31 Ekim 2008 Cuma
İnsan Sarrafı
Yayinlandigi kisa dönemde basarili bulmustum. Insanlarin, fiziksel degil de düsünsel mücadelelerin yasandigi mecralardaki hareketlerini izlemek her zaman özel zevkim oldu zaten. Digerlerine caktirmadan birbirlerine mesaj verme cabalari. Rakiplerini uyutma cabalari. Mehmet Auf ve Pakize Suda sunuyordu programi. Pakize Suda tam süs esyasi gibiydi de Mehmet Auf`u her tur sonunda, turun yorumlarini yaparken izlemek en büyük keyfimdi programdaki. Bos adam degildir kesinlikle. Programin formati basitce, her tur basinda yarismacilarin her birinin ellerindeki butonlara ayni anda basmak suretiyle mavi ya da kirmizi odadan birini secerek, o odaya gitmesi ve 2 odadaki yarismacilar da basbasa kaldiktan sonra her yarismacinin tur sonunda gitmesi icin bir ismi oylamasiyla aciklanabilir. Cok basit ve cok insani. Kücük bir popülasyon. Ilkel hisler. Finalde ne oluyordu hic hatirlamiyorum. Mesut Yar ayni adli bir program yapacakmis Tv 8`de. Herhalde ayni programdir. Keske yapmasaydi, tadi damagimda kalmis yapimlardan biri olarak kalsaydi.
30 Ekim 2008 Perşembe
Kişi Adları Sözlüğü
Yorgunluk Kahvesi
Yaratici hareketlerin imkansizlik anlarinda daha yogun bicimde ortaya ciktigi bir gercek. Gecen ay evdeki su isitici bozuldu. Bay Ö. nün ,"evdeki her türlü elektrikli aleti tamir edebilecegini idda eden baba" rolüne soyunmasiyla yenisini almadik, aldirmadi. Bugün nüksetti ariza. Kahve bagimli bir yasamim oldugundan bu su isitici en elzem aletlerimdendir. Mecburen cevzeyi ocaga koydum. Sonra dedim ki, madem cevzede isitilacak bu su, icine kahvesini, sekerini falan atsam da türk kahvesi gibi yapsam nasil olur acaba. Denemekten zarar gelmeyecegi üzere, yaptim. Hosuma gitti. Sanki daha bir cözünmüs suyla beraber isininca kahvemin icerigi. Tadi daha güzel geldi bana. Belki de psikolojiktir durum bilmiyorum; ama iyiydi yani. Yanin da bir adet camel ve Lost for Words ile servisi tavsiye olunur. Hem günün yipranmisligina uyanis hem de dinlenis. Sahi var midir güzel bir müzik ile beraber adami dinlendirecek daha iyi bir icecek?
İnternet Nesli
Çok garip bir nesil yetişiyor dostlarım. İnternet gibi uçsuz bucaksız bir bilgi kaynağı her gencin elinin altında artık. Bilgiye ulaşmak falan müthiş. Lakin garip bir şekilde insanların bilgilenip entellektüel birikimlerinin artması gerekirken, aksine bilgiden uzaklaşan ve de inanılmaz bir hızla yozlaşan garip bir nesil yetişiyor. Okumayan, dinlemeyen, öğrenmeyen, internette birilerinin güdümünde sürüklenen garip bir nesil.
29 Ekim 2008 Çarşamba
Burn After Reading
Coen biraderlerin son filmi. 1 senedir gündemimde film. 12 Eylül`de Amerika`da gösterime girince, bakindim ne zaman buralarda gösterilecek diye. Bir karsilik bulamayinca üzüldüm haliyle. Bu da yillarca beklemese bari dedim. 25 sene gösterilmemis film var hali hazirda gecmisimizde. Neyse ki bu kez o kadar sürmedi. 28 Kasim`da Türkiye`de gösterime giriyor Burn After Reading. Müthis bir oyuncu kadrosu var. John Malkovich, Brad Pitt, Tilda Swinton, George Clooney ve Frances McDormand öne cikan isimler. Clooney`nin aktörlügünü biraz abartilmis bulsam da Malkovich fazlasiyla dengeler onu. Yurt disinda izleyenler de genelde filmi eglenceli bulduklarini söylüyorlar ve begeniyorlar. 1 ay var önümüzde. Bekliyoruz.
28 Ekim 2008 Salı
Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 7
2004 yapımı bir Tim Burton filmi Big Fish. Oyuncular, Evan Mcgregor, Helena Bonham Carter, Danny De Vito gibi Hollywood'un önde gelen isimlerinden. Müziklerini Danny Elfman yapmış. Hatta Oscar adaylığı da vardı müzik dalında. Film hayatı boyunca insanlara çeşitli hikayeler anlatan bir baba ile hikayelerden pek de hazzetmeyen oğlunun, baba ölüm döşeğindeyken birbirleriyle yüzleşmelerini ve birbirlerini tanımalarını anlatıyor. Baştan sona masalsı bir dille ilerliyor film. Tim Burton filmlerinde genelde var olan karanlık puslu hava yok. Hatta filmde öylesine renkli bir atmosfer var ki büyülenmemek elde değil. Oyuncuların performansları oldukça iyi; ama yine de insan Evan Mcgregor'un yerine Tim Burton filmlerinin gediklilerinden Johnny Depp olsaydı ne olurdu diye düşünmeden edemiyor. Yine de Evan Mcgregor'un da hakkını vermek lazım. O rolün hakkını fazlasıyla vermiş.
Haftanın Müzik Listesi - 7
Devam
Pazar aksami kürkcü dükkanindayiz demistik. Nerden bilelim dükkanin önünü kapatacaklarini. Inanilmaz derecede aptal bir is oldugundan konunun detaylarina hic girmeyecegim. Zaten Sedürt gayet güzel deginmis bu mantiksizliga. Benim icin tüm tepkilere ragmen süpriz oldu engelin bu kadar kisa sürede kalkmasi. Agir bir kapanis yazisi yazmak icin girdigim internet sasirtti beni. Gerci gecici süre ile kaldirilmis yasak, eksik deliller dolayisiyla, aklin basa dank etmesiyle degil yani. O kadar rezil bir durumdayiz ki, alay konusu oluyoruz. Utaniyorum. Cok tepkiliyim herkes gibi, sinirliyim, üzgünüm; ama hepsinden önemlisi artik ümidini yitirmis bir adamim. Bu ülkede gelecekte güzel ve huzurlu bir dönemde yaslanacagima dair, insanlarin keyifle yasam sürecegi, refah dolu bir ülkede yasayabilecegime dair ümitlerimi yitirmis durumdayim. Bu saatten sonra kimsenin beyin göcü konusunda, milli duygulardan, yok devlete borctan falan bahsetmesine gerek yok. Net bicimde inanmiyorum ve istemiyorum. Yazik. Yeni bir engellemeye kadar devam ediyoruz. Haydi bakalim..
Kapatın Gitsin
Diyarbakır Sulh Ceza mahkemesinin 24 ekim 2008 tarihli kararıyla blogger, blogspot gibi sitelere erişim engellenmişti. Neyse ki siteler tekrar kullanıma açıldı. Yine de insan sorgulamadan edemiyor hangi çağda yaşıyoruz, biz nasıl bir hukuk devletiyiz diye.
24 Ekim 2008 Cuma
Vaad Edilmiş Topraklarda
23 Ekim 2008 Perşembe
İşçi Çocuk
22 Ekim 2008 Çarşamba
Aaron Ramsey
Bu alandaki rekor ise Olympiakos'ta forma giymiş olan Ganalı Peter Ofori-Quaye'ye ait. Ganalo oyuncu şampiyonlar liginde ilk golünü attığında 17 yaş 195 günlüktü. Ertem Şener'in dediği gibi; adamlar çoluk çocukla bizi yendiler.
Şampiyonlar Ligi'nde en genç yaşta gol atan oyuncular ise şöyle;
Peter Ofori-Quaye 17 yaş, 195 gün
Bojan Krkic 17 yaş, 216 gün
Cesc Fabregas 17 yaş, 218 gün
Martin Klein 17 yaş, 241 gün
Aaron Ramsey 17 yaş, 299 gün
Albert Camus-Düşüş
1957 Nobel Ödüllü yazar Albert Camus'nun(Albert Kamü) "Düşüş" adlı kitabını inceleyeceğim bugün. Ama ondan önce yazarın kendisinden bahsedeyim biraz. Albert Camus Cezayir asıllı fransız yazardır. Varoluşcu edebiyatın en büyük isimlerindendir. Futbol tutkunu olması da enteresan bir özelliğidir. Kaleci olarak futbol oynamış hatta.
Onepoto Footbridge
21 Ekim 2008 Salı
Ayıp
Gecen gün televizyona bakarken gözüme takilan 2 sey oldu. O kadar az izliyorum su mereti, belki günde 15 dakika, ama hemen malzeme cikiyor. O kadar vasifsiz seyler var ki iste, neyse. Ilkine Star Tv`de rastladim. Ana Haber`de bir konuk vardi, su Yaprak Dökümü`nde oynayan esmer kiz. Iyi, güzel sohbet ederlerken, kizin sanirim en begendigi yönetmenin Fatih Akin olmasi üzerine: "Son günlerde artan sehit haberlerini de düsününce, Fatih Akin`in askerlik yapmak istemedigi ile ilgili görüsü hakkinda ne diyorsunuz?" dedi sunucu.(Sunucu da fotografdaki ablaydi, tabi sorulari o hazirlamiyordur, o ayri.) Bu kadar mi olur. Bu kadar mi güdümlü, kasitli ve popülist bir soru olur. Bu kadar mi insanlara hos gözükmek adina ucuz numara olur. Kizin cevabi ya da düsüncesi hic önemli degil bu noktada, zaten o da sasirdigi icin birseyler geveledi. Sen bu kizi buraya siyasi konularda görüsünü sormak icin mi cagirdin. Ha bu kiza sormusun, ha sokaktan gecen birine mikrofonu tutup görüsünü sormussun. Farki nedir? Biri oyuncu, digeri marangoz. Bu kiza bu soruyu yöneltip, canli yayinda zora sokmanin manasi nedir? Ayip, cok ayip.
20 Ekim 2008 Pazartesi
Küçük Şehirde Hayatta Kalma Rehberi -1
Geçenlerde 'ksp' büyük şehirlerde ulaşım sıkıntısıyla ilgili bir yazı yazmıştı. "İnanılmaz zamanlama hesabı yapmak gerekiyor, çok fazla parametreyi aynı anda gözetmen gerekiyor" şeklinde öneri ve tespitler vardı. Ömrünün ilk 18 senesi küçük ondan sonraki 3 senesi daha da küçük bir şehirde geçmiş olan ben için inanılmaz olaylar tabi bu ulaşım problemi gibi meseleler. Bir yere ulaşmaya çalışırken yaşadığı en büyük tereddüt "yürüsem mi ya da yok ya dolmuşa bineyim de üşümeyeyim" olan birisiyim ben. Buralarda çok fazla parametre yoktur. "Para—Yorgunluk grafiği" ya da "çetin hava şartları--bugün romantikliğim üstümde yağmurda yürüyeyim grafiğine" göre karar verilir. Ulaşım kolaydır ama keşke herşey ulaşım kadar kolay olsa. Yılların küçük şehir insanı olarak tecrübelerimi paylaşacağım sizlerle.
Ilk başta yapılması gereken nerede yemek yeneceğini bilmektir. En hayati konu budur. Can boğazdan gelir zira. Lakin dikkat edilmesi gereken husus şudur ki küçük şehirde iseniz pahalı olan iyidir şeklinde bir mantık sakın ola ki yürütmeyin öyle değil çünkü. Hem karnınız doymaz hem de kasaya bıraktığınız minik servete yazık olur. Bu sebeple yapılacak ilk iş şehrin yerlisinden “nerede ne yenir” onu öğrenmek olsun.
Küçük şehirlerde eğlence sektörü inanılmaz sınırlıdır. Metropol insanlarının seçebileceği gibi yüzlerce hatta binlerce eğlence mekanı yoktur. Genelde 3-4 kafe varsa bir iki tane de bar vardır(önceki küçük şehrimde bar vardı mesela şimdikinde yok. Bi tane meyhane var, tırsıyorum oraya girmeye de). Peki ne yapacağız dediğinizi duyar gibiyim. Öğrenci evi güzel bir opsiyondur her zaman. Hemen her mekandan daha eğlencelidir. Ya eve çıkın ya birilerinin evine gidin. Ama esas püf noktası şudur ki işin: “her küçük şehrin yakınında mutlaka bir büyük şehir vardır”. Paranızı biraz biriktirin sonra hemen büyük şehire gidip eze eze yiyin paraları.
Buralarda sinemacılık müessesi de epey geri kalmıştır. Sinema salonu dedikleri yer daha çok birazdan powerpoint sunumu yapılacakmış hissi veren küçük odalardır genelde. Hiç izlemeyin arkadaşlar oralarda film. Sinemanın büyüsü falan olmuyor zaten orada da. Dvd'sini falan alın ya da bir üst maddede belirttiğim büyük şehire kaçış da oldukça iyi bir opsiyondur.
Daha anlatacak çok şey var onlar da devam yazılarında...
Hoşçakal
Aç Adam
19 Ekim 2008 Pazar
Yeni Sezon Yeni Heyecan
Tanrım, neden ben?
Bir arkadaşım aşık olduğu kız tarafından reddedildi geçenlerde. Saçma sapan bunalımlara girdi tabi. Bu saçma sapan bunalımsal hareketler başka bir yazının konusu. Değinmek istediğim farklı bir nokta var. Bu adam böyle triplerden triplere yelken açarken enteresan bir cümle sarfetti; “Tanrım, neden ben?”
Bu cümleyi duyduğum anda kafamda ardı ardına sahneler çakmaya başladı. Pek çok arkadaşım hatta zaman zaman kendim bile bu cümleyi sarfetmiştim. Ve bu cümlelerin sarfedildiği olaylar da inanılmaz komik aslında cümlenin iddiasını düşününce. Düşünsene Tanrı'ya isyan ediyorsun gerekçe ya kız tarafından reddedilmek, ya sevgili tarafından terkedilmek, ya gittiği okulda iyi bi arkadaş ortamı yapamamak falan gibi mevzular. “Canım çok sıkılıyor, hayat çok acımasız, tanrım neden ben?” Ne kadar kolay kurtuldu tüm sorumluluktan adam. Attı tanrıya suçu rahatladı bir anda. Üstelik sadece suçu atmanın verdiği rahatlık da değil bu. Adam kendini önemli hissediyor bi yandan da. Düşünüyor ki Tanrı gıcık oldu bu adama, milyarlarca insanı hatta başka çok daha farklı alemleri işi gücü falan bıraktı bu arkadaşın kız işleriyle uğraşıyor. Öylesine önemli hissediyor ki kendini. Meydan okuyor Tanrı'ya. kafasından sürekli "Tanrım neden ben? ne istiyorsun benden?" cümleleri geçiyor. Hatta muhtemelen daha önce bir kaç filmde gördüğü klasik yağmur altında diz çöküp ellerini havaya kaldırıp gökyüzüne haykırış sahnesini canlandırıyor kafasında. Gerçekte yapamıyor tabi. Hayat filmlerdeki kadar romantik değil ne yazık ki.
İnsanoğlu çok garip gerçekten. İşler yolundayken mağrur bir eda süzülen, kendi başarısıyla övünen adam işler ters gitmeye başladığında hemen bir sorumlu, suçlayacak birilerini arıyor. Önce ikinci üçüncü şahıslar geliyor akla. Eğer onlar suçlanamıyorsa Tanrı'yı suçlamaya kadar gidiyor bu suçlama mevzusu. “Tanrı kesin bana kafayı taktı”
Bu yazıyı Wimbledon'un ilk zenci şampiyonundan ders niteliğinde bir röportajla sonlandırayım.
Arthur Ashe kan naklinden kaptığı aids sebebiyle ölüm döşeğindeydi. Hayranlarından biri sordu:
-'Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?'
Arthur Ashe cevapladı:
-'Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya 'neden ben?' diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Tanrı'ya nasıl 'niye ben?' derim?.'
Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 6
Haftanın Müzik Listesi - 6
Pera Film
18 Ekim 2008 Cumartesi
Kare As
Yaklasik 1 aydan biraz fazla oldu bu blogu acali. Keyifle yaziyoruz. Umarim siz de keyifle okuyorsunuz. Özellikle yazdigimiz seylerde kaliteyi asla düsürmemeye calistik bugüne kadar. Kendi adima söyle niteleyebilirim durumu: Kendim ne ve nasil okumaktan keyif alacaksam, sadece öyle seyler yazdim. Onun icin buraya yazilan hersey degerli benim gözümde. Bugün itibariyle aramiza bir baska yazar arkadasimizi davet etmeye karar verdik, sag olsun o da bizi kirmadi. Inanin icim o kadar rahat ki onun gelisinden, hani birileriyle yeni bir ise basladiginiz zaman duydugunuz acaba süphesi vardir ya, iste onu hic duymuyorum. Biliyorum ki okumaktan keyif alinacak ve bugüne kadar yazilanlarin kalitesini aratmayacak, hatta artiracak yazilar yazacak Sedürt. Kare asi tamamladik. Hosgeldin mirim.
17 Ekim 2008 Cuma
Çık Hayatımdan
Black Ice
Avustralya`nin dünya tarihine kattigi en önemli seyi sorsalar, hic düsünmeden ACDC derim. Rock & Roll ün hakkini sonuna kadar veren, belki de en büyük temsilcisi. 2000 yilinda cikarttiklari Stiff Upper Lip`ten sonra grup 8 yildir suskundu. Ta ki simdiye kadar. Avustralya`da 18 Ekim`de, dünyada da 20 Ekim`de yeni albümleri Black Ice`i yayinliyorlar; fakat torrente düstügünden albüm elime gecti.
16 Ekim 2008 Perşembe
Doktor Bu Ne?
Steven Gerard'ın dünkü Belarus maçında attığı gol sonrası sevinci. Fotoğraf tek başına düşünüldüğünde ne gol atmışa benziyor, ne de seviniyormuş gibi duruyor aslında. İngiltere de Capello ile birlikte harika gidiyor elemelerde. Rooney müthiş bir form yakaladı ve golleri sıralamaya devam ediyor. Capello Ferdinand'ın deyimiyle, sirki takıma çevirmiş durumda. Maçın golleri içinse tıklayın.
Hoşgeldin
Yarin, yani 17 Ekim 2008`de bu topraklar müthis bir ismi agirlayacak. Kevin Spacey 45. Antalya Altin Portakal Film Festivali`nin konugu olarak geliyor. O kadar büyük ve benim kendi sinema dünyamda en tepeye koydugum bir isim ki, festival falan hikaye oldu, gölgede kaldi. 200 sinema ögrencisine tecrübelerinden bahsedecekmis. Bu nasil bir sereftir, nasil bir sanstir, tarif etmeye dilim varmaz. Inanin su noktada kabima sigamiyorum; yirim lan sinemayi, ögrenciyi. Bir yarim saat söyle karsilikli otursaydik, sen anlatsaydin ben zevkten ölseydim be canim abim. Hosgeldin, sefa getirdin.
15 Ekim 2008 Çarşamba
Max Payne
Max Payne'nin oyunun sıkı bir takipçisi olarak oynarken hep keşke filmi gibi bişey yapılsa da izlesek diye düşünürdüm. Benim gibi düşünenler bir hayli fazlaymış demek ki.
Max Payne bu cuma, yani 17 Ekim'de sinemalarda tüm dünya ile aynı anda gösterime girecek ülkemizde. Film hakkında şöyledir, böyledir, iyi veya kötü gibi bişey diyemem şu durumda; ama oyuncu seçimleri ve oyundaki havanın filme de katıldığının söylenmesi üzerine, güzel bir film bekliyorum. Başrollerde Max Payne karakterine benzeyen ve en az onun kadar psikopatlaşabilecek bir abimiz Mark Wahlberg ve onun en büyük yardımcısı rolünde de dünyalar güzeli Mina Kulis oynuyor. Ayrıca Prison Break'deki Sucre de filmde rol alıyor ve sanırım Max Payne'in kovaladığı kötü adamlardan biri. Filmle ilgili kısa bir tanıtım videosunu şuradan izleyebilirsiniz. Videoyu izleyince oyundaki karanlık ve puslu havanın filme de yansıdığı belli oluyor.
Oyunda bölüm aralarında geçen Max Payne'in kendi konuşmaları, yavaşlatılmış sahneler, karanlık ve puslu ortam ve de son olarak soundtrack harika gözüküyor videodan gördüğümüz kadarıyla. Bakalım film nasılmış? Cuma günü için plan hazır; Max Payne. İyi seyirler.
Anlam Karmaşası
Bircok kavram kargasasi yasiyoruz cümbür cemaat. Türkcesi, Ingilizcesi, Arapcasi derken bircok dilden olusan bir günlük konusma kelime haznesine sahip olmamiz herhalde bunun en önemli sebebi. Gecen gün bir is icin Aras Kargo`nun bir subesine ugradik. Arkadasimdi isi olan, ben de eslik eden kisi oldugumdan oturdum kenardaki sandalyeye. Icersini incelerken, Aras Kargo`nun kendisiyle ilgili bastirdigi tanitim afisi gözüme carpti. Kafa yormus, biseyler yapmislar besbelli. En üstte; "vizyonumuz: 7 kitada güvenilir bir kargo hizmeti vermek." yaziyor. Hemen altinda da, "misyonumuz, ..." diyor. Bu bölümü hatirlayamiyorum simdi; ama mühim yeri bu degil zaten. Dedigim gibi bunu olusturanlar az cok kafa yormuslar bu ise, belliydi. Peki vizyon nedir, misyon nedir bunu his düsündüler mi acaba. Vizyonlari oldugunu idda ettikleri seyin, vizyonlari olmasi mümkün degil. Cünkü vizyon degil bir kere. Ingilizce kökenli bir kelime vizyon ve görünüm gibi bir anlami var. Yani senin vizyonun olsa olsa güleryüzlü, kaliteli ve cabuk hizmet ve personel olabilir. Basbayagi misyon-vizyon karmasasi icine girmisler. Calakalem bir calisma da olmadigindan, bu yanlisligin dagarcikta saglam ve temelli bir yeri oldugu belli. Anlam kargasasi ve kendimizi ifade edememek en önemli sorunlarimizdan sanirim. Ne kadar dogru olursan ya da ne olursan ol; sonucta karsindaki icin, ifade edebildigin seysin.
Ulaşım Problemleri
Bazı yerlere birkaç farklı araçla ulaşılabilindiği için, bu durum da farklı bir probleme dönüşüyor. Mesela ulaşım için gereken zamanı benim gibi israf ettiyseniz, hızlı ama riskli bir araç tercih etmek durumunda kalıyorsunuz. Riskli konusunu biraz daha açarsam, örneğin; o anda durakta olmayan fakat gelse diğerlerinden çok daha hızlı bir şekilde sizi ulaştıracak olan bir aracı beklerken önünüzdeki fırsatları değerlendirmeyip kaçırabilirsiniz. İşte bu tip durumlarda belirli bir referans süresi koyup “ Eğer şu dakkaya kadar gelmezse, eşek gelse binerim abi” şeklindeki ifadeye sadık kalmalısınız. Gereksiz risklerden kaçınmak her zaman iyidir. Bir başka sorun da gideceğiniz yeri tam olarak bilmediğiniz zaman yanlış araca binme ihtimalidir. Burada da doğru aracı bulmak için, dışarıdan bakıldığında “buraların piri” gibi gördüğünüz adamlara danışmalısınız. Bu da biraz “insan sarrafı” olmayı gerektiriyor aslında. Çünkü dış görünüş aldatıcı olabilir. Geçenlerde başıma geldi, tam anlamıyla “pir” görünüşlü bir adama danıştım; fakat adamın söylediği araç gitmek istediğim yere 20 dakikalık yürüyüş mesafesinde bıraktı beni. Buradan ekose ceketli o amcaya tekrar teşekkürler. Bir de yolda kalma ve trafik sıkışması problemleri var ki bu tip durumlarda saate ve güzergaha ne kadar dikkat etseniz de olası bir kaza bütün planları alt üst edebiliyor. Sonuç olarak ulaşımı bir ÖSS problemine dönüştürmemek için en iyisi ulaşım zamanına, yüzde 30-40 gibi bir gecikme oranı ekleyin ya da bir araba alıp bütün dertlerden kurtulun.
14 Ekim 2008 Salı
Wine Tasting
Jim Morrison
12 Ekim 2008 Pazar
Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 5
2002 yapimi Cidade de Deus icin, Brezilya sinemasinin su güne dek cikardigi en iyi film diyebiliriz sanirim rahatlikla. Yönetmenligi Fernando Meirelles ve Katia Lund paylasmis. Film, Paolo Lins`in kitabindan sinemaya uyarlanmis. Insani icine alan, hatta yutan cinsten. Bir kere hayatin ta icinden gelen bir film, bir gerceklik öyküsü. Oyuncularin bircogu cok tecrübesiz, hatta bir kismi oyuncu dahi degiller. Dedigim gibi tecrübe kismina bakarsak eger, en önemli rollerdekilerin bile televizyon dizilerinde birkac bölüm konuk oyunculuktan öteye gitmedigini görüyoruz. Tabi filmden sonra isler acilmis onlar icin de. Yönetmenin bu kadroyu bu denli efektif kullanmasi bile basli basina takdire sayan. Anlatici kullanilan ve atlamali senaryoya sahip bir film. Yabanci bir film olmasina ragmen 4 dalda Oscar adayi olmasi da büyük basari. Film eglenceli, akici, merak uyandiran olmanin yani sira bir o kadar da vurucu ve dramatik. Cocuklarin basina gelenler ve yaptiklari insanin kanini donduruyor. Yönetmenin filmi cekerken cüzdanini caldirmasi da manidar olmus. Film, Rio de Janerio`nun; Isa`nin kocaman heykeliyle özdeslesen Copacabana sahilinden ibaret olmadigini yüzümüze tokat gibi vuruyor. Yönetmenin anlatim tarzi Scorsese`yi animsatiyor. Ülkemizde 22. Uluslararasi Istanbul Film Festivali`nde gösterilmis ve büyük ilgi toplamisti.
Haftanın Müzik Listesi - 5
Şeker Kız Candy
Gerek hikayesiyle, gerek karakter yapısıyla, bir dönemi tek kelimeyle "hacamat " etti Watashiba Candy. O zamanlar çocuk kafamın anlamlandıramadığı aşk üçgenleri (hatta dörtgenleri), yakışıklı ve karizmatik erkekleri, bir çizgi filmde saf kötülüğü ve kıskançlığı görmeye daha hazır olamayan bizler için, kötü üvey kardeşleriyle "ulan bunlar da çocuksa ya biz ya onlar yanlış yaşıyo bu dönemi", diye beni düşündüren bir "çizgi film tadında" filmdi adeta. Filmlerde büyüklerin yaşadığı hikayeleri o zaman için çizgi filmlerde görmek, bende epey sarsıcı etkiler bırakmıştı. Allah'tan hem dizi hem de bizim çocukluk dönemi bitti de kurtulduk. Şimdiki çocuklar çok şanslı.