31 Ekim 2008 Cuma

İnsan Sarrafı


Yayinlandigi kisa dönemde basarili bulmustum. Insanlarin, fiziksel degil de düsünsel mücadelelerin yasandigi mecralardaki hareketlerini izlemek her zaman özel zevkim oldu zaten. Digerlerine caktirmadan birbirlerine mesaj verme cabalari. Rakiplerini uyutma cabalari. Mehmet Auf ve Pakize Suda sunuyordu programi. Pakize Suda tam süs esyasi gibiydi de Mehmet Auf`u her tur sonunda, turun yorumlarini yaparken izlemek en büyük keyfimdi programdaki. Bos adam degildir kesinlikle. Programin formati basitce, her tur basinda yarismacilarin her birinin ellerindeki butonlara ayni anda basmak suretiyle mavi ya da kirmizi odadan birini secerek, o odaya gitmesi ve 2 odadaki yarismacilar da basbasa kaldiktan sonra her yarismacinin tur sonunda gitmesi icin bir ismi oylamasiyla aciklanabilir. Cok basit ve cok insani. Kücük bir popülasyon. Ilkel hisler. Finalde ne oluyordu hic hatirlamiyorum. Mesut Yar ayni adli bir program yapacakmis Tv 8`de. Herhalde ayni programdir. Keske yapmasaydi, tadi damagimda kalmis yapimlardan biri olarak kalsaydi.

Öngörü


25 Aralik 2000 tarihli sayidan.

30 Ekim 2008 Perşembe

Kişi Adları Sözlüğü

Gerek günlük konuşmada gerekse okuduğumuz yazılarda, aslında birçok kelimenin anlamını tam olarak bilmiyoruz. Hele insan isimleri konusunda tamamen eksiğiz. Kimisi kendi isminin bile anlamını bilmiyor. Geleneksel ve dini kökenli bazı isimlerin anlamlarını bilmek, yeni yeni yerleşen “modern” diye tabir ettiğimiz isimlere göre daha zor tabi. İşte bu noktada Türk Dil Kurumu’nun internet sitesinde hizmet veren ”Kişi Adları Sözlüğü” devreye giriyor. Sözlüğü ilk keşfettiğimde hemen kendi ismime ve çevremdekilerin isimlerinin anlamlarına baktım. Kimisi gerçekten de ismiyle müsemma, kimisinin ise alakası yok. Mesela Osman ejderha veya bir kuş anlamına geliyormuş. Sedat ise doğrulukla ilgili demekmiş. İsmail Tanrı’yı işiten, Göktuğ ise savaşmayı seven kimse demekmiş. Açıkçası ben epey beğendim sözlüğü. Sizin de merak ettiğiniz isimler varsa, sözlüğe buradan ulaşabilirsiniz.

Yorgunluk Kahvesi



Yaratici hareketlerin imkansizlik anlarinda daha yogun bicimde ortaya ciktigi bir gercek. Gecen ay evdeki su isitici bozuldu. Bay Ö. nün ,"evdeki her türlü elektrikli aleti tamir edebilecegini idda eden baba" rolüne soyunmasiyla yenisini almadik, aldirmadi. Bugün nüksetti ariza. Kahve bagimli bir yasamim oldugundan bu su isitici en elzem aletlerimdendir. Mecburen cevzeyi ocaga koydum. Sonra dedim ki, madem cevzede isitilacak bu su, icine kahvesini, sekerini falan atsam da türk kahvesi gibi yapsam nasil olur acaba. Denemekten zarar gelmeyecegi üzere, yaptim. Hosuma gitti. Sanki daha bir cözünmüs suyla beraber isininca kahvemin icerigi. Tadi daha güzel geldi bana. Belki de psikolojiktir durum bilmiyorum; ama iyiydi yani. Yanin da bir adet camel ve Lost for Words ile servisi tavsiye olunur. Hem günün yipranmisligina uyanis hem de dinlenis. Sahi var midir güzel bir müzik ile beraber adami dinlendirecek daha iyi bir icecek?

David Gilmour`in sesiyle:

I felt persecuted and paralyzed,
I thought that everything else just would wait.

İnternet Nesli


Çok garip bir nesil yetişiyor dostlarım. İnternet gibi uçsuz bucaksız bir bilgi kaynağı her gencin elinin altında artık. Bilgiye ulaşmak falan müthiş. Lakin garip bir şekilde insanların bilgilenip entellektüel birikimlerinin artması gerekirken, aksine bilgiden uzaklaşan ve de inanılmaz bir hızla yozlaşan garip bir nesil yetişiyor. Okumayan, dinlemeyen, öğrenmeyen, internette birilerinin güdümünde sürüklenen garip bir nesil.

Beni bu yazıyı yazmaya iten en önemli sebepten bahsedeyim sizlere. Facebook denen bir oluşum var hepinizin bildiği. Ben de içindeyim bayadır bu oluşumun. İşte dün gene girdim facebooka. Anasayfada Ali şunu yaptı, Fatma bunu yaptı tadında bir şey çıkıyor hani.  İşte orada görüğüm bir cümle beni çok derin düşüncelere sevk etti. "Ayşe became a fan of Atatürk". 

Ne kadar garip olmuşuz artık. Atatürk, arkadaşlara hava atmak için internet üzerinden "fan"ı olunan birisi olmuş. Herkes de kabullenmiş bu durumu. Yani insanlara garip gelmiyor. Ayşe'nin de kafası rahat çünkü Atatürk fan club'a üye olarak siyasi duruşunu belli etti, çünkü cumhuriyet değerlerine sahip çıktı. Ayşe'nin kafası rahat çünkü hoşlandığı erkeğe, bak ben de Atatürk seviyorum, böyle modern böyle inanılmaz bir cumhuriyet kızıyım mesajı verdi. Ayşe muhtemelen ilerleyen günlerde çocuk pornosunu msn iletisinin başına çocuk simgesi koyarak protesto edecek. Ayşe muhtemelen kişisel iletisini "ampülü söndürmenin vakti geldi" diye değiştirecek seçimler yaklaştığında. Belki de bir iki sözlük sitesi gezip oradan daha afilli bir tepki cümlesi bulacak kelime esprili falan. Etkileyecek arkadaşlarını. Hoşlandığı erkeğe hem espriliyim gündemi de takip ediyorum, tepkimi de çok pis koyarım mesajı verecek. Vicdanı hep rahat olacak Ayşe'nin. Ayşe muhtemelen hiç gazete okumayacak, Ayşe muhtemelen hiç kitap okumayacak. Arkadaşlarının kişisel iletilerinden ve de forward maillerden takip edecek gündemi. Fanı olduğu Atatürk'ü wall'a yazılanlardan öğrenecek. Belki bir yazı da o yazacak oraya "Atam sen rahat uyu biz yeniden kalkındıracağız bu ülkeyi" diyecek.  

Dün cumhuriyetmizin 85. yılını kutladık. Ayşe 85. yılda Atatürk'e fan olarak daha katmerli bir şekilde hissetti bu coşkuyu içinde. Ayşe umutlu ülkeyi kurtaracaklarından. Ben mi? Umudumu kesmek üzereyim.

Les Coquelicots

Oscar Claude Monet, 1873

29 Ekim 2008 Çarşamba

Kutlu Olsun

*Fotograf 29 Ekim 1936`da cekilmis.


Türkiye Cumhuriyeti`nin 85. yili kutlu olsun.

Burn After Reading


Coen biraderlerin son filmi. 1 senedir gündemimde film. 12 Eylül`de Amerika`da gösterime girince, bakindim ne zaman buralarda gösterilecek diye. Bir karsilik bulamayinca üzüldüm haliyle. Bu da yillarca beklemese bari dedim. 25 sene gösterilmemis film var hali hazirda gecmisimizde. Neyse ki bu kez o kadar sürmedi. 28 Kasim`da Türkiye`de gösterime giriyor Burn After Reading. Müthis bir oyuncu kadrosu var. John Malkovich, Brad Pitt, Tilda Swinton, George Clooney ve Frances McDormand öne cikan isimler. Clooney`nin aktörlügünü biraz abartilmis bulsam da Malkovich fazlasiyla dengeler onu. Yurt disinda izleyenler de genelde filmi eglenceli bulduklarini söylüyorlar ve begeniyorlar. 1 ay var önümüzde. Bekliyoruz.

28 Ekim 2008 Salı

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 7


2004 yapımı bir Tim Burton filmi Big Fish. Oyuncular, Evan Mcgregor, Helena Bonham Carter, Danny De Vito gibi Hollywood'un önde gelen isimlerinden. Müziklerini Danny Elfman yapmış. Hatta Oscar adaylığı da vardı müzik dalında. Film hayatı boyunca insanlara çeşitli hikayeler anlatan bir baba ile hikayelerden pek de hazzetmeyen oğlunun, baba ölüm döşeğindeyken birbirleriyle yüzleşmelerini ve birbirlerini tanımalarını anlatıyor. Baştan sona masalsı bir dille ilerliyor film. Tim Burton filmlerinde genelde var olan karanlık puslu hava yok. Hatta filmde öylesine renkli bir atmosfer var ki büyülenmemek elde değil. Oyuncuların performansları oldukça iyi; ama yine de insan Evan Mcgregor'un yerine Tim Burton filmlerinin gediklilerinden Johnny Depp olsaydı ne olurdu diye düşünmeden edemiyor. Yine de Evan Mcgregor'un da hakkını vermek lazım. O rolün hakkını fazlasıyla vermiş.

Tim Burton filmlerine özel bir ilgim vardır; ama bu film diğer Tim Burton filmlerinden ayrı bir yerdedir benim için. Hatta hayatımın en özel filmlerinden birisidir. Sürekli bir iki sahnesini izlemek için açtığım sonra dayanamayıp baştan sona izlediğim her seferinde farklı bir sahnesinden etkilendiğim her seferinde farklı bir şeyler yakaladığım bir film. İzledikçe insana saf bir mutluluk veriyor. Mutlaka izlenmesi gereken filmlerden biri diyor ve şiddetle tavsiye ediyorum.

Haftanın Müzik Listesi - 7


  • Def Leppard - Love Bites
  • The Police - Every Breath You Take
  • Whitesnake - Here I Go Again
  • Cranberries - Animal Instinct
  • Pink Floyd - Marooned

Devam



Pazar aksami kürkcü dükkanindayiz demistik. Nerden bilelim dükkanin önünü kapatacaklarini. Inanilmaz derecede aptal bir is oldugundan konunun detaylarina hic girmeyecegim. Zaten Sedürt gayet güzel deginmis bu mantiksizliga. Benim icin tüm tepkilere ragmen süpriz oldu engelin bu kadar kisa sürede kalkmasi. Agir bir kapanis yazisi yazmak icin girdigim internet sasirtti beni. Gerci gecici süre ile kaldirilmis yasak, eksik deliller dolayisiyla, aklin basa dank etmesiyle degil yani. O kadar rezil bir durumdayiz ki, alay konusu oluyoruz. Utaniyorum. Cok tepkiliyim herkes gibi, sinirliyim, üzgünüm; ama hepsinden önemlisi artik ümidini yitirmis bir adamim. Bu ülkede gelecekte güzel ve huzurlu bir dönemde yaslanacagima dair, insanlarin keyifle yasam sürecegi, refah dolu bir ülkede yasayabilecegime dair ümitlerimi yitirmis durumdayim. Bu saatten sonra kimsenin beyin göcü konusunda, milli duygulardan, yok devlete borctan falan bahsetmesine gerek yok. Net bicimde inanmiyorum ve istemiyorum. Yazik. Yeni bir engellemeye kadar devam ediyoruz. Haydi bakalim..

Kapatın Gitsin



Diyarbakır Sulh Ceza mahkemesinin 24 ekim 2008 tarihli kararıyla blogger, blogspot gibi sitelere erişim engellenmişti. Neyse ki siteler tekrar kullanıma açıldı. Yine de insan sorgulamadan edemiyor hangi çağda yaşıyoruz, biz nasıl bir hukuk devletiyiz diye.

Aslında bu internette sansür konusunu çok daha önceden ele almamız gerekirdi. Onlarca site -üstelik bilgi paylaşımında inanılmaz öneme sahip siteler bunlar- halen yasaklı. Lakin başımıza gelmeden yazmak da aklımıza gelmedi. Belki de işin daha kötüsü bu yasaklara alıştık sanırım. Bir site kapandığı zaman "ktunnel"'den falan gireriz hiç olmadı diyoruz. Olaylara tepkisizleşmek de kötü. Alman bir rahibin anlattığı bir olayı getiriyor akıllara: 

"Önce komünistleri götürdüler sesimizi çıkarmadık, çünkü komünist değildik ve komünistleri götürüyorlardı. Sonra sosyalistleri götürdüler, sesimizi çıkarmadık, sosyalist değildik. Sonra yaşlıları, akıl hastalarını, başka milliyetten olanları, Yahudileri götürdüler, hiçbiri değildik ve sesimizi çıkarmadık. Birgün bizi götürmeye geldiklerinde sesimizi duyuracak kimse kalmamıştı.

Youtube oldukça uzun süre yasaklıydı. Şu anda da bir giriyor bir girmiyor anlamadım tam. Daha yeni "video google" yasaklandı. Youporn ve benzeri içeriğe sahip siteler bayadır yasak. Evrimle ilgili bir site olan "richarddawkins.net" Adnan Oktar tarafından kapattırılmıştı. Ekşi sözlük düzenli olarak kapatılıyor zaten. Kapatma gerekçekleri ya Atatürk'e hakaret, ya dine hakaret, ya bölücü örgüt propagandası ya da ahlak bozucu unsurlar içermesi gibi mevzular. Ne kadar enteresandır ki benim bu internette  ahlak bekçiliği yapan hukuk(!) devletimde daha bugün 14 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz suçuyla yargılanan Yeni Şafak gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez, bu çocuğa tecavüz ederken psikolojik ve fiziksel zarar vermediği gerekçesiyle serbest bırakıldı. Nasıl oluyor da oluyor, bu nasıl bir hukuk devleti anlamak mümkün değil.

Çelişkilerle dolu ülkemde bu tür yasaklar devam edecek. Yarın bir gün google'a bile girebileceğimizin garantisi yok. Kapatıverirler çok fazla şey araştırılıyor diye. Ama önemli bir şey var ki o da bu yasaklara alışmamak. Bilgiye ulaşmanın, düşünce ve fikirlerimizi ifade etmenin temel hak ve özgürlüklerimizden olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerek.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, madde 19:

"Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar."

24 Ekim 2008 Cuma

Vaad Edilmiş Topraklarda


4 kişi yazıyoruz bildiğiniz gibi. Hepimiz de topçu menşeili adamlarız. Hafta sonu için bir basketbol turnuvasına davet aldık. Oradayız. Vaad edilmiş topraklarda. Hayatımızın bir parçası haline gelmiş bilgisayarlarımızdan uzak olacağız anlayacağınız. Bir ortam bulursak yine birşeyler karalamaya çalışırız; ama büyük ihtimal birkaç gün yokuz gibi duruyor. Pazar akşamı kürkçü dükkanındayız.

Janis Joplin


''I'd trade all my tomorrows for a single yesterday''

23 Ekim 2008 Perşembe

İşçi Çocuk

Ara Güler, 1972

Galata`da Kalafat yerinde bir isci cocuk. Kim bilir bugün nerede, nasil? Hayat ona neler getirdi, neler yasatti. Hatta, kim bilir acaba hala bir yerlerde mi?

22 Ekim 2008 Çarşamba

Aaron Ramsey

Dün gece Kadıköy'de oynanan Fenerbahçe-Arsenal maçında oyuna sonradan girip son dakikada takımının 5. golünü atan Aaron Ramsey tarihe de geçmiş oldu bu golle birlikte. 26 Aralık 1990 doğumlu Galli oyuncu şampiyonlar liginde gol atan en genç 5. oyuncu oldu. Ramsey 17 yaş 299 gün ile anca 5. en genç oyuncu olabildi.

Bu alandaki rekor ise Olympiakos'ta forma giymiş olan Ganalı Peter Ofori-Quaye'ye ait. Ganalo oyuncu şampiyonlar liginde ilk golünü attığında 17 yaş 195 günlüktü. Ertem Şener'in dediği gibi; adamlar çoluk çocukla bizi yendiler.

Şampiyonlar Ligi'nde en genç yaşta gol atan oyuncular ise şöyle;


Peter Ofori-Quaye 17 yaş, 195 gün
Bojan Krkic 17 yaş, 216 gün
Cesc Fabregas 17 yaş, 218 gün
Martin Klein 17 yaş, 241 gün
Aaron Ramsey 17 yaş, 299 gün

Albert Camus-Düşüş


1957 Nobel Ödüllü yazar Albert Camus'nun(Albert Kamü) "Düşüş" adlı kitabını inceleyeceğim bugün. Ama ondan önce yazarın kendisinden bahsedeyim biraz. Albert Camus Cezayir asıllı fransız yazardır. Varoluşcu edebiyatın en büyük isimlerindendir. Futbol tutkunu olması da enteresan bir özelliğidir. Kaleci olarak futbol oynamış hatta.

Çok gereksiz bilgi: Geçenlerde televizyonda Barthez'in açtığı kalecilik okulunu gösteriyorlardı. Barthez örnek olarak Albert Camus'yü aldıklarını, bu okulda sadece fiziksel olarak iyi kaleciler değil aynı zamanda Camus'nün felsefesiyle ve kitaplarıyla eğitim, görmüş hayat üzerine fikri olan kaleciler yetiştireceklerini söylemişti. Tam olarak nasıl bir faydası olacak çözemedim ama okusun tabi çocuklar okunası bir yazar zira Albert Camus.

"Size yardım edebilir miyim efendim eğer rahatsızlık vermiyorsam?" sözleriyle başlıyor kitap. Jean Baptista Clamence adlı karakterin bir bara gidip barda tek başına oturan bir adamla muhabbete başladığı söz bu. Kitap tamamen monolog halinde gidiyor. Clamence anlattıkça anlatıyor hayat hikayesini. Anlatmaya başladıktan bir süre sonra ise kendisi ile yüzleşmeye dönüşüyor hikaye. Sayfalar ilerledikçe okur da kendisiyle ve çevresindekilerle yüzleşmeye başlıyor. O sayfalarda kişi etrafındaki insanların hepsini ve en önemlisi kendisini görüyor. İki yüzlülüğü, görmek istemediğimiz gerçekleri öyle sert ve yalın bir şekilde yüzümüze vuruyor ki kitap. Tam anlamıyla saf bir realite kitabı.

Kitap 100 sayfa civarı ama yazılanlar o kadar vurucu ki sayfaların çoğunu 3-4 defa okuma isteği uyanıyor insanda. Ben kitap okurken altını çizerim beni etkileyen cümlelerin ya da pasajların. Ama bu kitapta o kadar çok vurucu yer var ki baştan sona altını çizmek gerekiyor kitabın.
Yazarın "Yabancı" adlı eseri en çok bilinen kitabı olsa da Düşüş'ü pek çok açıdan daha üstün buldum. Hiç düşünmeden beni en çok etkileyen kitaplardan birisidir diyebilirim. Şiddetle tavsiye olunur. İncelemeye kitaptan bir cümleyle başladım, kitaptan bir cümleyle bitireyim.

"Artık çok geç, her zaman hep geç olacak"

Onepoto Footbridge


Designer: Beca Architects

Onepoto Yaya Gecidi, yolu düsenlerin fotografta da gördügünüz mangrovlarin arasindan karsiya gecmesi amaciyla tasarlanmis. Iskeletsel metafor bölgenin tarihsel icerigiyle ilgili, geleneksel bir balik avlama bölgesine gönderme. Onepoto demisken, Yeni Zellanda`nin en büyük sehri Auckland`in North Shore bölgesinde yer aldigini söyleyeyim.

Bu benzersiz kaburga unsurlari cesitli uzunluklarda ve bir araya geldiklerinde dalgali, kivrimli bir yapi olusturacak sekilde, geometrik bicimde islenmis. Bundan ötürü; gecit, yolcuda ileride neyin uzandigi konusunda süphe ve merak olusturuyor. Fonksiyonel acidan degerlendirilirse; bu kaburgalarin, hemen yandaki alternatif ve yogun olan yoldan yayalari kurtardigini söylemek gerek. Tüm bunlarin yaninda gecidin muhakkak Onepoto ve mangrovlar ile rafine bir görünüm ortaya koydugu da bir gercek.

21 Ekim 2008 Salı

Ayıp


Gecen gün  televizyona bakarken gözüme takilan 2 sey oldu. O kadar az izliyorum su mereti, belki günde 15 dakika, ama hemen malzeme cikiyor. O kadar vasifsiz seyler var ki iste, neyse. Ilkine Star Tv`de rastladim. Ana Haber`de bir konuk vardi, su Yaprak Dökümü`nde oynayan esmer kiz. Iyi, güzel sohbet ederlerken, kizin sanirim en begendigi yönetmenin Fatih Akin olmasi üzerine: "Son günlerde artan sehit haberlerini de düsününce, Fatih Akin`in askerlik yapmak istemedigi ile ilgili görüsü hakkinda ne diyorsunuz?" dedi sunucu.(Sunucu da fotografdaki ablaydi, tabi sorulari o hazirlamiyordur, o ayri.) Bu kadar mi olur. Bu kadar mi güdümlü, kasitli ve popülist bir soru olur. Bu kadar mi insanlara hos gözükmek adina ucuz numara olur. Kizin cevabi ya da düsüncesi hic önemli degil bu noktada, zaten o da sasirdigi icin birseyler geveledi. Sen bu kizi buraya siyasi konularda görüsünü sormak icin mi cagirdin. Ha bu kiza sormusun, ha sokaktan gecen birine mikrofonu tutup görüsünü sormussun. Farki nedir? Biri oyuncu, digeri marangoz. Bu kiza bu soruyu yöneltip, canli yayinda zora sokmanin manasi nedir? Ayip, cok ayip.

Bir digeri bundan beter bence. Insanlik ayibi. Pinar Altug`un sundugu programa denk geldim. Yapisik ikizleri cikarmislar programlarina. Olagan hadi, sorun yok buraya kadar. Sonra bir baktim, konuklar hayvanlasti. Kizlar Türkce bilmiyor diye adam basladi, surdan bakinca aciyor mu acaba, böyle kafayi cevirince söyle olur ama bak falan diye kendi aralarinda kzlarin fiziksel durumunu tartisiyorlar. Terbiyesiz adam, 2 dakika saygi duysana. Hayatinda sen hic görmedin diye salak salak kendi aranizda, kafayi surdan buraya böyle cevirirler, söyle olmaz diye tartismanin ne manasi var. Kizlarin kusuru bu.  Tamam ender görülen bir durum. Programa gelmeyi de kabul etmisler eyvallah. Saygisizlik yapmanin alemi yok ama. Birakirsin hayatlarini birlikte nasil yasadiklarini, nasil hisler icinde olduklarini falan anlatirlar. Kafasini suraya cevirir böyle yapar diye maymunluk yapmanin alemi yok.

Gercekten cok üzücü. Hakikaten günde en fazla 15 dakika izlemem su televizyonu mac veya film falan olmayinca; ama bu kadar büyük yanlisliklara sahit oluyorum. Kimbilir gün icinde ne dolaplar dönüyor.

Franz Kafka

by Umut Sarıkaya

20 Ekim 2008 Pazartesi

Küçük Şehirde Hayatta Kalma Rehberi -1

Geçenlerde 'ksp' büyük şehirlerde ulaşım sıkıntısıyla ilgili bir yazı yazmıştı. "İnanılmaz zamanlama hesabı yapmak gerekiyor, çok fazla parametreyi aynı anda gözetmen gerekiyor" şeklinde öneri ve tespitler vardı. Ömrünün ilk 18 senesi küçük ondan sonraki 3 senesi daha da küçük bir şehirde geçmiş olan ben için inanılmaz olaylar tabi bu ulaşım problemi gibi meseleler. Bir yere ulaşmaya çalışırken yaşadığı en büyük tereddüt  "yürüsem mi ya da yok ya dolmuşa bineyim de üşümeyeyim" olan birisiyim ben. Buralarda çok fazla parametre yoktur. "Para—Yorgunluk grafiği" ya da "çetin hava şartları--bugün romantikliğim üstümde yağmurda yürüyeyim grafiğine" göre karar verilir. Ulaşım kolaydır ama keşke herşey ulaşım kadar kolay olsa. Yılların küçük şehir insanı olarak tecrübelerimi paylaşacağım sizlerle.

Ilk başta yapılması gereken nerede yemek yeneceğini bilmektir. En hayati konu budur. Can boğazdan gelir zira. Lakin dikkat edilmesi gereken husus şudur ki küçük şehirde iseniz pahalı olan iyidir şeklinde bir mantık sakın ola ki yürütmeyin öyle değil çünkü. Hem karnınız doymaz hem de kasaya bıraktığınız minik servete yazık olur. Bu sebeple yapılacak ilk iş şehrin yerlisinden “nerede ne yenir” onu öğrenmek olsun.

Küçük şehirlerde eğlence sektörü inanılmaz sınırlıdır. Metropol insanlarının seçebileceği gibi yüzlerce hatta binlerce eğlence mekanı yoktur. Genelde 3-4 kafe varsa bir iki tane de bar vardır(önceki küçük şehrimde bar vardı mesela şimdikinde yok. Bi tane meyhane var, tırsıyorum oraya girmeye de). Peki ne yapacağız dediğinizi duyar gibiyim. Öğrenci evi güzel bir opsiyondur her zaman. Hemen her mekandan daha eğlencelidir. Ya eve çıkın ya birilerinin evine gidin. Ama esas püf noktası şudur ki işin: “her küçük şehrin yakınında mutlaka bir büyük şehir vardır”. Paranızı biraz biriktirin sonra hemen büyük şehire gidip eze eze yiyin paraları.

Buralarda sinemacılık müessesi de epey geri kalmıştır. Sinema salonu dedikleri yer daha çok birazdan powerpoint sunumu yapılacakmış hissi veren küçük odalardır genelde. Hiç izlemeyin arkadaşlar oralarda film. Sinemanın büyüsü falan olmuyor zaten orada da. Dvd'sini falan alın ya da bir üst maddede belirttiğim büyük şehire kaçış da oldukça iyi bir opsiyondur.

Daha anlatacak çok şey var onlar da devam yazılarında...

Hoşçakal


Hangi mahallede imam yok,
Ben orada öleceğim.
Kimse görmesin ne kadar güzel,
Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.

Ölüler namına, azade ve temiz,
Meçhul denizlerde balık;
Müslüman değil miyim, haşa,
Fakat istemiyorum, kalabalık.
Beyaz kefenler giydirmesinler,
Sızlamasın karanlığım havada.
Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım,
Ki bütün azalarım hülyada.

Hiçbir dua yerine getiremez,
Benim kainatlardan uzaklığımı.
Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar,
Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
(1914-2008)

Yasayan en büyük Türk sairi aramizdan ayrildi; ama zannetmem ki ölsün. Yunuslar, Karacoglanlar, Nazimlar, Veliler, Fazillar ölmezler. Huzur icinde yat üstad.

Aç Adam


Kimileri der hep, insani en iyi su zamaninda bu zamaninda tanirsin diye. Ben adami acken tanirim. Tolere esigi düser. Süper ego ve ego ortadan kalkar, id yani ilkel benlik devreye girer. Kisacasi aklina gelen herseyi cekinmeden, baskilamadan ortaya döker adam. Neyse Allah kimseyi aclikla imtihan etmesin, ben cok agresiflesirim mesela. Bugün evde otururken acikinca, Bay Ç. de sinirlenince cekilmeyecegimi bildigi icin, sagolsun üsenmedi ilgimi cekecek birseyler hazirladi. Kiyak ismis, paylasayim dedim. Komple evde kalan malzemeleri kullandi. Sosis varmis dolapta biraz, salam falan. Az bisey de kasar kalmis, bir de dolapta salata yapimindan kalan konserve misir vardi. Izmir kumruyu aratmadi. Tabi bir de patates. Dogradi onlari bi temiz ince ince, kizartti. Patatesleri de ekledi. Ben böyle lezzet görmedim. Muhakkak deneyin. Sinir stres kalmadi. Eline saglik evimin diregi.

19 Ekim 2008 Pazar

Yeni Sezon Yeni Heyecan

Basketbolda bu haftayla birlikte yeni bir sezona daha girdik. Son yıllarda 3 büyüklerin de yatırım yapmasıyla ve yapılan sponsorluk anlaşmalarıyla Türkiye Basketbol Ligi gerçekten de heyecan verici bir lige dönüştü. Geçen sezon bir türlü ritmini yakalayamayan ve yarı finalde elenen Efes, bu sezona Ergin Ataman yönetiminde yeni bir teknik heyet ve tam anlamıyla yeni bir kadroyla giriyor. Sezon başında Telekom International Cup`ta izleme şansı bulduk. Tabi ki yeni kadronun getirdiği uyum sorunlarını onlar da yaşıyorlar ama bence kadrosuna kattığı Kasun, Charles Smith, Thornton, Kakiouzis, Shumpert gibi isimlerle ligin en kaliteli kadrosuna sahipler ve bu sene şampiyonluğun en büyük adayılar kuşkusuz. Geçen sezonun şampiyonu Fenerbahçe Ülker ise genel anlamda kadrosunu korudu. Elbette ki Solomon ve Kinsey`i NBA`e kaptırmaları ve 6 ay sahalardan uzak kalacak olan Ömer Aşık’ın eksikliği onları epey sıkıntıya sokacak. Yine de kadroya Gordon Giricek gibi bir ismin eklenmesiyle bu yarışta Efes’le başı çekecekleri belli oldu. Sezona Cumhurbaşkanlığı Kupasını müzesine götürerek başlayan Türk Telekom ise lige Serkan Erdoğan ve Kennedy Winston transferleriyle girdi. El-Amin ve Haluk dışında kadrosunu genel anlamda koruyan TT, geçen sezon finalde kaybettiği şampiyonluğa bu sene ulaşmak istiyor. Fakat sezon başındaki turnuvada da, bugünkü Erdemir maçında da gördüğümüz üzere takım hücumda bazen tıkanabiliyor. Böyle durumlarda herkes Serkan Erdoğan’ın eline bakıyor. Allah muhafaza onun da başına bir iş gelirse TT`nin işi epey zora girer. Yine de hem kadro olarak hem de oyun olarak şampiyonluğu sonuna kadar kovalayacaklardır.

Bu yarışta Galatasaray CafeCrown ve Beşiktaş Cola Turka da bu 3 takımı zorlayacaklardır. İki takım sezon öncesi Çorum’daki Türkiye Kupası gruplarında karşı karşıya geldiler ve maç Beşiktaş’ın üstünlüğüyle tamamlandı. Maçtan sonraki yorumlarda okuduğum kadarıyla Galatasaray’ın epey eksiği olduğunu, Beşiktaş’ın ise savunmasının gayet iyi olduğunu öğrendim. Diğer takımları şampiyonluk yarışında göremeyebiliriz belki ama 5 büyüklerin canını yakmak için hazırda bekliyor olacaklar. 9 şehirden 16 takımın katıldığı Beko Basketbol Ligi bu sene gerçekten keyifli geçecek gibi görünüyor. İlgiyle izliyoruz. ( Belirtmek istediğiniz diğer noktaları ve takımları yorumlarda tartışabiliriz .)

Tanrım, neden ben?


Bir arkadaşım aşık olduğu kız tarafından reddedildi geçenlerde. Saçma sapan bunalımlara girdi tabi. Bu saçma sapan bunalımsal hareketler başka bir yazının konusu. Değinmek istediğim farklı bir nokta var. Bu adam böyle triplerden triplere yelken açarken enteresan bir cümle sarfetti; “Tanrım, neden ben?”

Bu cümleyi duyduğum anda kafamda ardı ardına sahneler çakmaya başladı. Pek çok arkadaşım hatta zaman zaman kendim bile bu cümleyi sarfetmiştim. Ve bu cümlelerin sarfedildiği olaylar da inanılmaz komik aslında cümlenin iddiasını düşününce. Düşünsene Tanrı'ya isyan ediyorsun gerekçe ya kız tarafından reddedilmek, ya sevgili tarafından terkedilmek, ya gittiği okulda iyi bi arkadaş ortamı yapamamak falan gibi mevzular. “Canım çok sıkılıyor, hayat çok acımasız, tanrım neden ben?” Ne kadar kolay kurtuldu tüm sorumluluktan adam. Attı tanrıya suçu rahatladı bir anda. Üstelik sadece suçu atmanın verdiği rahatlık da değil bu. Adam kendini önemli hissediyor bi yandan da. Düşünüyor ki Tanrı gıcık oldu bu adama, milyarlarca insanı hatta başka çok daha farklı alemleri işi gücü falan bıraktı bu arkadaşın kız işleriyle uğraşıyor. Öylesine önemli hissediyor ki kendini. Meydan okuyor Tanrı'ya. kafasından sürekli "Tanrım neden ben? ne istiyorsun benden?" cümleleri geçiyor. Hatta muhtemelen daha önce bir kaç filmde gördüğü klasik yağmur altında diz çöküp ellerini havaya kaldırıp gökyüzüne haykırış sahnesini canlandırıyor kafasında. Gerçekte yapamıyor tabi. Hayat filmlerdeki kadar romantik değil ne yazık ki.

İnsanoğlu çok garip gerçekten. İşler yolundayken mağrur bir eda süzülen, kendi başarısıyla övünen adam işler ters gitmeye başladığında hemen bir sorumlu, suçlayacak birilerini arıyor. Önce ikinci üçüncü şahıslar geliyor akla. Eğer onlar suçlanamıyorsa Tanrı'yı suçlamaya kadar gidiyor bu suçlama mevzusu. “Tanrı kesin bana kafayı taktı”

Bu yazıyı Wimbledon'un ilk zenci şampiyonundan ders niteliğinde bir röportajla sonlandırayım.

Arthur Ashe kan naklinden kaptığı aids sebebiyle ölüm döşeğindeydi. Hayranlarından biri sordu:

-'Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?'

Arthur Ashe cevapladı:

-'Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya 'neden ben?' diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Tanrı'ya nasıl 'niye ben?' derim?.'

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 6

Aslında “Bir Stanley Kubrick filmi” demek filmi anlatmak için yeterli olabilir. Film konu olarak, Amerikan Deniz Kuvvetlerinden bir bölüğün eğitim sürecini ve Vietnam savaşına katılımını anlatıyor. Filmi izledikten çok sonra üzerinde düşününce filmin aslında birbirinden epey kopuk sahnelerle ilerlediğini görüyorsunuz. Bu durumu filmi izlerken nasıl farkemedğinizi düşünürken, devreye Stanley Kubrick ve onun dehası giriyor. O eğitim sürecini, o süreçteki askerlerin kişiliklerini nasıl kaybettiklerini ve o eğitimden sonra gönderildikleri Vietnam’da savaşı ve askerlerin savaşa bakışlarını kendi üslubuyla inanılmaz etkileyici bir şekilde anlatıyor ki filmi izlerken bu kopuklukların zerre farkına var(a)mıyorsunuz. Filmin bir diğer etkileyici özelliği ise askerliğin anlamsızlığını ve savaşın yıkıcılığını eleştirirken, bu düşünceyi doğrudan vermek yerine askerlerin kişiliklerini ve değişimlerini kullanıyor olması. Filmin ismi ise bir mermi çeşidinden geliyor. Full metal jacket yani metal zarflı mermiler normal mermilere göre daha az hasarla ilerlediklerinden çok daha fazla tahribata yol açıyor. 1987 yapımı film, bir çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de sansüre uğramış ve ancak 1995`te vizyona girebilmiştir. Eğer askerliği ve savaşı biraz olsun mantıklı görüyorsanız bu filmi mutlaka izleyin ki o görüşleriniz yok olsun. Keyifli seyirler.

Haftanın Müzik Listesi - 6


  1. Pinhani - Ne Güzel Güldün
  2. Kazım Koyuncu - Gidiyorum
  3. Mark Knopfler - Let it All Go
  4. Whitesnake - You're Gonna Break My Heart Again
  5. Scorpions - Believe in Love

Pera Film


Su siralar Pera Müzesi`nde Dogu`nun Cazibesi adli sergi gösterimde. Gitme firsati olmadi acikcasi; ama kapsamli bir sergi diye duydum gidenlerden. Acikcasi cok da cezbetmedi beni, zira dogunun egzotik havasi hic bir zaman cok cekici gelmemistir bana. Neyse asil bahsetmek istedigim sergi esnasinda, konsepte uygun bicimde eski filmler de gösteriliyor. Bugün Lawrence of Arabia vardi 16:00`da. En dikkat cekici 2 filmden biriydi gösterimdeki. Bir digeri ise The English Patient. 23 Ekim 19:00 ve 25 Ekim 16:00`da gösterimde, kacirmadik henüz. 23 Ekim`deki benim acimdan cok uygun duruyor acikcasi. Favorim bu ikisiydi. Plasem ise My Beautiful Laundrette. O da 6 Kasim 19:00 ve Kasim 14:00`da gösterilecek. Vize dönemi arasinda bir firsat yaratabilirsem muhakkak gitmek isterim, Daniel Day Lewis top oynasa izlenir.

Pera Film bununla da kalmiyor. Bir baska gösterimleri daha var: "Almanya`dan Klasikler, 1930-1943 Sesli Filmler". Buradaki favorim ise "M". Epeydir izlemek istiyorum aslinda bu filmi, hep aklimda, bir türlü olmadi. Burada da hocalarin biraz insafina kaldik aslinda, umarim erken cikariz okuldan da görebiliriz. Onun disinda Der Blaue Engel ve Münchausen de iyi gider diye tahmin ediyorum.

Firsat bulabilirseniz bir ugrayin derim. Iyi seyirler.

Edit: Bugün The English Patient'a gittim, gayet keyifliydi. 6-7 kişi gittik ve bizbizeydik. Bizim dışımızda 3 kişi falan vardı. 3 liraya bir klasiği sinemada izledik. Değeri bilinmiyor bu Pera'nın.

18 Ekim 2008 Cumartesi

Budur

95-97 Bayern München ic saha formasi. Sirf bunu giymeye maca giderim ben be.

The Kiss

Pablo Picasso, 1969

Kare As


Yaklasik 1 aydan biraz fazla oldu bu blogu acali. Keyifle yaziyoruz. Umarim siz de keyifle okuyorsunuz. Özellikle yazdigimiz seylerde kaliteyi asla düsürmemeye calistik bugüne kadar. Kendi adima söyle niteleyebilirim durumu: Kendim ne ve nasil okumaktan keyif alacaksam, sadece öyle seyler yazdim. Onun icin buraya yazilan hersey degerli benim gözümde. Bugün itibariyle aramiza bir baska yazar arkadasimizi davet etmeye karar verdik, sag olsun o da bizi kirmadi. Inanin icim o kadar rahat ki onun gelisinden, hani birileriyle yeni bir ise basladiginiz zaman duydugunuz acaba süphesi vardir ya, iste onu hic duymuyorum. Biliyorum ki okumaktan keyif alinacak ve bugüne kadar yazilanlarin kalitesini aratmayacak, hatta artiracak yazilar yazacak Sedürt. Kare asi tamamladik. Hosgeldin mirim.

17 Ekim 2008 Cuma

Çık Hayatımdan

Hayatta yapılan çoğu icat ve piyasaya sunulan çoğu alet-edevat, hep insan yaşamını kolaylaştırmayı hedeflemiştir. Büyük fantezi ürünü bir alet olmadığı sürece de (bkz. Elektrikli Tırnak Törpüsü) genelde bu hedefi gerçekleştirir birçoğu. Ama biri var ki, çevredeki bulunma sayısını yararlılığına oranlasak inanılmaz büyük bir değer elde ederiz. Evet, el kurutma makinesinden bahsediyorum. Hemen hemen her girdiğim umumi tuvalette karşılaştık kendisiyle. Hep elimi kurutmayı denedim, hep yenildim; ama birileri “olsun gene dene, daha iyi yenil” diyor olacak ki ısrarla her yere koyuyorlar kendisini. İşin ilginç yanı bu aletin nasıl bu kadar sattığı. Bence hem üreticileri hem de alıp tuvaletlerine koyan alış veriş merkezlerinin, restoranların ve bilumum umumi tuvaletin bulunabileceği mekanların hepsi farkında bunun bir işe yaramadığının; fakat alet bir kere yazdırmış adını listeye. Bir umumi tuvalette bulunması gerekenler: Tuvalet (alaturka-alafranga), pisuar(erkekler için), lavabo, el kurutma makinesi. Yapılması gereken bir peçete koyulması, bu kadar basit. Ben “gaste kağıdı” koysalar da razıyım. Yeter ki çıksın hayatımdan şu içten pazarlıklı, pis, mendebur, gereksiz alet. Kullanmayalım, kullandırmayalım. Lütfen.

Black Ice



Avustralya`nin dünya tarihine kattigi en önemli seyi sorsalar, hic düsünmeden ACDC derim. Rock & Roll ün hakkini sonuna kadar veren, belki de en büyük temsilcisi. 2000 yilinda cikarttiklari Stiff Upper Lip`ten sonra grup 8 yildir suskundu. Ta ki simdiye kadar. Avustralya`da 18 Ekim`de, dünyada da 20 Ekim`de yeni albümleri Black Ice`i yayinliyorlar; fakat torrente düstügünden albüm elime gecti. 

Ilk söylenmesi gereken; grubun kesinlikle, nasil olsa her türlü satariz diye düsünmedigi -ki banko satarlar- gayet yerinde ve basarili bir calisma oldugu. Tamam bir ''Back In Black'' degil belki; ama zaten kac tane o ayarda albüm var ki Dünya`da? ACDC nedir deseler, sert, tempolu ve agresif derim ben. Albüm de aynen öyle. Sert, agresif, tas gibi bir albüm. Kesinlikle ACDC standartinin altina düsmemisler, kaliteyi elden birakmamislar.

Albüm 15 sarkidan olusuyor. Ilk dinlemelerden edindigim izlenimlerce, özellikle Rock N Roll Train, Black Ice, Rockin All The Way, Money Made, War Machine kafadan kopartan sarkilar. Digerleri de her zaman keyifle dinlenebilecek ortalama ACDC sarkilari ayarinda. Belki arada atladigim, hakkini veremedigim olmustur, dedigim gibi daha yeni dinledim. Bir iki kelam da albüm kapagina. Acikcasi genele kiyaslaninca begenilebilir; ama ben ACDC`den daha etkileyici bir kapak bekliyordum. Dirty Deeds Done Dirt Cheap`in kapagi, Highway to Hell`in kapagi nere bu nere yani. Yine de dedigim gibi fena degil. 

Angus Young`in da önünde saygiyla egiliyorum. Hala bu tempo, hala bu kadar güzel ve keyifli sarkilar yaziyor. Gercekten isinde sayili isimlerden, büyük üstad. Yine aralarda ördek dansini yapacak sololar yazmayi ihmal etmemis kendine, büyüksün. Brian`in da sesi o yasta hala nasil öyle cikabilir, anlayamiyorum. Alicam o sapkandan, farz oldu.

Eline saglik ACDC diyor ve albümü digerlerinin yanina gönül ferahligiyla kuzu gibi yatiriyorum.

16 Ekim 2008 Perşembe

Doktor Bu Ne?


Steven Gerard'ın dünkü Belarus maçında attığı gol sonrası sevinci. Fotoğraf tek başına düşünüldüğünde ne gol atmışa benziyor, ne de seviniyormuş gibi duruyor aslında. İngiltere de Capello ile birlikte harika gidiyor elemelerde. Rooney müthiş bir form yakaladı ve golleri sıralamaya devam ediyor. Capello Ferdinand'ın deyimiyle, sirki takıma çevirmiş durumda. Maçın golleri içinse tıklayın.

Hoşgeldin


Yarin, yani 17 Ekim 2008`de bu topraklar müthis bir ismi agirlayacak. Kevin Spacey 45. Antalya Altin Portakal Film Festivali`nin konugu olarak geliyor. O kadar büyük ve benim kendi sinema dünyamda en tepeye koydugum bir isim ki, festival falan hikaye oldu, gölgede kaldi. 200 sinema ögrencisine tecrübelerinden bahsedecekmis. Bu nasil bir sereftir, nasil bir sanstir, tarif etmeye dilim varmaz. Inanin su noktada kabima sigamiyorum; yirim lan sinemayi, ögrenciyi. Bir yarim saat söyle karsilikli otursaydik, sen anlatsaydin ben zevkten ölseydim be canim abim. Hosgeldin, sefa getirdin.

Ağlattı Lan Moustapha'yı

by Umut Sarıkaya

15 Ekim 2008 Çarşamba

Max Payne


Max Payne'nin oyunun sıkı bir takipçisi olarak oynarken hep keşke filmi gibi bişey yapılsa da izlesek diye düşünürdüm. Benim gibi düşünenler bir hayli fazlaymış demek ki.

Max Payne bu cuma, yani 17 Ekim'de sinemalarda tüm dünya ile aynı anda gösterime girecek ülkemizde. Film hakkında şöyledir, böyledir, iyi veya kötü gibi bişey diyemem şu durumda; ama oyuncu seçimleri ve oyundaki havanın filme de katıldığının söylenmesi üzerine, güzel bir film bekliyorum. Başrollerde Max Payne karakterine benzeyen ve en az onun kadar psikopatlaşabilecek bir abimiz Mark Wahlberg ve onun en büyük yardımcısı rolünde de dünyalar güzeli Mina Kulis oynuyor. Ayrıca Prison Break'deki Sucre de filmde rol alıyor ve sanırım Max Payne'in kovaladığı kötü adamlardan biri. Filmle ilgili kısa bir tanıtım videosunu şuradan izleyebilirsiniz. Videoyu izleyince oyundaki karanlık ve puslu havanın filme de yansıdığı belli oluyor.

Oyunda bölüm aralarında geçen Max Payne'in kendi konuşmaları, yavaşlatılmış sahneler, karanlık ve puslu ortam ve de son olarak soundtrack harika gözüküyor videodan gördüğümüz kadarıyla. Bakalım film nasılmış? Cuma günü için plan hazır; Max Payne. İyi seyirler.

Anlam Karmaşası


Bircok kavram kargasasi yasiyoruz cümbür cemaat. Türkcesi, Ingilizcesi, Arapcasi derken bircok dilden olusan bir günlük konusma kelime haznesine sahip olmamiz herhalde bunun en önemli sebebi. Gecen gün bir is icin Aras Kargo`nun bir subesine ugradik. Arkadasimdi isi olan, ben de eslik eden kisi oldugumdan oturdum kenardaki sandalyeye. Icersini incelerken,  Aras Kargo`nun kendisiyle ilgili bastirdigi tanitim afisi gözüme carpti. Kafa yormus, biseyler yapmislar besbelli. En üstte; "vizyonumuz: 7 kitada güvenilir bir kargo hizmeti vermek." yaziyor. Hemen altinda da, "misyonumuz, ..." diyor. Bu bölümü hatirlayamiyorum simdi; ama mühim yeri bu degil zaten. Dedigim gibi bunu olusturanlar az cok kafa yormuslar bu ise, belliydi. Peki vizyon nedir, misyon nedir bunu his düsündüler mi acaba. Vizyonlari oldugunu idda ettikleri seyin, vizyonlari olmasi mümkün degil. Cünkü vizyon degil bir kere. Ingilizce kökenli bir kelime vizyon ve görünüm gibi bir anlami var. Yani senin vizyonun olsa olsa güleryüzlü, kaliteli ve cabuk hizmet ve personel olabilir. Basbayagi misyon-vizyon karmasasi icine girmisler. Calakalem bir calisma da olmadigindan, bu yanlisligin dagarcikta saglam ve temelli bir yeri oldugu belli. Anlam kargasasi ve kendimizi ifade edememek en önemli sorunlarimizdan sanirim. Ne kadar dogru olursan ya da ne olursan ol; sonucta karsindaki icin, ifade edebildigin seysin.

Ulaşım Problemleri

Ulaşım aslında zor zanaat. Gerçekten de bir yerden bir yere gitmek bazen epey ustalık gerektiriyor. Hele bir yere yetişmeye çalışıyorsanız ve cebinizdeki parayı en ekonomik şekilde kullanmakta kararlıysanız. Öncelikle ne kadar zamanınız olduğunu ve bu zamanı nerede harcamanız gerektiğini iyi hesaplamalısınız. Daha sonra kullanacağınız araçları belirleyip, yetişilebilecek sürede onlardan asgari şekilde faydalanmayı hedeflemelisiniz. İşte burası gerçek bir iktisat problemine dönüşüyor. Parayı ve zamanı en iyi şekilde kullanıp, geç kalma riskini en aza indirmeniz gerek. Geçenlerde durağa gitmek için otostop çekmeye karar verdim. Böylelikle durağa giden dolmuşları es geçerek, ekonomik olarak bir kazanç sağlamaktı amacım. Ama arabaların durmaması üzerine daha fazla zamanı harcamamak için doğal olarak ilk gelen dolmuşa binmeye karar verdim. Bu sefer de dolmuşun gelmemesi zamandan zarar etmeme ve kendi kendime “keşke bir önceki dolmuşa bineydim, vay ben ne ettim” şeklinde dövünmeme yol açtı. Geç gelen dolmuşa binerek hem ekonomik kardan oldum, hem de çok değerli zamanı da kaybettim. Durağa gelince de gideceğiniz yere göre araç seçmek durumundasınız.
Bazı yerlere birkaç farklı araçla ulaşılabilindiği için, bu durum da farklı bir probleme dönüşüyor. Mesela ulaşım için gereken zamanı benim gibi israf ettiyseniz, hızlı ama riskli bir araç tercih etmek durumunda kalıyorsunuz. Riskli konusunu biraz daha açarsam, örneğin; o anda durakta olmayan fakat gelse diğerlerinden çok daha hızlı bir şekilde sizi ulaştıracak olan bir aracı beklerken önünüzdeki fırsatları değerlendirmeyip kaçırabilirsiniz. İşte bu tip durumlarda belirli bir referans süresi koyup “ Eğer şu dakkaya kadar gelmezse, eşek gelse binerim abi” şeklindeki ifadeye sadık kalmalısınız. Gereksiz risklerden kaçınmak her zaman iyidir. Bir başka sorun da gideceğiniz yeri tam olarak bilmediğiniz zaman yanlış araca binme ihtimalidir. Burada da doğru aracı bulmak için, dışarıdan bakıldığında “buraların piri” gibi gördüğünüz adamlara danışmalısınız. Bu da biraz “insan sarrafı” olmayı gerektiriyor aslında. Çünkü dış görünüş aldatıcı olabilir. Geçenlerde başıma geldi, tam anlamıyla “pir” görünüşlü bir adama danıştım; fakat adamın söylediği araç gitmek istediğim yere 20 dakikalık yürüyüş mesafesinde bıraktı beni. Buradan ekose ceketli o amcaya tekrar teşekkürler. Bir de yolda kalma ve trafik sıkışması problemleri var ki bu tip durumlarda saate ve güzergaha ne kadar dikkat etseniz de olası bir kaza bütün planları alt üst edebiliyor. Sonuç olarak ulaşımı bir ÖSS problemine dönüştürmemek için en iyisi ulaşım zamanına, yüzde 30-40 gibi bir gecikme oranı ekleyin ya da bir araba alıp bütün dertlerden kurtulun.

14 Ekim 2008 Salı

Wine Tasting


Ürünlerini genelde cok begeniyorum Dockers`in. Özellikle gömlek konusunda cok basarililar. Dizayn bir kenara kalite olarak da muadillerinden epey önde olduklari söylenebilir. Bunun da rengi cok hosmus. Sarap gibi. 

Jim Morrison

"Let's just say i was testing the bounds of reality. I was curious to see what would happen. That's all it was: Just curiosity."

12 Ekim 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 5



2002 yapimi Cidade de Deus icin, Brezilya sinemasinin su güne dek cikardigi en iyi film diyebiliriz sanirim rahatlikla. Yönetmenligi Fernando Meirelles ve Katia Lund paylasmis. Film, Paolo Lins`in kitabindan sinemaya uyarlanmis. Insani icine alan, hatta yutan cinsten. Bir kere hayatin ta icinden gelen bir film, bir gerceklik öyküsü. Oyuncularin bircogu cok tecrübesiz, hatta bir kismi oyuncu dahi degiller. Dedigim gibi tecrübe kismina bakarsak eger, en önemli rollerdekilerin bile televizyon dizilerinde birkac bölüm konuk oyunculuktan öteye gitmedigini görüyoruz. Tabi filmden sonra isler acilmis onlar icin de. Yönetmenin bu kadroyu bu denli efektif kullanmasi bile basli basina takdire sayan. Anlatici kullanilan ve atlamali senaryoya sahip bir film. Yabanci bir film olmasina ragmen 4 dalda Oscar adayi olmasi da büyük basari. Film eglenceli, akici, merak uyandiran olmanin yani sira bir o kadar da vurucu ve dramatik. Cocuklarin basina gelenler ve yaptiklari insanin kanini donduruyor. Yönetmenin filmi cekerken cüzdanini caldirmasi da manidar olmus. Film, Rio de Janerio`nun; Isa`nin kocaman heykeliyle özdeslesen Copacabana sahilinden ibaret olmadigini yüzümüze tokat gibi vuruyor. Yönetmenin anlatim tarzi Scorsese`yi animsatiyor. Ülkemizde 22. Uluslararasi Istanbul Film Festivali`nde gösterilmis ve büyük ilgi toplamisti.

Kisacasi müthis keyifli ve etkileyici bir film. Insan beklentiyi ne kadar büyütürse büyütsün; filmden alinan, beklentinin altinda kalmiyor. Film budur diyorum. Iyi seyirler.

Haftanın Müzik Listesi - 5


  • Omara Portuondo- La Sitiera
  • Frank Sinatra- Something Stupid
  • Metallica - Until It Sleeps
  • Red Hot Chili Peppers - Dani California
  • Erkan Oğur - Pencereden Kar Geliyor

Şeker Kız Candy


Gerek hikayesiyle, gerek karakter yapısıyla, bir dönemi tek kelimeyle "hacamat " etti Watashiba Candy. O zamanlar çocuk kafamın anlamlandıramadığı aşk üçgenleri (hatta dörtgenleri), yakışıklı ve karizmatik erkekleri, bir çizgi filmde saf kötülüğü ve kıskançlığı görmeye daha hazır olamayan bizler için, kötü üvey kardeşleriyle "ulan bunlar da çocuksa ya biz ya onlar yanlış yaşıyo bu dönemi", diye beni düşündüren bir "çizgi film tadında" filmdi adeta. Filmlerde büyüklerin yaşadığı hikayeleri o zaman için çizgi filmlerde görmek, bende epey sarsıcı etkiler bırakmıştı. Allah'tan hem dizi hem de bizim çocukluk dönemi bitti de kurtulduk. Şimdiki çocuklar çok şanslı.

One of the few

Massacre in Korea, Pablo Picasso, 1951


When you`re one of the few to land on your feet,
What do you do to make ends meet.
Teach.
Make`em mad, make`em sad, make`em add two and two.
Make`em me, make`em you, make`em do what you want them to
Make`em laugh, make`em cry, make`em lay down and die.

Roger Waters

Pink Floyd`un One of the Few adli sarkisinin sözleri. Arka fonda David Gilmour gitari aglatirken, Pink Floyd yine ard sesleri müthis bir bicimde kullanir. Sarki boyunca hic durmaz saatin tik taki. 1 dakika 22 saniyeye sigdirilan yasama ve onun akisina müthis bir göndermedir. Yer yer huzur veren dalgalar, hafif esen rüzgar, cocuk sesleri, gitarin rahatsiz edici dinginligi, sarsici bir kahkaha ve en önemlisi müthis bir siir. Bu kadar kisa sürede o kadar cok sey anlatiyor ki; yogunlugu sizi vuruyor, tekrar aciyorsunuz, tekrar ve tekrar. Sonra düsünüyorsunuz. Sonra hep düsünüyorsunuz.