılıydı. Filmde tek zayıf bulduğum yan ise film boyunca sarsıcı biçimde ilerleyen öykünün sonunda aynı ölçüde sarsıcı bir sona ulaşması beklentisini karşılamıyor oluşu. Yine de toplamda çok beğendiğim, iyi ki görmüşüm dediğim bir film oldu. İzlemeyenlere muhakkak tavsiye ederim.


Saat 16'da ise yine Yeni Rüya'da Appaloosa'yı izledim. Ed Harris'in hem başrolde oynadığı hem de yönetmeni olduğu filmde Viggo Mortensen, Jeremy Irons ve Renee Zellweger de kadrodaki isimler. Ed Harris'i severim, yönetmen olarak da temiz bir iş çıkarmış. Viggo Mortensen etkileyici bir performans gösteriyor yine filmde. Hidalgo'dan sonra bu filmle de westernler için iyi bir seçim olacağını gösteriyor kesinlikle. Film daha çok karakter temalı. Güzel sahneler de var içinde, sonuna kadar ilgiyle izletiyor kendini. Yine de mükemmel denemez, türe yeni bir şey katmamış. Yıllardan beri birlikte kasaba kasaba gezip asayişi sağlayan 2 adamın hikayesi. Beklenmedik biçimde hayatlarına bir kadın giriyor ve işler sarpa sarıyor. İzlediğime pişman mıyım, hayır. İzlemesem bir şey kaybeder miydim, yine hayır. İdare eder kısaca.

Festival notlarına ilerleyen günlerde devam edicem. İyi seyirler.

7 Nisan 2009 Salı

Doktorum Geliyor

Her rolün adamı büyük oyuncu John Malkovich, İstanbul Film Festivali'nin konuğu olarak İstanbul'a geliyor.  Cuma günü yapılacak törende kendisine ''Sinema Onur Ödülü'' verilecekmiş. Avuçlarım kızarana kadar ayakta alkışlamak için tutuşuyorum. Hastasıyım. Bu sıkışık periyotta İzlanda komedisi çekecek kadar.

Bir Bünyede Müziğin Evrimi ve Ergen

Winampta güzel bir dalga var. Hangi şarkıyı kaç kere dinlediğini gösteriyor. Son günlerde en çok dinlediğim beş şarkının listesi şöyle: Dio – Don't Talk To Strangers, The Doors – The End, Katy Perry – Hot'n cold, Müslüm Gürses – Tutamıyorum Zamanı, Nil Karaibrahimgil – Seviyorum Sevmiyorum.

Heavy metalin tanrısı Dio ile Nil Karaibrahimgil'i, The Doors ile Katy Perry'i ve tüm bu insanlarla arabeskin babası Müslüm Gürses'i aynı potada nasıl eritebildiğim hakkında en ufak bir fikrim yok açıkcası. Ama "seviyorum abi." Dinlerim hepsini.

Lise yıllarında hararetli bir metalciydim ben. Hazırlık yıllarında Linkin Park'la başlayan serüvenim Metallica, Pentagram, Megadeth , Slayer ile devam etmiş idi. Hep böyle daha sert müzik arayışları içerisindeydim zira lisenin verdiği hararet beni buna teşvik ediyordu. Ben liseliydim artık büyük bir adamdım ve çok sert müzik dinlemeliydim. Beklenen oldu ve Cradle of Filth ile Marduk denen iki grubun albümlerini buldum. Oldukça sertti müzik, enstrümanlar başını almış gidiyor, vokaller bağrış çağrış, rıpıdı rıpıdı rıpıdı diye bir ritm arkada. Bildiğiniz gibi değil. Belki de biliyorsunuzdur bilmiyorum.Bir ay işkence ettim kendime. “Olm adamlar çok sağlam müzik yapıyo ehe ehe” diye dolaştım ortalarda. Bir gece ansızın canıma tak etti ve “bu ne lan, böyle müzik mi olur, anca kafa skiyolar” deyip attım albümleri. Bana kalırsa o gün benim ergenliği terk ettiğim gündü. Hep buna inanırım.

O günden sonra baya bi rahatladım. Böyle görüntü birazcık daha netleşmişti. O hararet önemli nebzede azalmıştı. Beşinci günün şafağında tepenin arkasında beliren Gandalf'ın yüzündeki özgüven, adaya geri dönmüş John Locke'un yüzündeki dingin ve sakin ifade ve Big Lebowski'nin o umarsız bakışları... Hepsi tek bir bünyede vücut bulmuş aynı potada erimişti. Bende.

Geçenlerde bir arkadaşımla rock bar'da oturuyorduk. Böyle her zamanki muhabbetler falan işte. Birbirimize gece klüplerini sevmediğimizden, cıstık cıstık müzikten hiç hazzetmediğimizden bahsediyor, diskolarda sabaha kadar dans eden insanlara anlam veremeyişimizden söz ediyorduk. Kah clubber şarkıların çok kötü olduğundan konuşuyor kah disko ışıklarının çok yorucu olduğundan dem vuruyorduk. Aynı gecenin devamında aynı kişiyle bir gece klubünde Ferhat Göçer'in “Biri Bana Gelsin” şarkısının club mix versiyonunda çılgınlar gibi dans ederken buldum kendimi. O an bir şey daha farkettim. Eğlenmek için nerede olduğunun ne yaptığının pek de önemi yoktu aslında. Asıl faktör kiminle olduğun bana kalırsa. İşte bu da post ergenlik dönemini atlattığım gündü bence(post ergenlik kavramını açıcam başka bi yazıda literatüre kazandırıcam bunu). Geçen sene haftalarca Anathema konseri için gün saydığımı konserin ise bana adeta eziyet gibi geldiğini de bilirim.

Anathema da çok garip bir grup. Grup vitaminden ya da ne bileyim Hepsi'den falan bile garip baya bence. Tanıdığım her insanın yaklaşık 1-1.5 senesine damga vurmuş sonrasında sıkılınıp bırakılmış bi grup. Hep şaşırırım bu olaya. Herkese mi oluyordur nedir?

6 Nisan 2009 Pazartesi

Toplanın Gidiyoruz

Haberi Sheed'den aldık ve devamında bir anda yayıldı her yerde. Evet dostlarım Dream Theater yeniden Türkiye'de ve bu sefer kaçırmak yok. Bu çağrıyı özellikle sedürt'e yapıyorum, gerekirse haftalarca yumurta ve makarnayla beslen ama bi şekilde bütçeyi ayarla çünkü bu konsere gidiyoruz. 

Bu yıl da iyi konse yaptı hee. Deep Purple var daha, nasıl para yetiştiricez bilmiyorum. Organizatörlerden tek istediğim ölmeden önce bir Iron Maiden konserine gitmek. Yapın bunu lütfen.

Festivalden Notlar-1

Gidip görebildiğim kadarına burada biraz değineyim dedim. İlk gününü boş geçtiğim festivali 2. gününde Yeni Rüya'da 11 seansındaki Gir Kanıma ile açtım. Tam kapıdan içeri girerken yan tarafıma şöyle bir bakınca Atilla Dorsay'ı gördüm. Salonda daha birçok eleştirmen vardı. ''Bütün ağır toplar da buradaymış'' diye selamlaştılar. Arkamdaki adamlardan birinin '' Ulan inşallah burayı dezenfekte etmişlerdir, yoksa acayip kalıntı vardır bu koltuklarda'' lafıyla sağlam bir kahkaha ile eğlenceyi de erken açtık. Daha önce girmişliğim yoktu Rüya Sineması'na tabi. Salon bir kere inanılmaz derecede uzun; ama buna orantılı olarak perde yeterince geniş değildi. Salona girince hemen Taxi Driver düştü zaten aklıma, benzettim de salonları. Tek prototip üzerinden mi yapılıyordur nedir bu erotik sinema salonları. 

Neyse filmimize gelelim. ''Gir Kanıma'' izlemeden önce iksv'nin sitesindeki basit tanıtımın dışında bilgi edinmediğim bir filmdi. İçinde bir vampir öyküsü barındıran film için gerilim-korku filmi demek mümkün değil. Daha ziyade bir aşk öyküsü. Zaten festivalin de ''Aşk Olsun'' bölümünde gösteriliyor. Herhalde sinemada en çok işlenen konuların başında gelir aşk. Böyle olunca da sıradan aşk öykülerinin artık bir değeri kalmadığı gibi, hala bu konuda yeni şeyler söyleyebilen az sayıdaki filmler ise baş tacı ediliyor. Yakın tarihten örnek vermek gerekirse Old Boy ve Jeux D'enfants gibi diyelim. Bu İsveç Yapımı, 2 küçük çocuğun hikayesini konu alan film de bahsettiğim bu orijinal işlerden biri olmayı başarmış kesinlikle. Çok sakin biçimde akan ama bir an bile sıkmayan, yer yer insana kahkaha attıran, birçok yan hikayesi olan ve ufak tüyolarla size hikayeyi tamamlama şansı veren izlemesi çok keyifli bir filmdi. O sakin hava o kadar sirayet etmiş ki filmin içine, filmin dışında izlense insanı ürpertebilecek vahşi sahnelerinde bile insan bir an olsun gerilmiyor. Suça eğilim, çocuk psikolojisi gibi alt metinleriyle de son derece doyurucu bir film. Soundtracke de değinmem şart, film bittikten sonra sırf dinlemek için bütün castı okutturdu. İzlememiş olan herkesin muhakkak izlemesini tavsiye ederim. Malesef festivaldeki gösterimleri bitti. 

İlk filmin ardından oralarda biraz vakit öldürdükten sonra 16 seansında Emek'teki Milk'e girdim. Eylem yapan ''Türkeş'in Askerleri'' sağolsun 3 saatlik vakit öldürmenin üstüne neredeyse geç kalacaktım filme. Elimde olmasına rağmen uzun zamandır bu gösterime bilendiğim için izlemediğim bir filmdi Milk. Şunu açık açık söylemek şart: Oscarlar dağıtılırken burda attık tuttuk, yanlış yapmışız. Köküne kadar hak etmiş ödülü Sean Penn. Onun dışında Gus Van Sant yine mest etti. Son zamanlarda izlediğim en iyi yönetimlerden biri. Daha iyi yansıtılamazdı kesinlikle bu iş sinemaya. Tam bir usta işiydi, bir özür de ona. Gönlümün Best Director oscarı sahibini değiştirerek ona gidiyor, Best Picture da Milk'e. Tabi sadece adaylar arasından düşünürsek. Yoksa Revolutionary Road hala son gözdem. Milk 9 Mayıs'ta sinemalarda, kesinlikle kaçırmamak lazım. 

Günün son filmine ise Beyoğlu Sineması'nda 19 seansında gittik. Lavaboları kullananlardan 1 lira kesen amcaya selam olsun. Kör Domuz Uçmak İstiyor. Bu film hakkında bahsedecek çok şeyim yok aslına bakarsanız. Hem 2 nefis film görmüş bünyem hem de saatler boyu kıpırdamadan beni üstünde taşıyan kıymetlim iyiden iyiye zorlanmaya başlamıştı zaten. Üstelik film hem atlamalı senaryoya sahipti hem de paralel hikayeler vardı içinde. Kimlik bunalımı, azınlık olma hissi, fedakarlık gibi temalar üzerine kurulu bir film. Bir de Uzak Doğulu arkadaşlarımızın sosyokültürel değer ve olgularına uzak olduğumdan ötürü hala çözmekte zorlandığım yerler var açıkçası. Yine de Endonezya'daki toplumsal yapıya göz atmak adına bile izlenebilecek bir film; ama baştan uyarayım ağır akıyor. Son birşey eklemezsem içimde kalır. Hala bu ülkede koca koca adamların son derece travmatik cinsellik içeren istismar örneği bir sahneyi gülerek karşıladığını gördüm. Nedir bu cinsellik-utanç, utanç-gülme ikililerini harmanlayıp cinselliği gülmeyle karşılama lan. Matematik mi bu. Filmi milmi bırakıp çenesine yumruğu vuracaktım.

Festival devam ediyor, vakit bulabilirsek yeni Festival Notları'nda buluşmak üzere. Herkese iyi seyirler. 

4 Nisan 2009 Cumartesi

Aziz David


Eski Spurlerden Amiral David Robinson, San Antonio tarihinde George ''The Iceman'' Georvin'den sonra Hall of Fame'e seçilen 2. oyuncu olmuş. Müthiş atletizmi, çevikliği, blok yeteneği ile akıllara kazınmış NBA tarihinin en değerli uzunlarından biri Robinson. Onun ötesinde saha dışındaki beyefendiliği ve yardımseverliğiyle her zaman örnek bir sporcu imajı çizmiştir. Lige geldiği günden -yolu da az gözlenmiş adam değildir hani - kariyerinin son maçına kadar kelimenin tam anlamıyla bir ''Franchise'' oyuncu olmuş, takımına ilk şampiyonluğunu kazandırmış ve kariyerini de yine bir şampiyonlukla noktalamıştır. Hiçbir zaman unutulmayacak bir oyuncu sözün özü. 


Buraya NBA ile ilgili daha sık not düşen Svetlin olduğundan; blogu okuyan sizler, bizleri hepten birer ''Laker'' sanmış olabilirsiniz. Oysa bu konuda çok sesli ve play-off zamanı geldiğinde yer yer çocuklar gibi didişen adamlarız. Bundan 10 yıl önce Ender Bilgin'in ağzından birkaç kelime duyup, yukarıdaki adamın başı çektiği Spurs'ü izlemek için gecenin 4'ünde uyanan bir ilkokul çocuğuydum ben. Lakers'a çakarsak da kızdırırım yani kimse kusura bakmasın. O günlerden beni Spurslü yapan ''Beyaz sakalıyla Super Mario Elie, solak 3'lükçü Jaren Jackson, Küçük General Avery Johnson'' lı kadro unutulmazdır benim için. İnsanın çocukken yaptığı şeyin yerini başka bir şey tutmaz ya, ben de geriye dönüp bakınca 99 Knicks-Spurs finalleri kadar keyif aldığım spor müsabakası hatırlamıyorum. 

Not: Yazıyı da sonda biraz dramatize ettik ama, eski halk avcılarından da kim kaldı şimdi.

3 Nisan 2009 Cuma

"Days Before You Came"


Yakin zamanda Placebo`nun 8 Haziran`da cikacak yeni albümünden bahsetmistim. Önümüzdeki yaz da bu albümün tanitimi amacli bir konser turnesine cikiyorlar. Ve evet, turne kapsaminda Türkiye`ye de ugrayacaklar. 23 Haziran 2009`da Kurucesme Arena`da bu topraklardaki 4. konserlerini verecekler. Biletleri de satisa cikmis durumda. Sahne önü 160 lira ile epey tuzlu zaten de, ayakta bilet kategorisi de 71,5 lira ile cok uygun sayilmaz. Üstelik o da su anda indirimli döneminde. Tahminime göre Nisan sonuna dogru 90 liraya tirmanir fiyatlar. Yine de festival kapsaminda gelmedikleri ve konserin Kurucesme`de oldugu düsünülünce cok cok da ucuk sayilmaz. Daha önceki konserlerinde bulunamamis biri olarak orada bulunmak isterim. Fakat Placebo`nun Türkiye`ye cok ender gelen bir grup olmadigi da bir gercek. Tüm bu parametreleri birlestirip isi agirdan aliyor ve bu yaz gerceklesebilecek diger büyük konserler icin pusuya yatiyoruz. En nihayetinde para da basmiyoruz malesef ve 92 ila 160 liradan satisa cikan Deep Purple konserine cocugumu keser yine giderim. Taviz yok. Bakalim, daha ilgi cekici organizasyonlar aciklanir da aklimizi celmezse, bu kez Kurucesme Arena`da Molko`nun kollarina atabiliriz kendimizi.

2 Nisan 2009 Perşembe

Bir Kutu Çikolata - 2


Bugün okulda garip bir diyaloğa şahit oldum. Sınıfımdaki iki eski sevgili öylesine konuşmaktaydılar. Kızın gözü iltihap kapmıştı. Erkek ise eski sevgili ile tekrar bişeyler olur mu ki acaba diye yol yapma çabaları içerisindeydi. Kızın gözündeki iltihaptan yola çıkarak ekmek yemeğe çalışacaktı. Ne yaptı etti muhabbeti iltihaba getirdi ve şöyle dedi: “öpeyim de geçsin”, kız şöyle bir baktı ve cevapladı: “umarım ürolog olursun da aynı lafı hastalarına söylersin”. Hayat bir kutu çikolata gibi. İçinden ne çıkacağı hiç belli olmuyor.

Haftanın Müzik Listesi - 27


  • Era - Ameno
  • Dio - Rainbow in the Dark
  • Massive Attack - Angel
  • Pain of Salvation - Undertow
  • Led Zeppelin - Babe I'm Gonna Leave You
Sizlere hiçbir konsepti olmayan, sadece benim son zamanlarda en çok dinlediğim şarkılardan oluşan bir liste hazırladım. Dio'nun Rainbow in the Dark şarkısını bugün öğlen saatlerinde bir tesadüf eseri keşfettim. İlk dinleyişimden beri o şarkı çalıyor bilgisayarımda. Adamlar yapıyor abi. Era'ya gelince onların yaptığı müziğe ne tarz müzik denir bilmiyorum zaten elimde bir tek listedeki şarkıları var ama o da çok efsanevi bi çalışma olmuş. Progresif severler Pain of Salvation'ı bileceklerdir zaten. Undertow benim ilk dinlediğim şarkılarıydı. Dinlemeyen varsa dinlesin. Sözler falan müthiş. Massive Attack çok geç tanıştığım bir grup oldu. Ama gerçekten çok farklı ve çok kaliteli bir iş yapıyorlar. Angel en bi güzel çalışmalarından. Uçurtuyor adamı. Bu adamları da dinlemeyen kalmasın. Led Zeppelin'i anlatmama gerek yok sanırım. Esen kalın.

1 Nisan 2009 Çarşamba

Vurulduk Ey Halkım # 1

Film bildiğiniz gibi sahneler bütünüdür.Bir film genel olarak çok kötü olsa bile içinden 2-3 iyi sahne mutlaka çıkar.Bir de bazı filmlerin bazı sahneleri öyle bir vurur ki, bunlar filmlerin önüne geçip başlı başına bir fenomen olurlar.Geçen gün sedürt le konuştuktan sonra böyle çarpıcı sahnelerden bir seri yapalım dedik.Önerilere açığız. Yorumlarda paylaşırsanız ya da mail atarsanız bulup yayınlamaya çalışırız. İlk sahnemiz çok bilindik bir filmin en bilindik sahnesi. Yüzüklerin Efendisi -Kralın Dönüşü 'nden Kral Theoden 'in Pelenor düzlüklerinde ordusuna yaptığı konuşma ve hücum. Galiba gördüğüm en çarpıcı savaş sahnesiydi. Hem müzik,hem ortam , hem de Theoden 'in konuşması biz fanilere gerçekten de Orta Dünya'daki birer Rohan askeri gibi hissettirmişti.(Bazıları Ork ya da Trol gibi de hissetmiş olabilir tabi ki ,tercih meselesi) Fazla da uzatmayayım. Sözü Theoden'e ve Peter Jackson ' a bırakayım.