30 Aralık 2008 Salı

2008`in En İyi 15 Filmi


Asagidaki seckiyi Tersninja`nin ricasi üzerine hazirladik. Burda da yayimlayalim hazir yazmisken dedik. Lordlar Kamarasi ortak yapimidir. Unutmadan Tersninja`ya bir de kendi cöplügümüzde tesekkür edelim, ilgileri ve degerli sinema yazarlarinin yaninda nacizane bizlerin de fikirlerimize deger verdigi icin.

Aslına bakarsanız en başta Tersninja listeyi oluşturmamızı rica ettiğinde, aklımda daha farklı bir liste canlanmıştı. Sonuçta 2008'in en iyi filmleri deyince ortada belirlenmesi gereken bir 2008 olgusu var. İlk etapta filmlerin kendi ülkelerinde ilk gösterildikleri zamanı baz almayı düşündüysek de, daha sonra listeyi Türkiye'de 2008 yılında gösterime girenlerden oluşturmaya karar verdik. Zira bu yazıyı okuyanların geride bırakıyor olduğumuz yıl içinde sinemada izlemiş oldukları filmlerin bir sıralamasını görmelerini daha mantıklı bulduk. Dolayısıyla listede yer verdiğimiz filmlerin bir bölümü 2007 yapımı, Türkiye'de ise onları 2008'de gördük. Yapımcıların bu reklam politikası her ne kadar beni üzse (!) de, onlara da hak verdiğimi söyleyeyim yeri gelmişken. 

 
Kısaca bir genel 2008 değerlendirmesi yaparsak:

2008'i filmografisi açısından diğer yıllarla karşılaştırınca herhalde en önemli fark çizgi romandan uyarlama filmleri konusudur. Bir çizgi roman uyarlamasının çok ötesine giden The Dark Knight tabi bu alanda başı çekiyor. Bu konuda o kadar zengin iceriğe sahip ki 2008; her ne kadar listede yer vermesek hem çizgi roman uyarlaması olmasa da, çizgi romanların klasik süper kahraman figürlerine alternatif bir isim bile, Hancock, var içinde.

Animasyonlar açısından bakınca ise; 2007'nin yıldızı - oscar alamasa da özellikle animasyon dünyasında yarattığı farktan ötürü - Persepolis'in elinden bayrağı devralan bir Wall-E izlemenin yanında, yine keyifle izlenecek Kung Fu Panda gibi animasyonlar da vardı.

Coen Biraderler'in biri 2007 yapımı ve Best Picture oscarı sahibi olmak üzere 2 filmini izledik. Coen sinemasını seven biri olarak 2'sini de beğendim. No Country for Old Men daha cevval bir yapım elbet, aldığı ödülden de anlaşıldığı üzere (Bana bıraksalar Atonement'a verirdim o ayrı). Yine de Burn After Reading de eli yüzü düzgün, ortalamanın üstünde klasik bir Coen filmi.

2008'de birçok ustayı da seyretme fırsatı bulduk. Morgan Freeman'ı 3 filmde olmak üzere, Jack Nicholson ve Daniel Day Lewis'i izleyebildik bu yıl. Özellikle Day Lewis'in - malum son 10 yılda 4. filminde oynadığından - filminin oynadığı yıl olarak not etmek mümkün 2008'i. Zaten ''kaç yıl olsa beklerim, yeter ki çıksın oynasın bu adam'' dedirtecek kadar kredi topladı yine bizlerden performansıyla.

Belgeseller açısından da fena  bir yıl olmadı. Michael Moore'un sağlık sistemini ve insanlık ayıplarını gözümüze soktuğu Sicko vardı, gercekten cok iyiydi. Sağlık sektörünün içinde olan biri olarak, bazı hususların acı biçimde beynimin içine zerk ettiğini söyleyebilirim. Ayrıca ''The Great'' Martin Scorsese'nin de bu yıl Shine a Light adlı Rolling Stones belgeselini izledik. Hakikaten görsel bir şovdu o da. Daha önce Michael Jackson gibi en iyilerle de bu konuda çalışan Scorsese belgeseller konusunda da en iyilerden hakikaten.

Türk filmleri açısından da nicelik ve daha önemlisi nitelik bakımından gayet iyi bir yıldı 2008. Biri başında diğeri sonunda olmak üzere 2 Çağan Irmak filmi, Cem Yılmaz'ın AROG'u, O. Çocukları güzel işlerdi gerçekten.

Son olarak, bu listeyi birlikte yazdığım arkadaşlarım ve benim sadece ve sadece naçizane birer sinemasever olduğumuzu belirtmek isterim. Yani, sinemaya gitmekten ya da evinde film izlemekten keyif alan birkaç sinemasever arkadaşın oturup, geçen yıl izlerken en çok keyif aldıkları filmlerden bir liste yaptığını düşünün. Birer sinema yazarı değiliz asla. O açıdan kaçırmış olduğumuz, değinmeyi unuttuğumuz, hatta bilmediğimiz noktalar muhakkak vardır. Onları da yorumlarınızda hatırlatırsanız memnun oluruz. Tersninja'ya da ilgisinden ve inceliğinden ötürü teşekkür ederim.

 1. The Dark Knight
2. No Country for Old Men
3. Juno
4. The Bucket List
5. Wall-E
6.  American Gangster
7. There will be Blood
8. Ulak
9. Sicko
10. Gone Baby Gone
11. A.R.O.G
12. The Incredible Hulk
13.O. Çocukları
14. Mongol
15. Burn After Reading
 

29 Aralık 2008 Pazartesi

City Built of Rock and Roll


Tasarim: Aaron Burk

Ben 12 $`a bunu t-shirtümün üzerinde isterim diyenler icin adres burada. Daha bircok güzel tasarim var. Trofolo`nun cok eski bir yazisinda rast geldim.

Koyunun Olmadığı Yerde

Pink Floyd`u hicbir zaman canli dinleme sansi olmayacak olan floydianlar icin, saygiyla onlari taklit eden - iyi diyorlar - bir grubu dinlemek keyif verici olacaktir. Yaraya merhem olmaz belki; ama en azindan üfler. 30 Aralik`ta Babylon`da.

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 16


2000 yapımı Guy Ritchie nin yönettiği inanılmaz eğlenceli ve akıcı bir film Snatch. Jason Statham, Benicio Del Toro,Brad Pitt,Vinnie Jones gibi isimlerin üst düzey performansları da filmin kalitesini arttıran etmenlerden tabi ki.Bence konusundan ziyade filmi asıl komik ve eğlenceli yapan, karakterlerin ilginçliği ve oyuncuların karakteri çok iyi yansıtabilmeleri. Açıkçası bu kadar ilginç karakteri bir araya getirip “ böyle durun siz burada” deseniz bile, insan ister istemez tiplere bakıp hafiften sırıtıp kıkırdamaya başlar. Hele bir zenci üçlüsü var ki ekranda görünmeleri bile izlerken kahkahayı basmama neden oldu..Brad Pitt de çingene aksanını inanılmaz kullanmış filmde, ona da ayrı bir alkış.Konudan bahsetmek isterdim fakat eğer anlatmaya başlarsam (filmin de büyüsünü kaçırmak istemediğimden) ilkokulda yazdığımız kitap özetlerine döneceği içi en iyisi kendiniz izleyip görün.Ekstra bir bilgi olarak filmde Jason Statham’ın canlandırdığı “Turkish” karakterine zamanında Türkiye’den epey tepki gelmiş .Tepki gösterenler filmde Turkish karakterinin, isminin hikayesini anlatırken “Babam ve annem uçakta tanıştıkları için bana kaza yapan bir uçağın adını vermişler” demesinin Türk Hava Yolları’nın satışlarına ve ismine zarar verdiğini iddia ediyorlar.Reklamın iyisi kötüsü olmaz diye bir laf da vardır aslında bir de bu yönden bakmak lazım.Guy Ritchie de bu filmden sonra sadece “Madonna’ nın kocası” olarak bahsedilmekten biraz olsun kurtulmuş ve “yönetmen” olarak da anılmaya başlanmıştır demek yanlış olmaz herhalde.Gerçi Madonna’lı unvanını geçen aylarda 98 milyon dolar gibi bir rakama sattıktan sonra elinde sadece yönetmenlik kaldı.Bakalım bunu ne kadar koruyabilecek.İşin magazin boyutundan da bahsettiğimize göre geriye iyi seyirler demekten başka bir şey kalmıyor.

28 Aralık 2008 Pazar

Haftanın Müzik Listesi - 16


  • Erkan Oğur & Yavuz Çetin - Dünya
  • Joe Satriani - Forgotten (part II)
  • Sentenced - Mourn
  • Pink Floyd - Cluster One
  • Empyrium - Wehmut
Bu hafta sizlere tamamı enstrümental aynı zamanda inanılmaz vurucu parçalardan oluşan bir liste hazırladım. Erkan Oğur & Yavuz Çetin ortak yapımı Dünya bana kalırsa Türk müzik tarihinin en iyi enstrümental çalışmasıdır. Joe Satriani'nin Forgotten'ı ise kelimenin tam anlamıyla gitarın dile geldiği hatta ağladığı bir şarkıdır. Bir keresinde Satriani'ye bu şarkıyı neden konserlerde çalmadığını sorduklarında "konserlerde bu şarkıyı çaldığımızda insanlar bambaşka bir moda giriyor, tekrar konser havasına sokabilmemiz için en az 6-7 şarkı çalmamız gerekiyor" demiştir. Öyle bir şarkı gerçekten. Her neyse diğer şarkıları da anlatırdım da çok uzun olacak şimdi ama onlar da inanılmaz şarkılar gerçekten. Tüm listenin sizi uçuracağının garantisini verebilirim. Biranızı açın yanına sigarayı yakın sonra da notalara bırakın kendinizi. 

26 Aralık 2008 Cuma

Dürüst ve İlkeli Yayıncılık(!)

Bu gece televizyonda izleyecek bir şeyler arıyordum. Küçük bir şehirde olmamdan mütevelllit çok fazla kanal seçeneğim yok. Öğrenci evi olduğu için uydu falan da yok tabi. Kanal d''dir, show tv'dir, atv'dir böyle şeyler izleniyor o yüzden televizyoda genelde. Her neyse bugün kanalları gezerken gece yarısı sularında 4 kanalda birden tartışma programı vardı. Ne kadar gariptir ki 4 kanal da farklı yayın gruplarından olmasına rağmen ağız birliği etmişcesine tek bir şeyi tartışıyorlardı. “Türkiye muhafazakarlaşıyor mu?” “mahalle baskısı var mıdır?”, “türban- çarşaf siyasi simge mi değil mi?”

Çok pis bir düzenin içerisindeyiz. Tepede öyle birileri var ki gündemi sürekli buraya getiriyor. Halk bununla oyalansın başka şey düşünmesin istiyor. Yıllardır aynı terane. Kendimi bildim bileli aynı terane. Birileri bu işten inanılmaz ekmek yiyor sanırım. Bugün asgari ücret net 547 ytl olarak açıklandı. Devletimiz lütfetmiş 24 ytl zam yapmış. Akşam televizyonu açıyorum her kanal muhafazakarlaşıyor muyuz diyor hala. İnsanlar aç, insanlar parasız. Lan ne muhafazakarlaşması, ne türbanı, ne çarşafı her şey bitti bir bu mu kaldı tek derdimiz? Başbakan doğalgaza indirim gelmeyecek diyor, tedaş doğalgaz inmezse biz de fiyat indirmeyiz diyor hatta yetmiyor bir de zam yapıyor. Lakin bizim sözde dürüst, ahlaklı basınımız ne zaman birilerinin tekerine çomak sokacak şeyler olsa sürüyor önümüze türbanı, sürüyor önümüze çarşafı, mahalle baskısını. Adamlar oturmuş kurban bayramında sokakta hayvan kesilmesini tartışıyorlar bu gece. Akıl alır gibi değil.

Yıllardır uyutuluyoruz. Israrla uyutuluyoruz. Nereye kadar uyuyacağız bakalım.

1000

Dün gece oynanan Celtics - Lakers maçında Lakers'ın maçı 92-83 kazanmasıyla birlikte Phil Jackson kariyerindeki 1000. galibiyeti kazanmış oldu. 1423 maçta bunu başaran P-Jax aynı zamanda bunu en az maçta kazanan koç ünvanını da ele geçirdi Pat Riley'ı geride bırakarak. 1000 galibiyet barajına ulaşan 6. koç oldu Nba tarihinde. Bunun Noel gecesinde ve Celtics'e karşı olması da onun için ayrı bir anlam ifade ediyordur sanırım. Bir de Celtics'in 19 maçlık serisine son vererek bunu kazandı onu da atlamalıyım.

Her neyse Phil Baba'yı tebrik ederek galibiyetin tadını çıkarmak istiyorum kendi çapımda. Buraya Lakers fanatizmini bulaştırmayalım eheh. Büyüksün baba.

Müzik Tarihinin En İyi 10 Vokali



10. Chris Cornell

En zorlandigim yer son siraydi acikcasi. Siralamayi yapmaya ilk siradan basladim ve 10 numaraya geldigimde elimde bircok isim ve tek bir yer vardi. En sonunda Cornell`de karar kildim. Bir kere sesinin tinisi insana gercek anlamda keyif verenlerden Cornell. O hiriltili ses patolojik olsa gerek ki doktorlar sesini cok zorlamamasi konusunda uyariyorlar. Öyle bile olsa onu tüm diger vokalistlerden ayiran, sesini özel kilan da budur. Like a Stone ile sesin nasil kontrol edilecegi dersi verir adeta. Hepsi bir kenara listede üst siralarda yer alan bircok efsane vokalin yeni nesilden favorisi Cornell. Eger, Gillan misali, zarar gören sesini önümüzdeki yillarda korumayi basarabilirse, 20 yil sonra adini diger efsanelerin yanina yazdirmasi isten bile degil.

9. Frank Sinatra

"The Voice" da denen Sinatra, tüm zamanlarin en büyük müzik figürlerinden biri. Bu listede en iyi yorumculari siralasam gözüm kapali ilk siraya koyacagim isimdir. Tam anlamiyla müthis bir yorumcudur. "Can`t Take My Eyes of You" bir ondan dinlenir bir de digerlerinden. Demek istedigim o zaman daha iyi anlasilacaktir. Newyork Newyork, Strangers in the Night, My Way ve daha bunlar gibi bircok klasigi ardinda birakmistir. Zaten döneminin de en büyük yildizidir. 

8. Dolores O`Riordan

Listede yer verdigim 2 kadin vokalden biri. Onun da sesi Cornell gibi cok karakteristik, benzeri yok. Sesi öyle özgün ve etkileyici ki adeta bir enstrüman gibi. Tek bir akustik gitar destegi ile kayit doldurabilecek kadar yeterli ezgiyi verebilecegini düsünüyorum. Her ne kadar Cranberries günleri baska olsa bile; o da benim gibi düsünüyor olsa gerek ki 2007`de cikardigi solo albümü Are You Listening`de, Cranberries`de yer yer var olan o sert ezgilere hic girmedi. Yine de beni vokaliyle  en cok etkileyen sarkilari Animal Instinct ve Promises`tir. Tabi bir de Zombie var, sevilir.

7. Bruce Dickinson



Iron Maiden`in  costurmakta üstüne olmayan vokalisti. Bugün artik bir efsane olarak kabul edilmeye baslanan Iron Maiden o olmadan ne yapabilirdi, ne kadar ileri gidebilirdi kestirmek zor degil. Grubun o agresif havasiyla tam anlamiyla bütünlesmis bir ses onunki. Hallowed Be Thy Name ile Run to the Hills ile cosmayacak beri gelsin zaten. Büyük umutlarla konser icin Türkiye`ye gelmeleri bekleniyor. Kim bilir belki bir gün biz de Bruce`un sesini canli dinler, haci oluruz.

6. David Coverdale



Rock müzik tarihinin önemli figürlerinden biri Coverdale. Ian Gillan`in yoklugunda Deep Purple ile önemli isler yapmistir, ama asil olarak Whitesnake`in efsanevi vokalistidir. Sesi duygu yüklüdür. Laf olsun diye söylemiyorum bunu. Bu adam bir Soldier of Fortune der duygu seli alir gider. Bad Boys, Here i Go Again gibi daha hareketli sarkilarda da basarili vokaller yapsa da onun farki Is This Love`da Soldier of Fortune`da ortaya cikar. Unutmadan bir de Starkers in Tokyo diye bir akustik konser kaydi vardir ki, olmaz böyle sey. Aglatir, müthistir. Ordaki cok az sayidaki insandan biri olmak en azindan orta seviye bir piyango ikramiyesine bedel olsa gerek diye düsünürüm hep.

5. Ronnie James Dio

Bana kalirsa, müthis isler yapmis da olsa, cok daha fazlasini yapabilirdi. En verimli dönemlerinde bir türlü bir grupta dikis tutturamadi. Yine de en verimli islerini Black Sabbath ve Rainbow ile yapmistir. Ozzy Osbourne`dan sonra kac kisi onun gölgesinde kalmadan, Black Sabbath`a yeni bir sayfa actirmayi basarabilirdi ki. Hep Ozzy ile karsilastirilir, oysa ses renkleri bambaskadir, ikisinin de tadi baskadir. Heaven and Hell basit bicimde sesinin kalitesi icin örnektir. Gates of Babylon ise doktora tezi falan olsa gerek. Unutmadan "devil horns"un da bulucusudur. 

4. Janis Joplin


Blues`un listedeki temsilcisi, listedeki 2 kadindan biri ve bana göre en iyi kadin vokal. O nasil sestir be ablacim, benim diyen erkegi utandirir. Bazen merak ediyorum, 27 yasinda gözlerini yummasan ne eserler birakirdin diye. Sonra diyorum ki, eger o yasinda yüksek dozdan ölecek kadar cilgin olmasaydin zaten sen sen olmazdin. Bir, Try söyler ki ben kesin 60`larda yasamaliymisim dersiniz. Bir Piece of My Heart söyler ki üstüne hicbir sey söyleyemezsiniz. Cakmasi Zerrin Özer bile fenomen oldu bu ülkede, bunun üstüne söylenecek cok sey yok herhalde.





3. Ozzy Osbourne

Müzik tarihine yön veren isimlerden biridir Osbourne. Iomi ile Black Sabbath`i kurmus ve heavy metalin temelini atmistir. Bu ve müthis bir lirik yazari olmasinin yaninda efsanevi bir vokalisttir ki listemizi ilgilendiren yönü de bu. Yumusak mi sert mi bir türlü karar veremedigim bir yorumu var. Ses tonu müthis, daha önemlisi bunu iyi de kullaniyor. Hemen her vokal icin birkac örnek verdim; ama Ozzy icin veremiyorum, cünkü gercekten hepsinde cok iyi. Sunda da süperdir diye ayirt edemiyorum. Süperdir.

2. Ian Gillan

Morlarin en derini, Deep Purple`in gercek vokalisti.Bruce Dickinson`in idolü. Deep Purple her döneminde keyif veren, müthis bir grup olsa da Gillan`in ile bambaskadir. Bundan midir bilmem; ama Gillan`dan önce 2 albüm yapan grup, Gillan`in gelmesiyle yeni albümüne Deep Purple adini verir. O albüm de bir yerde gercek Deep Purple`in dogusu gibidir. Müzige scream vocal diye bir tabir kazandirmistir. Gillan`in sesinden daha tizini duymadim, kimse de duymamistir. Baska hicbir sarkiya girmeye gerek yok. Child in Time`i dünya üzerinde ondan baska kimse söyleyemez, ki uzun süreler o da söyleyemez zaten. Bir dönem sesini kaybetme noktasina gelen Gillan, yeniden ayaga kalkmis ve bugünlerine gelebilmistir. Iyi ki...

1. Freddie Mercury


Bugün bircok müzikseverin belki de en yogun bicimde konsensus sagladigi konu Freddie Mercury`nin ilahi vokalidir herhalde. Rengi, gücü, genisligi, güzel olan her seyi kendinde toplamis bir ses. Öyle vurucu, öyle etkileyicidir ki bazen insani duvardan duvara carpar, bazen de zevkten oynatir. Sesi öyle canlidir ki, gözlerinizi kapattiginizda sanki kulakliginizda degil de odanizin icindedir. Hangi sarkisini yazsam bilemedim, hemen hepsinde adeta vokal sov yapar. Beni en cok etkileyenler ise Somebody to Love ile Bohemian Rhapsody`dir. Sarkiya can verir bu adam, ötesi var mi. Ölmek üzereyken, son aylarini gecirirken bile Brian May`den yeni projeler üretmesini ister, geride daha cok sey birakmak istiyordur. Aids de olsa sov devam etmeli der o dönemde. Eder de. Ve sonunda yasama gözlerini yumdugunda hakli cikmistir: O artik sadece bir rock yildizi degildir, o bir efsanedir.

Not: Liste elbet cok genis bir havuzdan olusturuldugu icin herkesin listede begendigi begenmedigi isimler olacaktir. Ben de Robert Plant, Bon Scott, Patti Smith, Axl Rose, Nina Simone gibi isimlere listemde yer acmak isterdim; ama malum yer dardi. Özellikle, evdeki Robert Plant severler tarafindan taciz edildim; ama yilmadim yaptim listeyi. Umarim adaletli olmustur.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Karaağaç

Fotograf icin Merve Erden`e tesekkür ederim.

Karaagac`i Edirne`ye baglayan 2 köprüden biri, Tunca Köprüsü. 1600`lerin basinda Sultanahmet Camii`ni de yapan mimar Sedefkar Mehmet Aga tarafindan yapilmis, 2008`de ise restore edilip fotograftaki halini almis. Karaagac - Lozan`da savas tazminati olarak aldigimiz, Meric`in öte tarafindaki tek toprak parcamizdir - ise en azindan bir kez gidip görülmesi gereken bir yer. Icinde Lozan Anit´ini da barindiriyor. Ilgi cekici bir yer olmasina ragmen, kendine has dokuyu korumayi basarmis. Sokaklarda 2 dakika yürüyünce bile farkini hissettiriyor. Bir sekilde ugrarsaniz Lalezar Restoran`da Edirne`nin tava cigerinin tadina da bir bakin. Mekan nehrin manzarasina on numara hakim. Yemek de manzara da leziz. Onca yer görmüs Evliya Celebi de köprü icin "Ibretnüma manzarasi vardir" der zaten diyip yazimi bitireyim.

23 Aralık 2008 Salı

Reklam Kuşağı #1

Çoğumuz reklama gıcığızdır.Çocukluk yıllarında oyunun en güzel dakikalarında aşağı mahlleden gelip oyunu sabote eden ve bütün huzuru kaçıran, halk arasında "p.ç" diye tabir ettiğimiz o kötü çocuktur reklam.Örneğin ben en çok Şampiyonlar Ligi maçlarında "Final" ve "Hacıoğlu" reklamlarına tepkiliyimdir.Ben orada dört dönüyorum gol mu olacak ne olacak diye herifçioğlu almış eline lahmacunu Hagi'nin üstünden geçiyor.Yersin tabi ki küfürü.Ama aynı o aşağı mahalle çocucuklarının da göze hoş geleni,içten içe bizi etkileyeni olduğu gibi iyi reklam da izlettirir kendini.Neyse uzatmayayım.Seriye Carter' ın "Air Canada" yıllarından bir reklamla başlayalım.Devamı gelecek...

22 Aralık 2008 Pazartesi

Kate Winslet


Akademi`nin adaylari aciklamasina 1 ay kala hareketlilik de yavas yavas artmaya basladi. Bu da Revolutionary Road`un For Your Consideration afislerinden biri. Kate Winslet`i görmek dahi beni heyecanlandiriyor. Bu sefer kesin götürmeli ödülü. Benim en tuttugum aktristir Winslet. Kadin dallarinda genelde o yil en cok ses getiren kapiyor ödülü. Bu yil 2 filmiyle de bayagi ses getirdi. Umuyorum artik hak ettigini alacaktir. Bu arada afisteki yoruma da sirf bu film icin degil, Winslet`in genel performansi acisindan katiliyorum, korkutucu derecede iyi.

21 Aralık 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 15



Benim için çok özel bir yere sahip olan başka bir filmle karşınızdayım bu hafta. Dogville. 2003 yapımı bir Lars Von Trier filmi. Başrollerde Nicole Kidman, Harriet Anderson, Paul Bettany, Jean Marc Barr var.

Filmin tamamı adeta bir tiyatro sahnesinde geçiyor. Neredeyse hiçbir dekor yok. Örneğin bir ev zemine tebeşirle çizilmiş sınırlarla anlatılıyor. Bahçeler, sokaklar, ağaçlar hepsi zemine çizilmiş. Kulağa çok garip geliyor değil mi? Bir sinema izleyicisinin kesinlikle alışık olmadığı bir şey denemiş Lars Von Trier.

Filmin kelimenin tam anlamıyla bir felsefe filmi. Bir fikrin, bir düşüncenin bir sinema filminde böylesine çıplak, böylesine salt bir şekilde anlatıldığını hiç görmedim. Dekor yok, göz kamaştıran efektler yok, sadece muhteşem oyunculuklar ve oyuncular üzerinden anlatılan fikirler var. "Muhteşem oyunculuklar" tamlaması burada kesinlikle öylesine yazdığım bir şey değildir. Oyunculuklar -özellikle Nicole Kidman'ın oyunculuğu- gerçekten inanılmaz. Dekoru olmayan bir sinema filminde oynamak herkesin yapabileceği bir iş değildir. Ama oyuncular öylesine kotarmışlar ki işi izleyici bir süre sonra dekorun olup olmadığını farketmiyor bile. Bir anda Dogville kasabasının içerisinde buluyor kendini.

Film dokuz bölümden oluşuyor. Dokuz perde mi demeliyim yoksa tam emin değilim. Filmde baştan sona iyi niyet, fedakarlık, affetmek, hoşgörü, kibirlilik gibi kavramlar, küçük bir kasaba halkı ve bu kasabaya yolu düşen "Grace" karakteri üzerinden izleyiciye sorgulatılıyor. Film izlemesi gerçekten zor bir film. Zor olmasının sebebi ise Lars Von Trier'in denediği farklı sinemasal anlatımı kesinlikle. Ama ilk on beş dakika sabredilirse filmin adeta içine gireceğinizin garantisini verebilirim. Hele ki filmin son bölümü olan bir dokuzuncu bölüm var ki izlerken donup kalıyor insan. Gördüğüm en etkileyici finallerden birisi diyebilirim kesinlikle.

Son olarak Lars Von Trier için ayrı bir paragraf yazmak istiyorum. Gerçekten büyük bir yönetmen. Hiç kimsenin cesaret dahi edemeyeceği bir anlatım tekniğiyle inanılmaz bir film çıkarmış ortaya. Hayran olmamak elde değil.

Dogville kesinlikle izlenilmesi, üzerine düşünülmesi, arkadaşlar arasında tartışılması gereken bir film. Hayatımın filmleri listesinde oldukça üst sıralarda olan bu filmi sizlere şiddetle tavsiye ediyorum. Bu kült yapımı kesinlikle es geçmeyiniz.

dipnot: Ayrıca Nicole Kidman'ın inanılmaz duru güzelliğine de değinmemek olmaz. O nasıl bir güzelliktir öyle.

Haftanın Müzik Listesi - 15


  • Coldplay - Talk
  • Led Zeppelin - Since I've Been Loving You
  • Simon and Garfunkel - Sound of Silence
  • Bear McCreary - All Along The Watchtower
  • Placebo - Daddy Cool
ksp & Svetlin ortak yapımı bir liste var bu hafta. Battlestar Galactica 3. sezon finalindeki harika Jimi Hendrix cover'ı, Harry Kewell için özel bestelenen Boney M parçasının Placebo cover'ı. Talk ise bu hafta repeat mode on'da sürekli çalan parça.

Three Sphinxes Of Bikini


Salvador Dali, 1947

20 Aralık 2008 Cumartesi

Nefes Nefese


Nefes Nefese, Ayse Kulin`in 2002 yilinda yayimlanan romani. 2. Dünya Savasi`nin esigindeki Türkiye`de, Osmanli`nin son dönem pasalarindan Fazil Resat`in ailesi ekseninde dönüyor olaylar. Pasanin 2 kizi Sabiha ve Selva`nin hayatlarindan yola cikarak hikaye örgüsünü kuruyor yazar. Büyük kiz Sabiha dis isleri bakanligindan bir diplomatla evleniyor. Esi Macit araciligiyla o dönemde Ismet Pasa ve diplomatlarin 2. Dünya Savasi`ndan ülkeyi sakinmak icin ortaya koyduklari cabayi hikayelestirerek anlatiyor yazar. Bunlari yaparken Dis Isleri Bakanligi`nin arsivlerinden faydalanarak gercek olaylara da yer vermis kitabinda. Diger kiz Selva ile ilgili bölümlerinde ise Yahudi bir genci seven Selva`nin basindan gecenlere deginiyor kitap. Yani dönemin dokusuna farkli acilardan yer vermis yazar kitapta. Bir yerde devletin en tepesinde verilen mücadeleler, diger yanda ise dönemin toplumunun gayr-i müslim biriyle bir müslümanin iliski yasamasina verdigi tepki. Kitapta yine 2. Dünya Savasi sirasinda Avrupa`da, yahudilerin yasadiklari olaylar cok etkileyici bicimde dramatize edilmis. Anlatimi ise konusuna nazaran hatri sayilir derecede tempolu. Sahsen okumaya basladigim dönemde vaktimin büyük ölcüde tamamini aldi ve kitabi kisa zamanda bitirdim. Ayni adi gibi nefes nefese okutuyor kendini meret. Kisacasi, icinde heyecan barindiran, duygulu ve ilgi cekici konuya sahip bir roman. Okumamis olanlara okumalarini öneririm. 

19 Aralık 2008 Cuma

Einstein İçin Yolun Sonu Mu?


Bugünlerde gündemi teşkil eden bir konu da Okan Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Tolga Yarman 'ın Einstein'ın teorisini çürüttüğü iddiası.Henüz kesin bir şey yok fakat yaptığım araştırmalar neticesinde Tolga Yarman öyle tırt bir bilim adamı değil. Yani bazıları gibi dayanaksız iddialar ortaya atmayacağını düşünüyorum. (bkz. Erke Dönergeci)Fakat 100 yılı aşkın süredir geçerliliğini koruyan ve bu dönem şahsen ders olarak aldığım Modern Fizik'in temelini oluşturan bir teoriyi, özellikle Einstein gibi bir ismin teorisini, çürütmek de her baba yiğidin harcı değil.Peki iki teori de ne diyor?Kısaca özetlersek Einstein hiç bir ortamda ışık hızından daha hızlı bir etkileşme oluşamayacağını iddia ediyor.Yani bir cismin hızı sabit ya da hareketli bir cisme göre faklı görecelikler gösterirken ,ışık hızı herkes için aynı değerdedir.Tolga Yarman ise enerji alış verişi içermeyen "bilgi" nin ,örneğin "yer çekimi" ya da "elektriksel etkileşme" bilgisi, ışık hızından daha hızlı yayılabildiğini ve bu teori çerçevesinde yaptığı deneylerde ışık hızından 4 kat hızlı bir manyetik alan oluşumunu gözlemlediklerini iddia ediyor.(bkz NTV) Eğer bu iddia doğruysa bütün Modern Fizik baştan yazılabilir."Olan benim bu dönemki emeklerime olur " diye sığ bir yaklaşımda bulunmak istemiyorum ama insan doğası gereği "önce ben" diye düşünmekten de alıkoyamıyorum kendimi.Bilim Dünyası'nda geniş yankı buldu mu acaba diye Google da yaptığım araştırmalar pek sonuç vermedi maalesef.Bakalım bekleyip göreceğiz.(Deneyle ilgili ayrıntılı bilgi için Buraya )(Tolga Yarman 'ın hoş bir yazısını okumak için Buraya)(İzafiyet teorisinin resmedilerek yorumlanmış hali için Buraya)

Yalanmışsın David Lynch

by Umut Sarıkaya

18 Aralık 2008 Perşembe

Poster Asmanın Dayanılmaz Çekiciliği


Odamda kocaman bir “requiem for a dream” posteri var. Poster kocaman bir göz ve filmin adından ibaret. O koca göz bana sanki sürekli gözetlendiğimi hatırlatıyor, birilerinin beni önemsediğini beni düşündüğünü birilerinin aklında olduğumu. Şaka dostlarım şaka. Bi skim anlatmıyor o poster bana. Öğrenci evinde olur poster falan dedik zamanında gaza gelip astık. Karşı duvarda da “v for vendetta” var mesela. “freedom forever” yazıyor kocaman üstünde. Özgürlüğümü, asi ruhumu, kural tanımazlığımı hollywood yapımlarının odamda reklamını yaparak yansıtıyorum.

İşin aslı nedir hep merak ettim aslında. Yani film posteri asmanın manası nedir? Neden 20-25 yaş arasında yapılır bu, sonra biraz büyüyünce bu gelenek terk edilir? Garip şeyler bunlar. Bir tür post ergenlik alışkanlığı diye tahmin ediyorum. 

Birkaç istatistik vereyim size en çok hangi film posterleri öğrenci evlerinin duvarlarını süslüyor. “scarface” ve “fight club” en çok kullanılan duvar posteri kesinlikle. Bir hayli çok evde rast geldim bu ikisine. Sevimli kızların evinde ise “sponge bob” ve “amelie” posterleri revaçta. Az da olsa denk geldiğim birkaç poster ise “trainspotting”, “jeux d'enfants”, “amores perros”. Mutlaka daha vardır öğrenci evlerinde popüler olanlar, benim ilk aklıma gelenler bunlar.  Varsa dikkatinizi çeken başka filmler belirtiniz, şüphesiz ki bu istatistiğe çok güzel bir katkınız olacaktır.

Hani diyeceksiniz ki “filmi çok severim, Al Pacino'nun hastasınım” falan da bence bunlar asıl sebep değil poster asmak için. Yani kendime bakıyorum sevdiğim filmler hakkaten duvara posterlerini astıklarım. Lakin gidip bi orijinal dvd'sini almamışım o filmin. Hatta korsanı bile yok şuan arşivimde. İzleyeyim desem mümkünü yok izleyemem. Dekoratif olduğu için desen tam o da değil. Üniversiteyi bitirmiş aile düzeni kurmuş hangi insanın evinde film posteri gördünüz? o kadar şık bir şey olsa hep evleri süslerdi. Öğrenci odalarında sınırlı kalıp öğrencilik bittikten sonra terkedilmezdi bu gelenek. Bu dekoratiflik filme olan hayranlık falan poster asmaya sebep olarak gösterilebilir ama bence yeterli değiller. Bence asıl mesele insanın kendini etiketlemek istemesi sanırım. Zevklerini belli etmek istemesi başka insanlara. Mesela yolda yürürken dikkat edin elinde “uykusuz” dergisi olan birisi “uykusuz” logosu herkes tarafından görülecek şekilde dolaşır genelde. Etiketler kendini. Poster olayı da bunun gibi. Popüler kültürden ekmek yemek için birazcık. Aslında tam popüler kültür de değil. Hani bizler genelde karşıyızdır ya popüler kültüre, eleştiririz popüler olanları hemencecik, o yüzden birazcık daha az popüler şeyleri asarız duvarımıza. Böyle herkesin bilmediği ama ilgisini çekmek istediğimiz insanların, kısacası hedef kitlemizin bildiği filmler. Popüler kültür karşıtlarının arasında popüler olmuş filmler. Ah bizi gidi çelişgen gençlik.

Ev arkadaşımın duvarında “fight club” posteri var mesela. “Tüketim toplumunu eleştiren mükemmel bir film” diyor bu arkadaşım film hakkında. Sonra filmin posterini 10 ytl'ye alıyor mesela. Tüketim toplumu diyorduk az önce o noldu? 

Dipnot: Yazıyı bir daha okuyunca posterlerimi indiresim geldi. Ya da dursunlar ya bir gün lazım olur. 

Aşk Mönüsü


Sen sabahlar ve şafaklar kadar güzelsin
sen ülkemin yaz geceleri gibisin
saadetten haber getiren atlı kapını çaldığında
beni unutma
ah! saklı gülüm
sen hem zor hem güzelsin
şiirlerimin ılıklığında açılmalısın
sana burada veriyorum hayata ayrılan buseyi
sen memleketim kadar güzelsin
ve güzel kal

Nazım Hikmet

Çok dertliyim dostlarım, çok.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Body of Lies



Kim ne derse desin Amerikanlar büyük resmi görmeyi biliyorlar. Irak Savasi`ni, hatta Afganistan`daki savasi salt savas olarak- petrol, Orta Dogu hakimiyeti vesaire- düsünmeyip, sartlarin getirdigi tüm firsatlardan faydalaniyorlar. Bu firsatci piyasalardan biri de, hatta belki en büyüklerinden, sinema elbet. Konu hakkinda pek cok film cekildi son yillarda. Iclerinden belki de en eli yüzü düzgünü gösterime giriyor olabilir. 19 Aralik Cuma günü Body of Lies Türkiye`de gösterilmeye baslanacak. Leonardo DiCaprio ve Russell Crowe var ki kadroda, bu adamlar cayira salsan oynamaya izlenir zaten. Yönetmen de Ridley Scott olunca soru isareti pek kalmiyor kafalarda. En azindan tatmin edici bir seyler cikmistir ortaya. Orta Dogu hakkindaki filmler ilgimi cekmez; ama en azindan bu adamlarin hatrina gidip bir bakmak lazim. Yine de sanki bu isimlerin daha önceki basarili islerinin ekmegini yeme amacli bir proje gibi de geliyor hafiften. Görmeden ne desem bos yani. Zaten cok begenirsem tekrar not düserim buraya.

16 Aralık 2008 Salı

Eğitim Şart

Yıllardır hep dile getirilen fakat nedense bir çözüm dahi aranmayan ne seçim döneminde ne de hükümetlerin icraatları arasında göz önünde adam akıllı bir tek dahi projesi bulunmayan bir sorunumuz var: Eğitim. Eğitim konusu açıldığı zaman akla ilk gelen ise Cem Yılmaz’ın Doristos reklamından sonra iyice ağza düşen ve yavşakça bir hale bürünen bir söz : “Eğitim Şart” .Fakat nasıl bir eğitim şart ve biz nasıl bir eğitim alıyoruz?
Eğitim sadece okulun ve devletin sorumluluğunda değildir elbette. Büyük sorumluluk aileye düşer.Fakat devletin görevi ailenin verdiği eğitimi belirli bir düzene sokup yanlış yapılan yerleri denetlemek olması gerekirken , okullarda ailenin koyduğu taşları da yıkan bir eğitim! veriliyor diyebilirim.Zorlama cümleler yerine şunu demek daha doğru herhalde : “Devletin verdiği eğitim büyük yanlışlar içeriyor”.İlk önce öğretim boyutuna bakalım.Zorunlu eğitim 8 yıl.Artık ortaokul mezunu adam bulmak çok zor. Büyük bir kesim en az lise mezunu olarak çıkıyor hayat sahnesine.Peki neden hala çevremiz en basit matematik işlemini dahi yapamayan ya da iki kelimeyi bir araya getirip konuşamayan insanlarla dolu.Çünkü sistem öğrenme temelli değil, kazanma temelli.Çocuklara gösterilen hedef bir konuyu öğrenmek değil,sınavdan yüksek not almak ve işin sonunda hep iyi bir yere kapak atmak.Halbuki neticeye verilen önemin yarısı öğrenme sürecine verilse çocuk zaten kapağı atacak.Ama bu sistemde kapak olmaktan öteye geçemiyor.Biz yine tek sınavla ucuz kurtulduk.Şimdi orta okulda 6-7-8. sınıfta her sene ayrı sınav var.Yani başlangıç noktası iyice geriye çekildi.Peki bu neye mal olacak.Tabi ki de bu yarışta çocuklarının geri kalmasını istemeyen ailelerin harcayacağı daha fazla paraya ve çocukların yarışa hazırlanmaları için daha erken ahırlara(dershanelere) gönderilmesine.

Derslerin içeriğine de gelirsek ,bütün eğitim sistemimiz Matematik dersine temellenmiş durumda.Buna rağmen en fazla zorlanılan ve başarısız olunan ders de Matematik.Galiba bir Türk Büyüğü’nün dediği gibi Türk Milleti’nin büyük bölümü aptal.Hayat Bilgisi diye adlandırılan dersten hayata dair nasıl bir şey çıkartmamız bekleniyordu bilmiyorum ama benim pek bir şey çıkaramadığım kesin .Türkçe dersinde dişe dokunur kaç kitap okuduk? Hocaların özet çıkarın diye verdiği hangi kitabın yüzüne doğru düzgün baktık? Bir başından bir sonundan seçerek yazdığımız iki üç cümleyi özet diye kakalamaya çalıştık hocalara.Onlar da yemiyordu bu durumu ama üstümüze de gitmediler.Öte yandan bizim de suçumuz yoktu bunu yaparken çünkü hiçbirimiz “Neden ve Nasıl kitap okunur?” u bilmiyorduk. Müzik dersi diye adlandırılan olayda hangimiz gerçek müzikle tanıştık ve hangimize gerçekten müzik sevgisi aşılandı.Sanki birileri müfredatın bir yerine “Müzik dersinde blok flüt alınması ve çaldırılması zorunludur.Aksi şekilde hareket edenler cezalandırılacaklardır” ibaresini iliştirmiş gibi çalmayı bile tam beceremediğimiz bu düdükten başka bir alet görmedi çocuk gözlerimiz.Okulun en gereksiz organizasyonu olan ve her okulda sadece boru ve trampet gibi sadece gürültü yayan aletlerden oluşan, bayramlarda kıçına bir de “yürüyüş takımı “ diye bir grup zavallı öğrencinin de eklenmesiyle , askeri nizamda iğrenç gürültüler yayarak sağa sola koşturan bando takımının yerine, buraya harcanan paralarla okula bir iki saz bir iki yaylı çalgı alınsa ne olurdu sanki.Gelelim Beden Eğitimi’ne .Çoğu okulda “Yürüyüş Takımı” için işlenen,raptiye rap rap sağa dön sola dön gibi aptalca aktivitelerle saatlerin harcandığı,tesis sıkıntısından kaynaklanan bir sürü sorunla birlikte adeta trajikomik bir olaya dönüşen zavallı Beden Eğitimi.Bu sistemde tabi ki ne bir sporcu çıktı ortaya ne de hocaları “Bedenci” olarak adlandırılmanın ötesine geçebildi. Resim dersi içinse İlkokul 3 ten Lise Hazırlık a kadar hep aynı manzara resmini çizmeye çalışmış biri olarak hiçbir şey diyemiyorum. İşin komiği ise bu tip Resim, Müzik gibi yetenek bazlı derslerin her sene zorunlu olması. Halbuki yapılması gereken bir-iki sene çocuğu dersle tanıştırıp yetenekli çocukları , seçmeli olarak müfredata koyacağın bu derslere yönlendirmek olmalı. Konunun buraya gelmesi de iyi oldu.Sistemdeki en büyük sorun zaten bu.Yönlendirme.Çünkü yok.( Yazının çok uzun olması sebebiyle burada kesiyor, daha sonra kaldığımız yerden devam etmeyi diliyorum.Saygılar)

14 Aralık 2008 Pazar

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 14

Her hafta incelemek isteyip her seferinde çeşitli aksilikler sebebiyle inceleyemediğim, lakin artık canıma tak ettiğinden mütevellit az önce yazının son cümlesini yazarken giden elektriklerin bile beni yıldırmaya gücünün yetmediği bir film ile karşınızdayım. Bu haftaki filmimiz: “The Big Lebowski”.

1998 yapımı bir Coen Kardeşler filmi Big Lebowski. Jeff Bridges, John Goodman, Steve Buscemi, John Turturro gibi isimler başrolde. Coen Kardeşlerin benim için zirve yaptığı bir filmdir bu. Birbirinden güzel göndermeler, inanılmaz oyunculuklar ve müthiş diyaloglarla dolu bir senaryo. İnsanın içinde sürekli filmi tekrar izleme hissi hasıl oluyor. Ben saydım 5 kere izlemişim, her izleyişimde daha fazla keyif aldım. Gene olsun gene izlerim.

Jeff Bridges ve John Goodman gerçekten inanılmaz oynamış. Muhteşem bir eküri olmuşlar film boyunca. Hatta abartıp John Goodman'in performansını izlediğim en iyi bir kaç performanstan biri olarak nitelendirebilirim sanırım. Lakin özellikle dikkat çekmek istediğim birisi daha var ki o da “John Turturro”. Öylesine absürt bir rolde öylesine bir oyunculuk sergilemiş ki insan belli bir süre sonra “Turturro”nun gözüktüğü sahnenin ilk anından itibaren gülmeye başlıyor.

Filmdeki esas karakterimiz “dude” halk arasında “keyif pezevengi” diye tabir ettiğimiz türden bir insan. Hayattan hiçbir beklentisi olmayan, işsizlik sigortasıyla geçinen, “white russian*” içen, ot çeken, parmak arası terlik, hawai gömlek ve pijamayla gezen her şeye boşvermiş birisi. "dude" karakterimizin isim karışıklığı sebebiyle başına gelenler konu alınıyor filmde. Lakin bu "dude" öylesine rahat ve tembel bir adam ki ondaki o tembellik izleyici de inanılmaz bir “koyver gitsin” haleti ruhiyesi meydana getirmiyor değil.

Bu Coen Kardeşlerin filmlerindeki mizah herkese hitap etmiyor sanırım. Çünkü bu adamların hemen her filmlerinin beğenip hayran olanı kadar sevmeyeni, içi boş bulanı da var. Özellikle bu “Big Lebowski” benim gözlemlediğim kadarıyla bu açıdan zirve yapmış. Çevremdeki insanlar Big Lebowski konusunda ikiye bölünmüş durumdalar. Film zevkimin en çok uyduğu arkadaşlarımla bile ortak bir payda yok bu konuda. Bu filmi beğenenlerin çoğu filme “hayatımın filmi” yakıştırması yaparken beğenmeyenler ise herhangi bir niteleme sıfatı kullanmıyorlar (cümleye iyi girdim de gerisi gelmedi). Bir de kızları pek etkileyecek türden bir film de değil gibi. Çünkü bu “dude” pek çok erkeğin olmayı isteyeceği kişi. Bir grup erkeğin hikayesi, erkeğin bakış açısıyla anlatılıyor. Filmi izleyen bayan arkadaşlarımdan öyle filmi çok beğenen çıkmadı, bu da enteresan bir istatistik. Bir yerde kızlar için “amelie” ne ise erkekler için “big lebowski” odur diye bir yorum okumuştum. Baya doğru bir yorum sanki. Yine de bu filmi beğenen kızlar var ise de helal olsundur, aferimdir. Ayrıca ben “amelie”yi de beğenmiştim hatta. Iyidir o da.

Son olarak bir uyarı yapayım. Bu filmden en iyi verimi alabilmek için ingilizce'ye çok hakim olmanın lazım geldiği kanısındayım. Çünkü çeviri özellikle bu filmin kalitesini çok düşürebiliyor. Bu sebeple internette çok iyi araştırma yapılır düzgün bir altyazı bulunursa daha iyi olur. İngilizce altyazılı izleyebilecekler için o da oldukça iyi bir alternatif olabilir. Sürekli olarak kullanılan “fuck” kelimesi pek doğru bir şekilde çevrilemediği için baya tadını kaçırıyor filmin. Hele ki bir dublajlı versiyonu var ki onu izleyip de filmi beğenmeyen varsa saygı duyarım, hak veririm.

Baya uzun bir yazı olmuş. Bu filme de böyle uzun bir inceleme yazısı yakışır doğrusu. Hayatımın filmleri listesine hiç düşünmeden koyarım. Izleyin izlettirin.

*white russian: kahlua, süt, vodka ve buz ile yapılan çok leziz bi kokteyl. Filmde sonra denedim gerçekten iyi tavsiye olunur o da filmle beraber.

Eski Gazeteler #2


Gazete bugünün tarihi.14 Aralık 1986.Haberlere de şöyle göz atarsak, siyasette transfer döneminin olduğu ,belediye başkanlarına ve milletvekillerine diğer partiye geçmeleri halinde maddi manevi destek teklif edildiği yıllar. Şimdi bir siyasetçiye hem böyle bir teklif yapılması hem de siyasetçinin bunu kabul etmesi oldukça zor.Fakat bu durum "siyasi ahlak" ın artmasından kaynaklanmıyor maalesef.İnternet ve kitle iletişimin gelişmesi bu tip gizli teklifleri az da olsa engelliyor."Bu da bişey" mi demek lazım bilemiyorum.Diğer haber ise Naim Süleymanoğlu'nun ( o zaman sadece Süleyman)Bulgarların elinden kaçırılışı ve Türkiye'ye getirilmesi.Türkiye Bulgarlara tam 1 milyon dolar bonservis! ödemiş Naim Süleymanoğlu için.Gerçi Naim de 3 Olimpiyat şampiyonluğu ile her kuruşun hakkını fazlasıyla vermiştir.Diğer haberlere bakarsak 14. sosyalist parti yani "Birleşik Sosyalist Parti" diğer sol partiler gibi kısa ömürlü olmaktan kurtulamamış 1996 da kapanarak ÖDP oluşumuna katılmıştır.Magazin haberi olarak verilen ünlü ailelerimizin çocuklarının evlilikleri ise Google da yaptığım araştırmalar neticesinde hala devam etmekte.Çiftin Anatolian ve Scipio adında iki adet de yarış atları varmış.İstanbul'a verilecek (verilmiş?) olan 400 milyarın ( o zamanki parite ile yaklaşık 526 bin dolar) akıbeti hakkında ise Google dan sonuç alamadım doğal olarak.Ana manşette verilen "Özal Toz Pembe" haberini de bir "Olacak O kadar" deyişiyle yorumlayarak yazıyı bitireyim. Bu ülkede siyasetçiler çok "Toz Pembe" oldu fakat halk hep "Kapkara".

Melo


Carmelo Anthony hafta içinde Denver Nuggets'ın Milwaukee Bucks'ı 116-105 yendiği gece bir çeyrekte 33 sayı kaydederek Nba'de bir çeyrekte en çok sayı atma rekoruna ortak oldu. Rekorun tek sahibi 9 Nisan 1978'deki performansıyla Spurs'lu George 'Iceman' Gervin'di.

Carmelo maçın 3. periyodunu 12-15 saha içi isabeti ile 33 sayıyla tamamladı, maçı da 45 sayıyla. Bana garip gelen Kobe'nin 81 sayı attığı maçın ikinci yarısında 55 sayı atmasına rağmen bu rekoru kıramamış olması. Melo'yu tebrik ederim ama şunu da söylemeden geçemicem her rekoru olduğu gibi Lebron bunu da kıracaktır nasılsa, kusura bakma Melo.

Haftanın Müzik Listesi - 14


  • Black Sabbath - Behind the Wall of Sleep
  • Dream Theater - Learning to Live
  • Led Zeppelin - No Quarter
  • Iron Maiden - Transylvania
  • Deep Purple - April
Bu listede daha cok müzikalitesiyle fark yaratan sarkilari toplamak istedim. Listede basi ceken April ve No Quarter her zaman Stairway to Heaven, Child in Time gibi popüler sarkilarin gölgesinde kalmis olsalar da adeta birer müzik mucizesidirler. Behind the Wall of Sleep ise degeri hic bilinememis sahane bir sarkidir.

13 Aralık 2008 Cumartesi

11 Aralık 2008 Perşembe

Ustalar Yeniden


"The Great" Martin Scorsese en sevdigim yönetmenlerden biri. Özgün üslubunun bana göre en dikkat cekici yani, anlatmak istedigini tam anlamiyla kusursuz bir gerceklik seklinde vermeye calismasidir. Goodfellas`i da bu alanda en basarili film olarak öne sürebilirim. Tabi bunun icin de en yetenekli oyuncularla calismak sart. Dönüp baktigimizda da zaten hep öyle olmus. Robert De Niro, Harvey Keitel, Joe Pesci, Daniel Day Lewis ve son yillardaki favori aktörü Leonardo Di Caprio birden cok filmde birlikte calistigi isimler. Bu isimlerden özellikle Robert De Niro ile birlikte 8 film cekmis, bundan öte ikili nerden baksaniz bugünlerine birbirlerinin katkilariyla gelmistir. Bugün kült filmler kategorisinde basi ceken Taxi Driver, Raging Bull, Goodfellas gibi filmler bu ikilinin eseridir. Gelelim konuya, tüm bunlari neden anlattik. Birlikte son filmleri Casino`yu 1995`te cekmis ikilinin yeniden bir filmde bir araya gelmesi söz konusu. Heyecan verici bir proje tabi bu. Projenin sahibi de Paramount Pictures. Özellikle de son yillarda kendisine yakismayacak basit projelerde yer alan Robert De Niro acisindan cok iyi olacaktir. Hem bir kez daha en usta yönetmenlerden biriyle calisacak hem kariyerinin en olgun caginda yeniden önemli eserler birakma sansina erisecek hem de bu ikilinin filmografisi yeni bir eser kazanacak. Sevenleri icin heyecan verici gelismeler bunlar. Filmin adi -ayni zamanda uyarlanacagi kitabin da- I Heard You Paint Houses. Kitabin yazari Charles Brandt. De Niro mafya icin calisan bir tetikci. Jimmy Hoffa adli bir kodamanin ortadan kaybolusunun bas zanlisi, filmde De Niro`nun canlandiracagi Frank "The Irishman" Sheeran. Konu tam ikilinin sevecegi türde. Ne diyelim umariz kesinlesir proje de, biz de dört gözle gösterimini bekleriz.

Bir Yontma Taş Filmi



Film gösterime girdi gireli, yeterince komik olmadigi yönünde cokca elestiri okuyunca acaba demistim isin asli. Gittik, gördük sonunda. Ilk önce su noktayi ayirt etmek lazim diye düsünüyorum, Gora`dan epey farkli bir film. Gora daha ziyade anlik güldürülerle ön plana cikmak gibi bir amac edinmisken, Arog`da daha komple bir hava yakalanmis. Pek acik olmadi, izah edeyim. Cem Yilmaz Gora`daki güldürülerin hemen büyük kismini filmden cikarsa bir gösterisine ekleyebilir. Espri karsisinda seyircinin filmdekiyle gösterideki reaksiyonu arasinda da cok fark olacagini sanmiyorum. Oysa Arog`da aksine, filmden cikardigin komik anlari bir gösterisine koysa Cem Yilmaz, cok havada kalir. Mevzu gülmekse epey güldüm. Gora`ya da vaktiyle cok gülmüstüm, hatta daha cok, evet. Yalniz Arog`u daha cok begendim, daha basarili buldum. Aslen diger filmlere göndermeler yapan filmlere pek sicak bakmam; ama o konuda da pek rahatsiz olmadim filmi izlerken. Filmin genel bütünlügünü zedeleyecek bir etkisi yoktu hicbirinin. Ince espriler illaki yine vardi, yer yer kirdi gecirdi. Kisacasi gitmeli, görmeli türden bir film olmus. Film hakkinda okudugum en iyi degerlendirme ise surada. Eline saglik Cem Yilmaz.

Efsane Türk Dizileri - Çarli

İnternette çok dolandım, araştırdım, ama dizinin ilk bölümleriyle ilgili fotoğraf ve bilgi bulmakta sıkıntı çektim malesef. Dizinin ilk halinden sonra tekrarı yayınlanmaya başladığında ilk kadrodan devam eden sadece Çarli ve Afakan'dı zaten.

Dizi Amerika'daki ultra zengin amcalarından kendisine bir maymun kalmasıyla hayatları değişen bir aileyi anlatıyor aslında. Daha sonra maymunumuz -onun bir adı var- Çarli, ailenin sevgilisi oluyor, hatta komşunun kızı Cilvenaz'ı bile tavlıyor nerdeyse.

Çarli; evdeki hamaratlığı, kahvehanede okey oynaması ve gittiği her ortama uyum sağlamasıyla harika bir maymundu. Çarli'nin miras kaldığı ailenin babası Talat, anne Nalan ve evin çocukları sıradan insanlar olmalarına rağmen Çarli'nin gelişiyle birlikte Çarli'nin mirasını kullanmak için bin bir türlü takla atmaları ve Çarli'nin en yakın arkadaşı olan evin annesinin kardeşi Afakan'ın da Çarli üzerinden nemalanma çabaları ile dizide komik olaylar cereyan etmişti. Tüm bunlarla birlikte ev sahibi emekli itfaiyecinin evcil hayvanlara karşı beslediği hisler sebebiyle her seferinde Çarli'yi ondan gizleme uğraşları, Ateş Bey'in inanılmaz takıntıları...

Dizide son dönem dizilerinin popüler oyunculardan Yabancı Damat'ın iç güveysi İlker Aksum Afakan rolünde, Avrupa Yakası'nın Şahika'sı Binnur Kaya da eve gelen ve Afakan'a aşık temizlikçi Hijyen rolünde görev almıştı. Zaten bu ikilinin dizi dünyasında önemli birer oyuncu olmasını sağlayan da bu dizideki başarlarıdır heralde. Bu dizi sayesinde ön plana çıkıp daha sonraki birçok yapımda rol almayı başarmışlardır.

Dizinin daha sonra devam bölümleri çekilmiş ve Kanal D'de yayınlanmıştı uzun süre ve burada da Cilvenaz rolünde Yeliz Yeşilmen ve ailenin kızı rolünde Tuba Ünsal görev almıştı. Devam bölümleri ilk halinin tadını vermese de uzun sayılabilecek kadar yayında kalmıştı. İlk bölümlerde Cilvenaz rolünde oynayan o taş gibi kızımız şimdi nerelerdedir acaba?

*Hatırlayamadığımız kısımları sadık takipçimiz "feri" bize hatırlatır en kısa zamanda eheh.


Previously on Efsane Türk Dizileri:

Kaygısızlar , Sıdıka , Bizimkiler.

10 Aralık 2008 Çarşamba

Ravine House


Mahremiyet konusu kotarildigi sürece, böyle büyük camekanlar yapilara büyük estetik katiyor. Burada da evin hem dogaya hem de cevredeki diger evlere göre bulundugu yer dikkate alinarak, 1. derecede mahremiyet iceren alanlar gözlerden uzak olacak bicimde konumlandirilmis. Michigan Gölü`nü besleyen kollardan birinin bitisiginde yer alan ev bulundugu bölgenin toprak yapisindan esinlenerek tasarlanmis. Ayrica bölgede toprak kaymasi tehlikesi var oldugundan yapida artgerme beton ve celik zirh kullanilmis. 

Tasarimci: La Dallman

9 Aralık 2008 Salı

Olur Böyle Vakalar


Yunanistan'da birkaç gündür devam eden ayaklanmadan, çatışmalardan haberiniz vardır sanırım. Yine de kısaca değineyim. 16 yaşındaki bir çocuğun polis kurşunuyla öldürülmesi sonucu halk ayaklandı. 4 gündür halk bu olaya olan tepkisini göstermek için sürekli olarak eylemler yapıyor. Suçlu polis memurunun görevinden ihraç edilmesi ve de hakkında tutuklama emri çıkarılması da halkı sakinleştirmemiş.

Bundan birkaç gün önceydi. Televizyonda dönüp duran bir haber vardı. Bir pavyona giren bir grup polis kıyafeti giymiş insan müsveddesi, bir kadını saçından sürükleyerek bir arabaya bindirip götürmüşlerdi. Etraftaki hiç kimse sesini bile çıkaramadı. Haberi izlerken ben de sesimi çıkarmadım. O kadar kanıksamışım o kadar kabullenmişim ki bu olayları o adamların polis olup olmaması fark etmezdi benim için o haberi izlerken. Çünkü aynı şeyi yapan polis kıyafetli bir sahtekar değil direk polis de olabilirdi. Her hafta polisten dayak yiyen, ayda bir de polis kurşunuyla öldürülen insan haberi geliyor zaten. Dolayısıyla sinmişiz artık resmen. Korkudan sesimizi çıkaramaz olmuşuz. Hem sinmişlik hem de kabullenmişlik. “Polis vurur yani, olan şeyler bunlar” diyoruz. Ne kadar da korkunç aslında. Olaydan sonra İstanbul Emniyet Müdürü Celaleddin Cerrah açıklama yapıyor: “neden polise kimliğini sormadınız?, her polis kıyafetlinin her yaptığını kabul edecek misiniz?” diyor. Sanki bundan birkaç ay önce bir avukat kendisine kimlik soran polise “önce sen kimliğini göster” dediği için hastanelik olmamış gibi, sanki 1 Mayıs'ta kafede kendi halinde oturan adam durduk yere polisten tokat yememiş gibi, sanki yine 1 Mayıs eylemlerindeki kadınlar aynı o pavyondan sürüklenen kadın gibi saçlarından tutularak üstelik gerçek polisler tarafından sürüklenmemiş gibi sanki düzenli olarak polis kurşunuyla ölen insanlar olmuyormuş gibi.

Yunanistan'da bir insan öldü polis kurşunuyla. Halk ayakta. “Maaşını benim vergi vererek ödediğim, orada bulunma görevi beni korumak olan polis nasıl olur da 16 yaşındaki bir çocuğu sorgusuz sualsiz ateş edip öldürebilir” diyor orada insanlar. Çünkü biliyorlar ki eğer bu olaya tepkilerini göstermezlerse yarın bir gün polis tabancasından çıkacak kurşunla ölecek olan kişinin kendisinin, eşinin, dostunun olmayacağının garantisi yok. Tıpkı her gün kimisinin polis kurşunuyla öldüğü, kimisinin polisten dayak yeyip hastanelik olduğu, kimisinin sakat kaldığı, kimisinin karakola sağlam girip işkenceden ötürü cenazesinin çıktığı ülkemde olduğu gibi. Biz sesimizi çıkarmadık hiçbir zaman. Hala da çıkarmıyoruz. Korkuyoruz. Ben korkuyorum. Televizyonda emniyet müdürlerinin açıklamalarını dinliyorum “polislerimizi şöyle muhteşem bir eğitimden geçiriyoruz böyle dehşet eğitiyoruz, basına yansıyanlar münferit olaylar, olaylar çarptırılıyor.” Evimde haberleri izlemeye devam ediyorum, saçından sürüklenen kadını görüyorum, polis kurşunuyla öleni, polisten dayak yiyeni görüyorum. “olan şeyler bunlar” diyorum. Az sonra Yunanistanda ayaklanan halkı görüyorum. Kafamı karıştırıyor olanlar. “olması gerekenler bunlar” diyorum. Umarım komşuda olanlar hepimizi biraz düşündürmüş, bir birey olduğumuzu, bir vatandaş olduğumuzu, haklarımızın olduğunu hatırlamamızı sağlamıştır.  

8 Aralık 2008 Pazartesi

Sen Ben Danaya


İnternet Bağımlılığı



Günümüz toplumunda bireylerin, basta vahsilesen yasam mücadelesi olmak üzere cesitli etmenler sebebiyle daha yalniz bir sekle büründügü bir gercek. Bazilarimiz bu durumdan kendini sakinmayi basarsa da bircogumuz da ya basaramadik ya da bu konuyla ilgili rahatsizlik hissetmiyoruz. Tamamen öznel bir mevzu. Yalniz bir konu var ki bu yalnizlasma mevzusunun tam göbegine oturuyor. Sanal yasam. Iddasi daha isminde basliyor. Gercek yasama alternatif sunuyor. Bugün internet üzerinden hemen her isimizi görüyoruz. Peki bu kötü bir sey mi? Aksine, müthis. Bircok acidan hayatimizi kolaylastiriyor internet. Yalniz dostlarim bizler hemen her konuda oldugu gibi bu konuda da zannederim kantarin topuzunu kaciriyoruz. 

Bir iki gün evvel basima gelen bir hadiseyle aciklayayim. Okulum sebebiyle yillardir ailesinden uzakta yasayan biriyim. Malum bayram tatili sebebiyle ailemin yanina geldim. Buradaki günlerimin pek ic acici da degil. Insan kendi alistigi yasami illaki özlüyor. Kendi evinde her dem zorluk cekmeden yaptigi seyleri burada da rahatca yapmak istiyor. Benim icin bunlardan biri de, eger disardan gec gelmemissem, o gece en az bir yarim saat oturup internetteki günlük islerimi yapmamdir. Ne bileyim maillerime bakarim, birkac site, birkac blog, birkac arkadas falan, siradan seyler. Gectigimiz gece ise malesef bu firsati bulamadim. Evde kablosuz baglanti olmadigindan kendi bilgisayarimi getirmis olmama ragmen o anda internetin bir baskasi tarafindan kullaniliyor olmasi sebebiyle internete erisemedim. Bu durumsa beni kelimenin tam anlamiyla heder etti. Evet acil bir isim yoktu, saat 03:00`di. Yatmak birakin abes olmayi, o saatte yapilacak en mantikli seydi belki de. Ama yapamadim. Internet bagimliligi gibi bir seyin gercekten var olabilecegini ilk olarak o anda anladim. Balkonda ellerim titreyerek bir sigara ictim. Nöbet dinmemisti ama yattim iste. Sabah kalktigimda kücük kardesimi bagira bagira def ettim internetin basindan ve internetime kavusunca hapini almis bir bagimli gibi rahatladim. Tüm bunlar beni epey korkuttu aslinda. Su ana kadar bir baska seye bagimliligim olmadi. Aslina bakarsaniz birkac yil öncesine kadar internetin de hayatimda dogru düzgün bir yeri bile yoktu.

Bu belki de uc bir andi benim icin. Belki benim icin uc degildi ama cogu internet kullanicisi icinde ben uc bir örnegim, bunlari bilmiyorum. Yalniz iyi anladigim bir sey var ki, o da bu sanal yasamin hayatimiza müthis katkisi ile bagimliligi arasinda deha ile delilik arasinda oldugu gibi ince bir cizgi oldugu. Bugün sigara, madde, cinsellik gibi bircok konuda bagimlilik sorunu yasayan insanligin önünde, ciddi tehdit bir olarak duruyor internet bagimliligi. Kontrolü kaybetmeyenlerden olmak umuduyla.

İyi Bayramlar


Bayram hakkinda uzun uzadiya bir yazi yazmak da keyifli olabilirdi belki; ama malesef aklimda zerre ilginc bir bayram anim yok. Eski bayramlara özlem tandansli demogoji yüklü bir yazi da yazabilecegim bir sey degil malesef. Onun icin kisa kesecegim. Bu bayram tesekkür etmek istedigim biri var. Özhan Marketleri. Raffaello`yu marketlerine getirerek beni kalbimden vurdular. Sevgimizi daha evvel yazmistik tekrarlamanin alemi yok. Tesekkürler Özhan Market. Bu bayramin sekerlemesi de Ferrero Raffaello oldu, laf aramizda cok da süper oldu. Iyi bayramlar.

7 Aralık 2008 Pazar

Haftanın Müzik Listesi - 13


  • Semiramis Pekkan - O Karanlık Gecelerde
  • Nil Burak - Hiç Sevilmesen Bile
  • Ayla Dikmen - İlk ve Son Aşkımsın
  • Sezen Aksu - Tükeneceğiz
  • Banu - Şimdi Yalnızım
Son günlerde Issız Adam'ın da etkisiyle her yerde Ayla Dikmen`den Anlamazdın ve Semiramis Pekkan'dan Bana Yalan Söylediler ağırlıklı olmak üzere eski 45'likler çalıyor. Biz de bu hafta eski şarkılardan bir derleme yapıp listeyi bu şekilde oluşturalım dedik. Filmde yer almayıp (tükeneceğiz filmde kullanıldı ama yine de listemizde yer verdik) beğendiğimiz eski şarkıları kullanarak bir liste yaptık.

Haftanın Filmine Kısa Bir Bakış - 13


Ne kadar tarif edebilirim, ne kadar tarif edilebilir bilmiyorum. Bir kere en sevdigim birkac filmden biri. Bir baskaldiri, bir elestiri filmi olmanin yaninda toplumsal bir konuda müthis tespitler iceren, müthis anlatim diline sahip bir film. Müthis bir anlatim diline sahip olmasi aslinda yönetmeninin Kubrick oldugunu düsününce süpriz de degil. Film, Anthony Burgess`in ayni adli romanindan uyarlama. Demokrasi, devlet-birey iliskisi, suc, korku, bürokrasi, aile iliskileri ve vahset üzerine o kadar carpici icerige sahip ki hic abartisiz izleyiciyi oturdugu yere civiliyor. Ayni zamanda gelecekte gecen öykü insanligin basini alip gittigi yere de basli basina müthis bir tepki. Geri planda ise gelecekte toplumun katmanlari arasinda yasanabilecek iliskiler hakkinda cokca yorum var. Acikcasi film o kadar dolu dolu ki nerden anlatmaya devam etsem sonunu getiremeyecegim icin bu fasli burda birakiyorum. Malcolm McDowell`in adeta döktürdügü film uzunca süre elestirel dogasindan ötürü devletler tarafindan tepkiyle karsilandi, hatta yasaklandi. 1971 yapimi film ülkemizde ancak 1996`da gösterilebildi. Film müzikleri de müthis. Beethoven`in 5 ve 9. senfonileri ile Singing in the Rain filmdeki önemli eserlerden. Özellikle 9. senfoninin önemli yeri var filmde. Bu hafta bu filmi secmemin nedeni ise, yakin zamanda Sanatlog`da film hakkinda müthis bir yazi okumamla istahimin kabarmasi. Toplamak gerekirse; Kubrick`in dehasini bastan sona hissettiginiz, müthis carpici kelimenin hakkini fazla fazla veren enfes bir basyapit. Hala izlemeyenler 1 dakika kaybetmesin derim.

Bir film izledim, hayatım değişmedi

Gerçek hayatın sinema gibi olmaması çok canımı sıkıyor açıkçası. Hiçbir zaman o mutlu son olmuyor mesela. Çok güzel bir şey oluyor ama sonra kötü bir şey de oluyor. Sonu yok ki bu işin. Bazen istiyorum hayat o sahnede donsun kalsın. Ben öylece kalayım her şey öylece kalsın falan mamafih olmuyor, olamıyor. Gün içinde inanılmaz güzel şeyler oluyor “aha” diyorsun “dünyanın en mutlu insanı benim”. Sonra akşam eve gidiyorsun bulaşık sırası sende yine, bir sürü bulaşık yıkıyorsun, faturalar ödenecek bir sürü parayı nasıl denkleştireyim hesabı yapıyorsun, tuvalet kağıdının bittiğini fark edip tuvalette kahroluyorsun falan e ne oldu gündüz ki mutluluktan uçan adama. Nerede sinematiklik, nerede mutlu son, nerede akşam birbirinden ufak şeylerin peşinde heder olan adam?

Ne zaman bu düşüncelere dalsam bir arkadaşımın söylediği “hayat filmlerdeki kadar romantik değil ne yazık ki” sözü çınlar kafamda. Hakkaten filmlerdeki kadar romantik değil gerçek hayat. Aksine oldukça sert, oldukça acımasız.

Mesela son derece klişe bir mutlu son düşünelim hemen. İki kişi filmin başından beri kavuşmak için türlü türlü taklalar atsınlar, başlarına bir sürü olay yanlış anlaşılma falan gelsin sonra her şey bir anda çözülüp bu ikisi kavuşsunlar, ve bir öpüşme sahnesiyle film bitsin. Güzel bir müzik girsin bir de tam o anda. Ne kadar güzel değil mi yani sanki adamların hayatı orada kalmış gibi. Hep öyle mutlu olacaklar gibi. Gerçek hayata dönelim hemen. İki kişi kavuştu öpüştü sevgili oldular. Ne olacak peki bundan sonra. Orada kalmıyor zira hayat. Belki adam iyi sevişemiyor mesela? İktidarsız bile olabilir ne olacak peki bi kaç saat önceki mutluluk tablosu? Hadi böyle bir sorun yok diyelim. Bunların bir sürü kavgası olacak, ağlanacak zırlanacak ayrı kalınacak, sonra sarhoş olunup mesaj atılacak bir sürü saçma sapan muhabbetler dönecek o zaman ne olacak peki? Hadi bu sorunları da aştılar diyelim bu iki deney sevişgenimiz, hatta öylesine idealler ki kavga bile etmiyor olsunlar. Birinden biri mutlaka hastalanacak. Hadi çok sağlıklı sportmen insanlar olsunlar bir de. Birinden biri mutlaka ölecek o zaman. Ne kalıyor geriye? Saf bir acı? Saf bir mutsuzluk?

Aslında olay şu sanırım gerçek hayatta mutlu son diye bir şey yok. Bir şeyin iyi bitme olasılığı yok çünkü düşününce. Zaten bir şey bitiyorsa neden iyi olsun ki? Hiç bitmese güzel olurdu. Filmin sonundaki karedeki gibi kalsa, sonsuza kadar orada duracakmış gibi hayat.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Bizim Dürümcü


Bu seferki tavsiyem mekanim gecen seferkinden biraz farkli. Daha salas ve basit bir mekan. Bir arkadasim hemen karsisindaki apartmanda oturuyordu Bizim Dürümcü`nün. Bir final dönemi öglen aksam 2 postaya baglamistik hatta. Bircok yerde dürüm yedim yalniz buradaki dürümler biraz daha farkli digerlerinden. Cünkü usta kebabin bir kismini lavasinin icindeyken pisiriyor anladigim kadariyla, bu da ayri bir lezzet katiyor anlamadigim bir sekilde. Ayrica oldukca doyurucu. Nerden baksaniz ceyrek öküzü tek basina bir oturusta yiyebilecek olan ben 2 dürümden öteye hic gecemedim. Hatta 2 taneyi ancak cok ac oldugum zamanlarda yiyebildim. Dürüm sevmeyen de bircok insani götürdüm ve begenmeden cikani hatirlamiyorum. Dedigim gibi biraz salas, otantizmi de dayamislar duvar halisi falan, cevre otellerde kalan turistleri hamuduyla götürüyorlar. Yolu düsenler mekani, Findikzade`deki otobüs duraginin hemen arkasindaki, adini yanlis hatirlamiyorsam North Island Hotel`in arasindan girince 30 metre asagida sagda bulabilir. Istediginiz takdirde her türlü sofrayi da kuruyorlar. Raki, bira ne isterseniz de getiriyorlar. Fiyatlari da muadillerine oranla müthis uygun. Siz de yolunuz düserse sektirmeyin derim.

5 Aralık 2008 Cuma

Ekranın Güzelleri - 2


Her ne kadar cümle kurmakta büyük sikintilar yasasa da sevilmeyecek gibi degil sevgili Burcu Esmersoy. Baskasi yapsa o kem kümleri 1 dakika durmam ekran karsisinda da  Burcu kitliyor iste adami.