31 Mayıs 2009 Pazar

Özlemişiz Bu Renkleri


Dün koymak istediğim yazıyı tembellikten erteleyince ksp benden önce davranmış. Beşiktaş'ın şampiyonluğunu kutlamış; ama hafif de bir dokundurmuş. Ben biraz farklı düşündüğüm için ayrıca yazayım dedim. Haa hepimiz böyle ayrı ayrı post yapsak halimiz nice olurdu, en pisinden Bursasporlu Svetlin var aramızda neticede. Ksp de ben de Galatasaraylıyız; ama ben duruma pek onun gibi kör şaşı tadında bakmıyorum. Belki de onun kadar futbolla ilgili olmadığımdan. Takımımın koca sezonda sadece 1 maçını stadda izledim. En fazla 3-5 maçı da naklen izlemişimdir. Yine de topu görse bomba diye karakola götürecek adam da değilim hani. Dost meclislerinde Baresi'den Eusebio'ya bir şeyler geveleyebilirim.

Her neyse konumuz ne Eusebio'nun direkleri sallayan şutları ne Baresi'nin delikanlılığı. Dün gece kornalar ötmeye başlayınca anladım Beşiktaş'ın şampiyon olduğunu. Ne asker uğurlamalarını ne de düğünüm var diye sokağı kapatıp karşılıklı göbecik atanları severim işin aslı. Orta düzeyde birkaç küfür bile ederim hatta. Oysa dün gece eve dönerken Paşa meydanındaki Beşiktaşlı gençlerin eğlencesi, tüm o neşeleri, yolu kapatıp arabaları sallamaları, siyah-beyaz diye atışmaları çok hoşuma gitti. Şaşırdım, ne Beşiktaş severim ne kutlama ama yüzümde koca bir gülümsemeyle geçtim aralarından. Keyfim yerindeydi diye belki kim bilir. Bana kalırsa hak eden de almış oldu. Hem onu bunu siktir edin de özlemişiz bu renkleri. Tebrikler Beşiktaş. Tebrikler bloggerın en ateşli Beşiktaşlısı, totemlerin kralını yaparak şampiyonlukta herhangi bir yedekten çok daha fazla payı olan VooDoo Girl. Tebrikler yağmur çamur demeden bizi yalnız bırakmayan sürekli okuyan sevgili dostumuz Feri. Tebrikler 2003 şampiyonluğunda tribünlerde derin anılar, unutulmayacak yaşanmışlıklar bırakmış sevgili dostumuz Sheed. Tebrikler özel videoları ve haberleriyle taraftarın sevgisini kazanmış içerideki adam Erbo. Tebrikler bütün sezon Beşiktaş'ın aldığı her galibiyette ''sen niye seviniyosun olm sanki Beşiktaş şampiyon olacak'' diyerek dalga geçtiğim evimin direği Bay Ö. Taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanmış tüm Beşiktaş taraftarına tebrikler. Hepinizin yüreğinize sağlık.

Şampiyon ! Beşiktaş


Körler ülkesinde şaşılar kral olur. Yine de tebrik ederiz.

29 Mayıs 2009 Cuma

Paylaşmak İstedim - 9

Geçen gün pek muhterem kadim dostum Svetlin ile bir Telekom maçında da ha bir araya geldik. rakip bir önceki sene finalde karşılaştığı(mız) Fener- Ülker idi. Geçen sene seri 3-1 bitmişti biz de şanslı olarak TT nin kazandığı maçta bulunmuştuk. İşte o maç bizim için sadece bir maç değildi. Sosyal sınıf farkını gözlemlediğimiz, farklı bir habitatta ne kadar hayatta kalabileceğimiz konusunda fikir teatisinde bulunduğumuz, birbirimize zaman zaman destek olup, zaman zaman da birbirimizi (ağır) hakaretlerle eleştirdiğimiz, yıllarca anlatılacak,nesilden nesile aktarılacak 4 saatlik bir süreç, maratondu.

Öncelikle size biraz bilet sisteminden bahsedeyim. Biletler maçtan önce biletix ten satışa sunuluyor. Fakat biletler son derece az sayıda sunulduğundan bu tip Final maçlarında ulaşamadan bitiveriyor. Geriye iki seçenek kalıyor. İlki maçtan saatler(6 ila 8 saat) öncesinde salonun önüne gidip bilet kuyruğuna girmek ve (eğer) kalırsa bilet almak. İkinci seçenek ise "karaborsa". Türk Telekom'un doğal olarak genel bir taraftar kitlesi yok .Ankaralı basketbolsever de biraz seçici davranıyor. E yönetim de Ankaralı basketbolseverin keyfini bekleyecek değil ya. Zaten varolan bir taraftar kitlesine yöneliyor ki o da :Ankaragücü. Şimdi basketbol Dünya'da bir çok farklı sınıftan insanın takip ettiği,gönül verdiği bir spor olabilir.Fakat ülkemizde bu durum böyle değil.Genelde basketbol izleyicisi orta sınıf ağırlıklıdır. Varoşlarda ise tek gerçek spor futboldur. Ötesi ile ilgilenil(e)mez. Mazallah bir adam çıkıp Jimnastiğe falan gönül vermiş olsa, mahallede 5 dakikalık yol olan bakkala bile insan gibi gidemez. Türlü hakaretler ve aşağılanmalar eşliğinde geldiği bakkalda da pek hoş bir karşılama bulamaz. Hatta ticaret özgürlüğü kapsamında satıcı bu kişiye mal satmak istemediğini (ağır bir üslupla) beyan edebilir.

Peki TT yönetimi Ankaragücü taraftar kitlesini nasıl salona çekebilir : Yem atarak. Bu kitlenin başında duran amigo lakaplı adamlar genelde toplumda işsiz güçsüz diye tabir edilen asalak görünümlü kimselerdir. Halbuki işin aslı öyle değil. Bu adamların işi var : Bu. Rantçılık. TT yönetimi davetiye şeklinde bastırdığı ,hemen hemen bilet sayısının yüzde 50 sine karşılık gelen bir kısmı, her maç Ankaragücü kitlesinin belirli adamlarına maça adam getirmeleri karşılığında veriyor. Tabi bu biletlerin KDV! si bile olmadığı için fiyat konusu epey esnek. Koparabildiğine veriyor bileti.
Biz de bu final maçına ilk gittiğimizde karaborsayı bir yokladık. 10 liralık biletler kapılarını bize 30 dan açtılar. Bu olay şevkimizi kırsa da , o sırada kadim dostum Svetlin'in arkadaşının (o da bizle maça gelmişti) aklına çok parlak! bir fikir geldi :Ankaragücü taraftar kitlesinin bir neferi olmak. Şimdi yıllarca yüzüne bakmadığımız, yolda görünce yönümüzü değiştirdiğimiz, birazcık entellektüel gibi ortam yakaladığımız anda "Proletarya, Asalak" gibi sıfatlarla yaftaladığımız bu güruhun bir üyesi olma çabasına girmiştik. Her ne kadar bu adamların "eğitimsiz ve cahil" olduğu düşünülse de iş kendinden olanı tanımaya geldi mi kör olmadıkları aşikar. Ki kör olsalar bile koklayarak dahi bizim nasıl bir işin peşinde olduğumuzu anlayacak kapasitedeler.


Bizim gibi "iş peşinde" olan yüzlercesi de Ankaragücü nün hakiki taraftar kitlesinin arkasına yanına ve önüne katılarak arka kapıya yönelince büyük hayal kırıklığıyla karşılaştı. Çünkü kapılar kapalıydı. Maçın başlamasına yaklaşık 1 saat vardı ve kapılar kapalıydı. Çünkü normalde sayıları 100 ila 150 arasında değişen Ankaragüçlüler şimdi en az 500 600 e yükselmişti ve haklı olarak kapılar açılmıyordu. O esnada Svetlin'in arkadaşının aklına bir parlak! fikir daha geldi : Amigo ayarlamak. Şöyle gözüne kestirdiği bir adama gitti ve : "Böyleyken Böyle" dedi. Adam halden anlar gibi oldu ve "10 liraya sokarım" dedi. Sevindik."Tamam abi ne yapıcaz?" deyince “Siz şimdi burada bekleyin , içeri girerken ben sizi bulucam, biri sorarsa Gökhen Abi(Kesinlikle Gökhan değil) 'nin adamıyız biz deyin” dedi.Bizim gibi bekleyen yüzlercesi de galiba Namık, Hasen, Memet abilerinin adamlarıydı.

Dakikalar geçtikçe hakiki Ankaragücü taraftarlarından "Ulan normal sezonda nerdesiniz? Final maçı olunca yığılmışsınız, pez...ler" şeklinde tepkiler alınmaya başlandı. Tepkilerin şiddeti artarken hakiki Ankaragüçlülerin sayılarında gözle görünür bir azalış yaşanıyordu.Fakat bizim gibi Abi'lerin adamları sabit denebilecek boyutta idi.Bizim sınıftan bir kaç kişi öne yığılıp arada kaynamaya çalıştı.O esnada tespit edilen bir kaçı fiziksel şiddet uygulanılarak (Sırta sağlam bir tokat eşliğinde) sıradan uzaklaştırıldı. Bunun ardından bizde bir şaşkınlık ifadesi oldu.Öne yığılan bazı basketbol izleyicileri de kemerler ve atkılar eşliğinde(bkz. Kemerle Dövmek) geriye doğru itildiler. Eğer bir iki sıra önde olsaydık şu an hem bende hem de kadim dostum Svetlin de tarif edilemez kemer izleri kalmış olacaktı. Ara ara "Mavi - Beyaz Türk Telekom" "Akif, Akif ,Akif Üstündağ"(Rant sağlayan Türk Telekom yöneticisi), "P.ç, P.ç, P.ç Mirsad" şeklinde bir çok tezahürat yapsak da bir türlü Ankaragücü amigolarının kalplerine giden yolu yakalayamıyorduk.Ayrıca bizim Gökhen de ortalarda gözükmüyordu. Galiba bizim seçtiğimiz amigo tırt ve yancı bir amigoydu. Maçın başlamasına dakikalar kalmıştı ve ben daha fazla dayanamadım. Çok sevgili Svetlin' e dönerek "Ulan burada rezil olacağımıza bastırırım parayı karaborsaya, yürü lan " deyince o da ikna oldu ve öne doğru yöneldik.Svetlin'in parlak fikirli arkadaşı ise "Yok olum, ya ben burayı alırım, ya da burası beni" diyerek bir Fatih edasıyla orada kaldı.

Hakiki Ankaragücü Taraftarı!

Taraftar sıfatından müşteri sıfatına geçince kendimi rahatlamış hissettim.Artık ipler benim elimdeydi.Çünkü taraftar gömleği bana ne kadar bol gelse de müşteri gömleği ile bir harika gözüküyordum.Çünkü daha önce çok denemiştim bu gömleği.Hemen karaborsacıya yöneldik. Bilet fiyatlarında, son dakikalar olduğundan mütevellit, 5 tl düşüş yaşanmıştı."Abi öğrenciyiz abii, valla abii, hadi be abii," şeklinde biletleri 20 şer tl ye aldık ve karaborsacının yönlendirmesiyle sıranın en önüne geçip( daha doğrusu geçirilip) salondaki yerimizi aldık. Salon tıklım tıklım idi. Fakat nasıl bir şanssa bir amcanın yanında çok da iyi bir yerde 2 kişilik yer bize bakıyordu.Amcaya çaktığımız "boş mu" işaretine amcanın "olumlu" anlamındaki karşı işareti bizi sevince boğdu ve koşarak koltuklarımıza kavuştuk.

İlk periyot bittikten sonra Svetlin'in parlak fikirli arkadaşını Ankaragüçlülerin arasında tezahürat yaparken gördük.Maç sonu "nasıl girdin lan" şeklindeki sorumuza "Almıyorlardı, Demir parmaklıklara tırmanıp salladık, aldılar" şeklinde bir asker edasıyla cevap vermesi açıkçası gözlerimizi nemlendirmeye yetti.

Peki bu macera bize ne kazandırdı, bizden ne götürdü. Apple şirketinin Ceo su Steve Jobs, Stanford mezuniyet töreninde öğrencilere yaptığı konuşmada "Noktaları ileriye bakıp birleştiremezsiniz, ancak geriye dönüp baktığınızda bira anlam ifade eder" der. Yani bu olayın etkilerini hala çözümleyebilmiş değilim aslında. Belki bundan 10 yıl sonra, orada yaşananların analizini ve bana kattıklarını daha iyi anlamlandırabilirim. Şu an için sadece bir "anı".(Sonunda herkes gibi ben de hikayeden güzel çıkarımlar bekliyordum, ama bu kadar bağlayabildim, idare edin artık…)

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Scrubs ve Haftanın Listesi-35


Takip edenler için üzücü bir haber oldu ama bir süre önce Scrubs ekranlara veda etti.(Gerçi Scrubs Interns adında başka bir projeyle devam edeceklermiş ama birçokları gibi benim gözümde de bitti) Genel anlamda (bazen yaşanacaklar çok tahmin edilebilir olsa da) gerçekten de iyi akan bir diziydi. Ailecek olmasa da severek izlerdik. Bu güzel 8 sezon için J.D den Cox'a Turk'ten The Janitor'a herkese tekrar teşekkürler bu blogu takip ediyorlarsa!? (A bi de bi zahmet Türkçe bilsinler) Yazının sonunu sezon boyunca dizide kullanılan en beğendiğim 5 şarkıdan oluşan bir listeyle kapatayım.Hatta haftanın da listesi olsun.
  • Lazlo Bane - I'm No Superman (Dizi Soundtrack)
  • Ted Buckland ve Grubu - Somewhere Over The Rainbow (5. Sezon 7. Bölüm)
  • Boston - More Than a Feeling (5.Sezon 9. Bölüm)
  • Fountains of Wayne -Hey Julie (5. Sezon 9. Bölüm)
  • Red Hot Chili Peppers - Snow (Hey Oh) (8. sezon 18.Bölüm)
Bir de "My Musical" adlı dizinin en eğlenceli bölümü olan 6. Sezonun 6. Bölümü vardır ki ,buradaki bütün şakılar inanılmaz güzeldir. Bir Broadway sanatçısı olan Stephanie D'Abruzzo nun katılımıyla çok iyi hazırlanılmış tekrar tekrar izlenilesi bir bölümdür.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Mr. Fourth Quarter

Geçen sezon sezon için ve play-off'larda ilk işaretleri vermişti. Bu yılda sezon içinde birçok defa takımına son çeyrekte maçı getirdi. Play-off'larda yine kaldığı yerden devam ederek kötü oynadığı maçlarda bile maçın kaderini değiştirdi. İlk turda Philadelphia deplasmanıındaki üçlüğüyle maçı getirdi, ikinci turda son şampiyon Celtics'i deplasmanda 7.maçta evlerine erken yolladı. Son olarak da paly-off'un en formda takımı Cleveland'ın, kendi sahasında kral olan Cleveland'ın başına bela oldu. 

İlk maç kötü oynamasına rağmen asistleriyle ve son periyottaki kritik basketleriyle maçı Orlando'ya getirdi. İkinci maçta ise yine son periyotta devreye girdi ve en kritik hücumlarda önce 3'lüğü sonra da game winner olacak şutu gönderdi ama Lebron 1 sn kala gecenin kahramanı ödülünü çaldı Murat Kosova'nın tabiriyle. Fakat 1 sn kala o şutu soktuğunda Amerikan spiker Hido için Michael Jordan of Turkey dedi ya daha ne olsun. Şu an azılı bir Lakers taraftarı olmasam çoktan Hedo fan klübü kurup ardından da Magic taraftarı olurdum. Lakers şampiyon olamayacaksa Hido olsun bari hehe. Robert Horry gitti gideli böyle performansları özlemiştik hani. İyi geldi. 

22 Mayıs 2009 Cuma

Ateş Su Toprak Tahta




Hastası olduğumuz çizgi dizi Avatar The Last Airbender, bilindiği gibi M. Shyamalan tarafından sinemaya aktarılacak. Filmin şu an için 2010 yazında gösterime girmesi planlanıyor ve ilk fotolar da yayınlandı. Yukarıda gördüğünüz 12 yaşındaki Noah Ringer adlı Teksaslı vatandaş Avatar Aang'i canlandıracakmış. Fiziksel açıdan çizgi dizideki karaktere bir hayli benzediği ortada. Günlük hayatında da kafası traşlı gezen küçük aktörümüze  arkadaşları avatara benzerliğinden ötürü zaten çoktan Aang lakabını takmışlar bile. Genç avatar aynı zamanda tekvandoda siyah kuşak sahibiymiş. İlk filmi. Açıkçası bana çok yerinde bir seçim gibi geldi. Tabi oyunculuk konusunda da problem olmadığı sürece.


Ateş Krallığı varisi Prince Zuko'yu ise Slumdog Millionare ile artık tüm dünyanın tanıdığı Dev Patel canlandıracak. O da zaten siyah kuşaklı bir tekvandocuymuş. Noah Ringer için ise ' her ne kadar aramızda yaş farkı olsa da olası bir dövüşte beni yere serer' diyor. Serer tabi, avatar lan adam boru mu. Patel da gayet şık bir seçim gibi duruyor. Her neyse çizgi dizinin severlerinin büyük bir merakla filmi beklediği gerçek. En azından ben öyleyim. Eşek kadar oluşuma bakmadan Avatarı görünce sevindim. Beklemedeyiz. 


Edit: Hint fakirine attık tuttuk madem. Şu son fotoyu da ekleyelim.


21 Mayıs 2009 Perşembe

Man on Wire

Cumartesi gecesi Ntv'de yayınlanacak 20:00'de.  If Ankara festivali kapsamında sinemada izlemiştim ve gerçekten harika bir belgeseldi. Vizyona girmez diye tahmin ediyodum, bildiğim kadarıyla da girmedi ama Ntv yılın en iyi belgesel oscarını alınca affetmemiş. Helal olsun. Dünyanın en ilginç suçu, en ilginç cezası ve belki de en ilginç kefaretini bu filmin sonunda görebilirsiniz. Kaçırmayın.

***

Bir de gelmişken bir duyuru daha yapayım. Cumartesi gecesi oynanacak LA Lakers - Denver Nuggets maçı için Türkiye'deki Lakers'lılar olarak toplaşıp maçı birlikte izliycez Ankara'da. Geçen yıldan beri başlayan buluşmaların 5. ayağı falan oluyor yanılmıyorsam. Yüreği Lakers için çarpan arkadaşlar varsa bizi takip eden ve katılmak isterlerse bekleriz efendim. Ayrıntıları burdan okuyabilirsiniz. 

19 Mayıs 2009 Salı

Left Right Left Right Left


Malumunuz bir süredir bir tartışmadır gidiyor. Coldplay'in Viva la Vida'sının çalıntı olduğu yönünde. Önce Joe Satriani çıktı, şarkının If I Could Fly'dan çalıntı olduğunu idda ederek, 'bari biraz üzerinde oynasaydınız' dedi. Dava açtı. Yetmedi, bu kez Yusuf İslam Foreigner Suite adlı parçamdan çalıntı dedi. Yakın zamanda da Coldplay çıkıp bir açıklama yaptı, kimseden şarkı çalmadık kardeşim şeklinde.  Teknik detaylardan çok anlamasam da şarkıların epey benzerlik gösterdiği bir gerçek. Koskoca Satriani ve İslam da ha deyince ortaya çıkacak adam değiller zaten. Bu işten ekmek yemeye çalışacak adam hiç değiller. Kısacası şarkı paylaşılamıyor. 

Her neyse tüm bunlar gündemi meşgul ediyorken, birkaç gün önce Coldplay sitesinde ücretsiz olarak 'Left Right Left Right Left' adında bir konser albümü yayınladı. Albümün ses kalitesi, seyirci katkısı, performanslar falan gayet güzel. Şarkı seçimleri de - bir kaç değişiklikle mükemmele ulaşabilecek olsa da- gayet güzel. Laf söylemeye de insanın dili varmıyor, adam mp3 formatında albüm yayınlayınca. Onlar da haklı olarak biraz son albüm ağırlıklı yapmışlar.  Geriye 10 dakikaya indirip, mis gibi dinlemek kalıyor. 

Not: Yaşasın Hafif Müzik.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

O Eli İndir...

Red Hot Chilli Peppers'ın gitaristi Flea, fanatik Laker. Doğuştan diyebileceğiniz türden. Houston'la oynanan 5. play-off maçında ulusal marşı çalacak maç öncesi ve koridorda beklerken ezeli rakip Celtics'in kaptanı Pierce'a güzel bi bakış atıyor. Camiamız büyük şükürler olsun. 

Haftanın Müzik Listesi - 34 / Eurovision


Malumunuz yarın akşam Eurovision şarkı yarışması finali yapılacak. Hadise'nin baldırıdır, bacağıdır, elbisesidir derken bu yıl eurovision ülkede çok sağlam gündem yaptı. Ben bilmem, bu eurovision işinden de pek anlamam. Ailecek izlenecek bir eğlence bile olmamıştır benim için eurovision hiçbir zaman. Şöyle de bir göz attım yarı finale, arkadan güldür güldür erkek sesi geliyordu, onu diyebilirim ancak. Ben anlamam dedim ama okuyucumu da bir bilene yollarım elbet. Eurovision tarihimizle ilgili Leblebici'nin elinden çıkmış şu harika bir yazıya buyrunuz. Ben de bu yazıyla bilgilendim ve bu haftaki listeyi de geçmiş yıllarda bizi eurovisionda temsil eden şarkılardan yaptım.

  • Şebnem Paker - Dinle
  • Semiha Yankı - Seninle Bir Dakika
  • Sertab Erener - Everyway That I Can
  • Klips ve Onlar - Halley
  • Athena - For Real
Şebnem Paker'in Dinle'si kesinlikle bambaşka. Şarkının bitişiyle İngiliz spikerin zevkten kahkaha atışı bile başlı başına yeterli herhalde. Bu kız ne oldu da kayboldu. Hala 32 yaşında. Seninle Bir Dakika ilk eurovision şarkımız. Orda başarılı olamasa da 30 küsür yıl sonra bile, başka da başarılı bir çalışmasını duymadığım Semiha Yankı'nın adını bugünlere taşımaya yetecek kadar tuttu buralarda. Candan Erçetin'in de içinde bulunduğu ekibin seslendirdiği Halley de yabana atılır cinsten değil. Melih Kibar-İlhan İrem ikilisinin parmağı varmış işte zaten. Yalnız o drumları çalan abinin omuzları fake desin biri lütfen. Buna ihtiyacım var, lütfen. Herkesin bildiği gibi Sertab Erener ilk ve tek birinciliğimizi aldığımız şarkıyı seslendirdi, es geçmeyelim dedim. Son olarak da benim çok beğendiğim For Real. Eurovisionun temsil ettiği popüler kültür tarzına uzak olmasına rağmen kazandığı 4.lük de önemli bir başarı bana göre.

Not: Bahsettiğim bütün şarkıları da ilgili yazıda bulabilirsiniz. Hadi bakayım Hadise, bu yıl eteklerimizi havalandırıcaz biraz.

15 Mayıs 2009 Cuma

İnsanoğlunun Yeryüzündeki Bilmem Kaç Yıllık Yürüyüşü


İki üç gün önceydi. İşte şu Beşiktaş – Fenerbahçe maçının olduğu gündü. Maçın başlamasına yarım saat falan kala burada çok şiddetli gök gürültüleri ve bilumum yıldırımlar silsilesi cereyan etmeye başladı. Burası dediğim yer de Kütahya bu arada. Ege bölgesinin küçük beslemesi gibi Kütahya. Her özelliğiyle İç Anadolu gibi olmasına rağmen ucundan Ege’ye sığınmış. Literatürde Ege’de gözüküyoruz. Her neyse, bu şiddetli yıldırımların şehirdeki televizyon kanallarının vericilerinin trafolarına düşmesinden mütevellit TRT hariç ulusal kanalların hiçbirine ulaşamaz hale geldik. İki gün önce birkaç münasebetsiz yıldırım düştüğü için televizyon yayınımız gitti, maçı izleyemedik ve biz 21inci yüzyıldaydık.

Ertesi gün televizyon yayını halen gelmemişti. TRT serisi hariç hiçbir kanal yoktu. Haliyle TRT’ye dadandım. Eurovision şarkı yarışmasının nostaljik görüntüleri yayınlanıyordu. 70ler 80ler 90lar falan çok acayip. Birbirinden vasat şarkılar, birbirinden berbat sahne şovları. Onları izlerken ben oturduğum yerde onların yerine utandım adeta. İyi ki günümüz müzik ve şov anlayışı değişmiş diye aklımdan geçirdim. Sonra bu senenin Eurovision şarkı yarışmasının yarı final yayınına geçtiler. Lakin 70lerden bugüne değişen hiçbir şey yoktu. Şarkılar eskisinden bile kötü ve aynı itici, yapmacık sahne şovları. Şov bile değil hatta dilim varmaz şov demeye. Bir takım sahne hareketleri diyorum o yüzden. Birkaç münasebetsiz yıldırım yüzünden televizyon yayını iki gündür yoktu, bu Eurovision denilen yarışmadaki kalite değişen toplum düzeniyle değişmemiş hatta daha da geriye gitmişti ve biz 21inci yüzyıldaydık.

Eurovision muhabbeti iyice beni bunalttıktan sonra kitap okuyayım bari dedim. “Kürk Mantolu Madonna” adlı kitabı aldım elime. Her şeyiyle mükemmel bir kitap. Daha önce de okumuştum şöyle bir altını çizdiğim yerlere bi bakayım dedim. Kitap olsa olsa 1940larda yazılmış. Bir adamın bir kadına olan inanılmaz bir aşkını anlatıyor ve adamın aşık olduğu kadın inanılmaz derecede tutarsız, anlaşılamaz, çözülemez bir karakter. Bir çok yakın davranıyor, bir çok uzak. Bir gün çok neşeli, öbür gün değil. 1940lardan bu yana kadınlar da değişen toplum düzeniyle değişmemiş olduğu yerde saymışlar. Birkaç münasebetsiz yıldırım yüzünden televizyon yayını iki buçuk gündür yoktu, bilmem kaç yıllık Eurovision tarihinde yıllar boyu bir arpa boyu ilerleme kaydedilememiş hatta muhtemelen geri bile gidilmişti, kadınlar 70 yıldır en ufak bir değişim göstermemiş hala anlaşılamaz bir o kadar karmaşıklardı ve biz 21inci yüzyıldaydık.

Şimdi yüksek affınıza sığınarak şunu demek istiyorum: “Değişen toplum düzenine ve modern topluma sokuyum. Nasıl bir değişim lan bu?”

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Dört Mevsim


Yağmurda yürümeyi hiçbir zaman sevmedim. Niye seveyim ki zaten. Birisi yolda yürürken beni ıslatsa döner küfrederim adama. Kim olsa küfreder. Lakin yağmur biraz tanrısal olduğu için insanlar bir şey demiyor. İşin garip tarafı seviyorlar bir de. Tamam sonuçta insanın kafasına mermi atmıyorlar ama ne bileyim insanlar yağmuru seviyorlarsa sırf adına yapılan şarkılardan ve filmlerdeki duygusal sahnelerden falandır bence. Tribale girmek için güzel bir atmosfer oluşuyor sonuçta. Yine de sevdiceğimle yağmurlu bir havada yürümek yerine pırıl pırıl bir güneşin altında yürümeyi tercih ederim. Bunlara rağmen yağmura karşı bir nefretim yok, nötr bir tutum sergiliyorum.

Ama kış mevsiminden hakikaten nefret ederim öyle böyle değil. Elimi kara değdirmeden geçirdiğim kış mevsimleri bilirim öyle bir nefret. En son kardan adamı orta okulda, en son kartopu savaşını lisede yaptım ben. Bence bir insan kış mevsimini seviyorsa o insan kesinlikle kaloriferli evde büyümüştür. Sobalı evde büyüyen hiçbir insan evladı sanmıyorum ki sevsin kış mevsimini. Sobalı evde büyüyen çocuk için kış mevsimi; tek bir odaya hapis olmaktan, sabahları titreyerek uyanmaktan, odalar arası iklim farklılıklarından ve tüten sobanın yarattığı is kokusundan fazlası değildir. O çocuklar ki ilk baharı tüm coşkularıyla kutlayandır, değerini bilendir.

O çocuklar ki her zaman ileride güney sahillerine göç etmekten bahsederler. Çünkü bilirler ki oralarda kış mevsimi yumuşak geçer ve kar yağması ender rastlanan bir doğa olayıdır. En sevdiğim şehir İzmir’dir benim mesela. Çünkü hiç gitmedim. Ama havası sıcak, denizi falan var ondan herhalde. Hayalimdeki cennetin tasviriyle, hayalimdeki İzmir'in tasviri çok yakın birbirine. Kışlar ılık geçiyordur orada, kar bile yağmıyordur belki. Kesinlikle İzmir’e göç edeceğim, hiç olmadı Antalya.

12 Mayıs 2009 Salı

Paylaşmak İstedim - 8


İnternette çok sık rastladığım videolar yazılar falan var şu aralar. 90larda çocuk olmak tandanslı ve sonu “hangimiz o günleri özlemiyoruz ki” şeklinde son bulan videolar. Sobada kızartılan ekmeğin tadından dem vuranlar, ateri oynamaktan “duck hunt” oyunundan bahsedenler, yonca evcimik falan diyenler bile var. Zerre özlüyorsam şerefsizim o günleri. 90ların tek güzel yanı televizyonda “Back to the Future”ın çok sık yayınlanmasından başka bir şey değildir. İnsanların sürekli bu geçmişe özlem duyması ve bu özlemi sağda solda dile getirerek ekmek yeme çalışmaları hakikaten şaşırtıyor beni. Ne biçim bilgisayar oyunları var şimdi ne "duck hunt"ından bahsediyosun sen arkadaşım? Alsan toplasan şu adamları bir adaya doldursan versen sobayı, versen atariyi, versen yonca evcimiği, çılgın bedişi yemin ediyorum bir hafta sonra hepsi pes eder modern toplumun bokunu yiyim ben, kurtarın beni buradan diye inlerler. Birbirimizi kandırmayalım.

Banksy


Fast food çılgınlığımın bir gün beni - yedikten sonra - bu denli bahtiyar edebileceğini  hiç düşünmemiştim. Burger kingten yurda sipariş vermiş, yemiş doyuma ulaşmışken kese kağıdımsı poşetin içinde WHOP diye bir dergi bulmuştum. Kendisi Burger King'in aylık popüler kültür dergisiymiş, adını da en sevilen ürünleri ‘whopper’dan alıyormuş. İşte o dergiyi ne var ne yok diye karıştırmam Banksy ile tanışmama vesile olmuştu.   

Banksy kimliğinin gizli oluşuyla ilk etapta gizemli bir hava yaratıp ilgi toplamayı başarıyor. Savaşa ve kapitalizme çok yerinde olan protestosu, sokaktan geçen yüzlerce insanı her gün adeta uyanmaya çağırıyor. Bunu yaparken aynı zamanda göze hitap edip, bir durup düşündürtmesi, 'vay be' dedirtmesi onu bence son zamanların gerçek toplum sanatçısı kılıyor. Banksy'nin de düşündüğü gibi çok da söze gerek yok aslında.

Not: Tanışmanın da bu kadar ironiği..

by Pek Sevgili Frambuas


10 Mayıs 2009 Pazar

Bir Bardak Çay


Gece Spicoli ile konuşurken aklımıza eski günler geldi. Lise sonda ÖSS uğruna girmediğimiz ortamın, sınav uğruna çekmediğimiz çilenin kalmadığı günler tabii. Bir hocamız vardı dershanede sağolsun bizi Rocky'yi çalıştıran yaşlı antrenöt gibi çalıştırdı sene boyunca. Şunu yapın dedi yaptık, bir dediğini iki etmedik sonunda da istediğimizi aldık. Her neyse Spicoli dedi ki şimdilerde bu hocamız aynı şeyleri başka öğrencilerle yapmaya çalışıyormuş uzaklarda bi yerlerde. Tabii öğrencilerden şikayetçi kendisi, bizim gibisini bir daha nerden bulacak. Dediklerini yapmazlar, çalışmazlar, şu kitabı git al çöz dese çözmezlermiş. O da eski öğrencilerim gibisi yok falan demiş bizim Spicoli'ye. Biz de düşündük eski kadro yeniden bi toplansa gitsek hocaya hocam bizi çalıştır yeniden liderlik yap bize desek, gözleri dolmuş bir halde sarılır heralde. Tus var Dus gelicek diyorlar falan hakkaten çalışmamız da lazım hani. İşte o sırada dedik ki hocamız FEM dershanelerinin geleneklerini bırakmış olsa da oturup karşılıklı iki rakı içsek, eskileri konuşsak. Ne güzel olurdu hakkaten. Sonra da ulan ne rakısı anca çay içilir öyle bi ortamda, çayla da nereye kadar gider bu muhabbet dedik. (Bilmeyenler için hatırlatayım FEM dershanesi ortamında sadece çay içilir. Her zaman çay vardır, hiç bitmez. Her an demlenme olasılığı da vardır ayrıca.) Sonrasında böyle bi köşeye karar verdik, çikolata gibi aynı.


Neyse şimdi esas hikayeye geçelim tanıtım kısmı bittikten sonra. ÖSS'ye az vakitler kala kamp falan ayağına dershanenin ayarladığı bir yurtta kalıyoruz o zamanlar okuldan 10 kişi falan. Aralarında işte Spicoli var, sadık yorumcumuz Feri, ksp arasıra da olsa gelir falan. Dünya Kupası başlamış o zamanlar da Hollanda, Arjantin falan acayip top oynuyo. Biz de Feri'yle bi gün gidip izleyelim bari şu maçı diye kalktık gittik tv odasına. Çok süper bir televizyon var odada ama kanal ayarı denen bişey yok. Kanalların %80'i STV. Her kanal değiştirdiğinizde STV geliyo karşınıza. Maçı izlemeye gittiğimiz sırada da tv odasında yurt görevlisi bir abi vardı 28-30 yaşlarında falan. Dünya kupası izlicez abi biz dedik, önce bi bize baktı düşündü. Dünya Kupası ne, Fransa 98 vardı hani onun gibi bişey mi dedi ve STV'yi açtı hemen. Tabi bu lafın üzerine bizim Feri kalktı gitti, odayı terketti yemişim dünya kupasını lan şu düştüğümüz hallere bak dercesine. Bizim abi de hemen ordan birine seslendi, çaylar geldi, STV'de Sırlar Dünyası izlendi yine. Aynı programın 9.cu tekrarı olarak. 


Scream for me AFM!

"we shall go on till the end
 we shall fight in france, 
 we shall fight in the seas and oceans, 
 we shall fight with growing confidence and growing strength in the air, 
 we shall defend our island, 
 whatever the cause may be. 
 we shall fight on the beaches, 
 we shall fight on the landing grounds, 
 we shall fight on the fields and in the streets,
 we shall fight in the hills. 
 we shall never surrender!" 


Film Winston Churchill'in şu sözleriyle açıldı, tüyler diken diken haliyle. Sonrasında da Mumbai'deki müthiş konserle başladık tura, Aces High ile. 

2 saat boyunca afm sinema salonu bir stadyum oldu biz Maiden severler için. O atmosferi yaşayabilmiş olan faniler tabi biz yaşayamayanlar kadar pek de heyecanlanmadı ama onların da aklına konser sırasında yaşadıkları gelmiştir eminim ki. Sadece tek gün ve o da gecenin son iki seansında gösterimde olacak olan bu belgeseli izlemiş olmanın tatlı huzuru var şu anda bu satırları yazarken. Tabii bir yandan da böyle bir atmosfere daha önce şahit olamamak hatta ve hatta şahit olamadan bu dünyadan göçüp gitme korkusu var içimde. Ülkemizdeki organizatörler lütfen buna izin vermeyin, bu kulaklar Scream for me İstanbul! nidalarını duymadan işlevini yitirirse hakkımızı hiçbiriniz ödeyemezsiniz.



"Somewhere Back in Time" turnesi süresince Ed Force One adlı uçakla solist Bruce Dickinson'un pilotluğunda 45 günde gerçekleştirilen 21 konserin hikayelerinin anlatıldığı videoda tüm dünyadaki Maiden sevgisini çok net bir şekilde görebiliyorsunuz. Konseri izleyebilmek için işi bırakıp komşu ilkeye gidenler, Iron Maiden'ı bir din olarak benimseyip ona tapanlar, en katı kuralların olduğu katolik kilisesinde papaz olan bir adamın herşeye rağmen vücudan 178 tane Maiden dövmesi yaptırması, konser sırasında en güzel yeri kapabilmek için yemek ve su olmadan 1 hafta boyunca çadırda yatanlar ve bu çadır kuyruğunun 2 km kadar uzaması...

İşte tüm bunlar neden Iron Maiden'ın tüm dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük gruplarından biri olduğunu açıklamak için yeterli sebepler. Gün gelecek biz de Maiden! Maiden! Maiden! diye tempo tutarak konser alanlarına koşacağız inşallah.

8 Mayıs 2009 Cuma

The Basterds


Tarantino'nun son filmi Inglourious Basterds 21 Ağustos'ta gösterime girecek. Tabi şanslı bir azınlık Cannes'da erkenden filmi görme şansına erişicek orası ayrı.  Dört gözle beklediğimiz filmde Pitt Nazi kanına susamış Aldo Raine adlı bir teğmeni canlandırıyor. Boynundaki yara izi dikkat çekici. Tarantino yaklaşık 10 yıldır üzerinde çalıştığı filminin bir savaş filmi olduğu kadar spaghetti western tadında da olacağını söylüyor. Yahudi-Amerikanlardan oluşan ve 'The Basterds' denen bu Nazi kafatası peşindeki tayfa, Tarantino'yu istediği kadar kana doyurur herhalde artık. The Basterds demişken; Eli Roth'un da kelimenin hakkını fazlasıyla verdiğini söylemek lazım. Kesinlikle zevk alır gibi.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Haftanın Müzik Listesi - 33


  • Leonard Cohen - Hallelujah
  • Björk - Play Dead
  • Bob Marley - Burnin and Lootin Tonight
  • Coldplay - Hardest Part
  • Derin Esmer - Gerçek Hayat
Bu hafta listede başı büyük usta Leonard Cohen çekiyor. Bu yaz geliyor diyorlar, hatta iksv açıklama falan yaptı, pusudayız. Play Dead Björk'ün ilk solo albümü Debut'den nefis bir parça, çığlıklar öldürücü. Dinlemeye bıkılacak gibi değil. Burnin and Lootin Tonight marijuana sever dostumuzun pek popüler bir işi değil, ama iyidir. Hardest Part'ın kendisi de iyi kabul ama esas bomba klibi. 84 yaşında şahsen kadayıf gibi olmayı bekliyorum, o kadar yaşarsam. Son olarak ise yeni albümünü hazırlamakta olan Derin Esmer'den albüm hakkında küçük bir ipucu. Müzik sözlerin biraz fazla önüne geçmiş sanki, zira fazla iyi. 5. dinleyişimde ancak sözlere odaklanabildim.

Not: Elime Şilili progresif gruplar, epey eski Arap hard rocklar falan değişik gruplar geçti. Yakında hepsini meşhur edicem burda, heh heh. Derin Esmer linki için de Cem'e teşekkürler.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Karanlıkta

Arsenal - Manchester United maçı için tv karşısına geçtik heyecanla. Ama ne yalan söyleyeyim sıkıcı bir maç oldu. Belki United tayfasıyla James Joyce İrish Bar'a gidebilsem böyle konuşmazdım ama evde tek başına izlemek zevk vermedi. 8. ve 11. dakikada gelen goller maçı çook erken bitirdi. Ondan sonra formaliteden oynandı maç. United taraftarı olmama rağmen pek zevk almadım, umarım yarın da aynı senaryoyla karşılaşmayız.

Arsenal'le ilgili olarak da söyleyeceklerim var. Öncelikle Wenger'e değinmek istiyorum. Gençleri bulma konusunda profesörsün, onları oynatma ve hazırlama konusunda üstüne diyecek yok ama iş kupaları kaldırmaya gelince loser bir adamsın kusura bakma. İşi sürekli bi yere kadar getirip orda kalıyorsun yıllardır. Tabii bundaki en büyük etken genç sevdası. Ya bu sevdadan vazgeçeceksin ya da kupalardan. Aynı zamanda hem genç bir takım kurup hem kupalarda kaldırabiliyor gerçi ama o zaman da biraz para harcamak gerek. Bugün takımın ilk 11 oyuncusu sakatlığında yerine oynayacak adam 17 yaşındaki bir çıtır olursa böyle bir maçta en ufak hatasında maçı bitirir rakipler işte. 

Bugüne kadar pek çok defa bir takımın seyircilerinin stadı erkenden terkettiğini gördüm ama bugünkü sahne hayatımdaki bir rekor olabilir bu konuda. 60. dakikada Arsenal taraftarının bir kısmı stadı terkediyordu. Şampiyonlar ligine yakışmayan görüntülerdi tabi bunlar. Manchester United şampiyonlar liginde 25 maçtır yenilmeyerek bir rekor kırdı. Arsenal'i ilk kez Emirates'de yendi. Arsenal'de 24 maçtır evinde yenilmeme serisini kaybetti. Son olarak da United finali kazanırsa bu kupayı üst üste kazanan ilk takım olacak. Fletcher ne gerek vardı be koçum.

5 Mayıs 2009 Salı

Bir Kutu Çikolata - 3


Bir arkadaşım hoşlandığı aynı zamanda yazdığı bir kızla soğuk bir kış akşamı yürümekteydi. Ansızın çiçek satan bir çocuk yaklaştı. "Abi bu güzel ablama bir gül almaz mısın?" dedi. Hoşlanılan ama henüz açılmak için çok erken olan bir kızla gezerken çiçek satan çocuk gelince erkeğin içine girdiği ruh hali insanın içini forrest gump'ın dramından bile daha çok etkiler. Haliyle arkadaşım afalladı. Ne yapacağını bilemedi. Çocuk devam etti "abi bu güzel ablaya bir gülü de mi layık görmüyorsun?". Damardan girmişti. İyice çaresiz duruma düştü arkadaşım. Salak gibi oldu. En sonunda kız lafa girdi "o benim kardeşim gibidir kardeşim gibi severim onu gül almasına gerek yok hadi çocuğum" dedi. Çiçekçi çocuk mutsuz oldu, arkadaşım mutsuz oldu. Bir çiçekçi çocuğun genç bir aşığın hayallerini nasıl suya düşürdüğünü, yürekleri nasıl dağladığını dinlediniz. Hayat bir kutu çikolata gibidir. Çok sıcakta erir.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

La Haine


50. kattan aşağı düşen adamın hikayesini duydunuz mu? Her katta kendi kendine söyle der: ''Şu ana kadar iyiyim, şu ana kadar iyiyim, şu ana kadar iyiyim...''

Önemli olan düşüş değil, yere iniştir.

3 Mayıs 2009 Pazar

Geliyoruz

Bugüne kadar buraya taşımadım ama bilen bilir çekirdekten yetişme fanatik Bursaspor sevdalısıyımdır. Bugüne kadar buralara taşımamı gerektirecek bir heyecan oluşturacak bir durum da yoktu ama son haftalardaki sonuçlar artık gizlenemez bir heyecanın oluşmasına neden oldu yeşil-beyaz sevdalılarında.

Yıllar önce, 95-96 sezonunda, babamla birlikte Bursaspor'un her maçına giderdik. İşte o zamanlar İntertoto kupası ilk kez düzenleniyordu. Bursaspor'daki bir önceki sezondaki 6.lığı sayesinde kupaya katılmıştı. İşte o zaman Türk futbolu Mususi'yi, Baliç'i, Ercüment'i, Nejat Biyediç'i, ve 'timsah yürüyüşü'nü tanıdı. Final maçında Alman Karsluhe takımına penaltılarda kaybettiğimiz gözlerim şişmişti ağlamaktan. O gün bu gündür gün yüzü görmedik zaten. Küme düşmekten son haftalarda kurtuluyoruz derken bir sene kendimizi ilk kez küme düşerken bulduk. 

Şimdi ise çok farklı bir heyecan hakim Bursa'ya. Bugün de Antalya'dan 3-2 ile dönen takımı Yalova'da karşılanacakmış, keşke orada olabilseydim.

 Ertuğrul Sağlam'la birlikte gelen performans Bursaspor'u Uefa için çok iddaalı bir yere taşıdı. Önümüzdeki tek engel Galatasaray ve aradaki puan farkı sadece 1. Bursapor ve Galatasaray formlarını düşününce çok da zor değil hani. Bu rüya bitmez de yeniden Avrupa'yı titretmek için çalışmalara başlarız umarım. Timsah yürüyüşü geri geliyor...


2 Mayıs 2009 Cumartesi

Paylaşmak İstedim-7


Geçenlerde CNBC de Gossip Girl isimli diziye rastladım.Bir 5 dk izleyince dizide benim gerçek hayatta tahayyül bile edemeyeceğim hayatlar yaşandığını farkettim. Kızın biri hakkında pis bir dedikodu yaydılar okulda ve kız artık buna daha fazla dayanamayacağını anlayınca annesine gitti ve "Bir dönem Fransa'ya gidip orada okumak istiyorum" dedi.Annesi de kızının saçını okşayıp "Elbette kızım" dedi.Sonra yavaşça yerimden kalkıp mutfakta yemek yapan annemin yanına geldim ve "Anne bir dönem Fransa'da okumak istiyorum" edim. Annem de " Elbette oğlum" diye cevap verdi. Hayat devam etti. (Fikir:Mine , Ya da yazmiym lan.Neyse hadi...)

1 Mayıs 2009 Cuma

La Dolce Vita



2. Dünya Savaşı milyonlarca insanın ölümüne ve daha birçoğu için daha kötüsüne neden olmuş tarihin en utanç verici olaylarından biri muhakkak. Yine de, kazara da olsa sebep olduğu güzel şeyler de var. O yıllarda, Mussolini'nin ülkesini uçurumun kenarına kadar sürükleyip aşağı atmasıyla çöken İtalyan ekonomisinin vaziyetinden uçak fabrikası sahibi Enrico Piaggio da nasibini alır. Fabrikasının yerle bir olmasının ardından Piaggio uçak mühendisi Corradino Dascino'dan kişisel ulaşım için bir araç tasarlamasını ister. Sonunda 1946'da Dascino Vespayı tasarlar. İlk olarak 15 adet üretilen vespaların sayısı 10 yıl içinde 1 milyonu bulur ve Vespa yavaş yavaş diğer Avrupa ülkelerine de yayılır. Nihayetinde bugün, Vespa tüm dünyada ulaşım aracı olmanın yanında başlı başına bir ikon, bir tarz göstergesi olmuş durumda. Şu bebeklerden biriyle bir gün Floransa sokaklarında tozu dumana katmak umuduyla. 


Not: Eski Bravacasaları karıştırıyorum şu sıralar, cevher bol. Ayrıca daha çok Vespa için konunun meraklısı Trofolo'ya göz atmalı.